Sosyal medyada hadis diye aktarılan sözlerden dehşete kapıldığım anlar oluyor. Bu sözleri aktaran dostları elimden geldiğince ikaz etsem de böyle kişisel bir çabayla bu işin önünü almak imkansız görünüyor. Dünya tarihinde ilk kez senet tenkidi denen bir ilim dalını geliştirmiş medeniyetin çocukları olarak her duyduğumuzu aktararak sözün değerini düşüren bir duruma nasıl geldik? Kitabımız bize "Ey iman edenler! Fasıkın biri size bir haber getirirse o haberin doğruluğunu tahkik edin (hakikati ortaya çıkaracak şekilde araştırın), yoksa yanlışlıkla bir topluluğa fenalık edip sonra da pişman olursunuz. (Hucurat 49/6)" diye emrederken çeşitli iletişim kanallarından önüne gelen her bilgiyi bir tuşa basarak geriye dönüp düzeltmemiz imkansız binlerce insana aktarırsak halimiz nice olur? Efendimiz aleyhisselam duyduğu her sözü aktarmanın kişinin yalancı sayılmasına yeteceğini buyurmuş. Hiç olmazsa bunu sık sık hatırlasak da güvenirliğimizi ve onun bir sonucu olan saygınlığımızı yerlere düşürmesek. (Burada imanın emn kökünden gelişine ve güven ile iman arasındaki ilişkiye de ayrıca dikkatinizi çekmek isterim)
"Büyüklerimiz böyle buyurdu" diyerek okuduğu biraz eski her Arapça kitapta yazanları din diye aktaranlar toplumda bir kaçınma refleksine sebep olduklarını acaba görüyorlar mı? Hadislere karşı yürütülen çok yönlü, çok kollu, kapsamlı ve planlı hareketin tek sebebi onların bu gafleti olmasa da bu hain çabanın ateşine odun taşıdıkları bir gerçektir. Samimi bir şekilde anlamaya çalıştığımızda onların da dünyadaki dinsizleşme cereyanından muzdarip olup, dine ait gördükleri her şeye (bir başka refleks olan koruma refleksiyle) dört elle sarıldıklarını anlayabiliyoruz. Peki böylesine hayati ve temel konularda yaklaşımlarımızı reaksiyoner tepkiler şeklinde tamamen reflekslere bırakmak ne kadar doğru? Eğitimi yetersiz, kararları duygusal ve refleksif olan biz avamın böyle davranması bir dereceye kadar anlaşılabilir. Ulemaya gelince.. Heyecan ve dürtülerle hareket etmek onlara yakışmaz. Onlar ortamın ateşine bakmayıp vakar ve soğukkanlılıkla (bir kısmı hoşlarına gitse de) her türlü uydurmaya karşı çıkmak ve bir kısmı hoşlarına gitmese de güvenilir kriterlerden geçmiş sağlam kaynaklara dayalı bilgileri muhafaza edip aktarmak ve onlara dayalı bir dini düşünce imal etmek, kısacası hoşlarına gidip gitmemesine bakmadan dinin aslını korumaya çalışmakla mükelleftirler. Nitekim tarihte büyük hadisçiler böyle yapmış; siyasetin ve fetihler sebebiyle inanılmaz bir hızla değişen toplumsal şartların onları sürüklemesine izin vermeden dinin kaynaklarını koruyarak tarihi sorumluluklarını büyük bir özveriyle yerine getirmişlerdir.
Daha sahabe hayattayken başlayan "sözü kimin söylediğini araştırma" işi hadis ilminin ilerlemesiyle sistematik hale gelmiş ve binlerce ravinin hayatı adalet ve hıfz açısından didik didik incelenmiştir. Hıfzın ne olduğu malumunuzdur. Burada adaletten kast edilenin de inanç ve özellikle ahlak olduğunu belirtmek gerekir. Bir hadisin senedinde isimleri geçen ravilerin seciyesi, ahlakı, mesleği, hattı hareketi, zekası, dikkati, hafızasının kuvveti ve sağlamlığı, ilmi yeterliliği göz önünde bulundurulmuş; bütün bu açılardan yeterli görülse de aktardığı olaya bizzat şahit olup olmadığına bakılarak rivayeti sınıflandırılmıştır. İlk dönem uleması ravilerin güvenilirliğini bilmenin dinin muhafazası için en önemli görev olduğunu idrak etmişler ve aralarından sırf bu işe ömrünü vakfedenler olmuştur. İnsaflı oryantalistler dahi müslümanların bu konudaki titizliklerini takdir etmişler ve yaklaşık beş yüz bin kişinin şeceresinin bu şekilde detaylı bir surette kayıt altına alınışına hayran olmuşlardır. Orijinal adıyla "Cerh ve Tadil" (ravilerin yeterlilik açısından ret veya tasdiki) olarak bilinen bu çabada hiçbir kişinin sosyal konumuna bakılmamış; mevkii ne olursa olsun hükümdarlardan başlayarak en büyük dini rehberlere kadar herkesin hali tetkik edilmiş ve eğer bu ilmi zedeleyecek durumlar varsa hepsi kaynaklara geçirilmiştir.
Yine de uydurulmuş sözlerin aktarılması, kitaplara geçirilmesi ve elden ele dilden dile dünyayı dolaşması engellenememiştir. Çünkü uydurmalar her zaman gerçeklerden daha fazla alıcı bulur. Mesela romanlar ve kurgusal filmler belgesellerden daha fazla okunur ve satar. Bunu eleştirel olarak değil bir vakıa olarak söylüyorum. Uydurmaların kol gezdiği alanlardan birinde çalışan bir kardeşiniz olarak (bir vaizim ben) kalabalıkları en çok harekete geçiren şeyin tasavvuf tarihinden iki tane uydurma hikaye olduğunu bilmez değilim. Bu hikayelerin insanları onlarca ayet tefsiri ve hadis şerhinden daha fazla etkilediği gün gibi açıktır. Mevlana Şibli'nin Asr-ı Saadet'inde Ali el-Kari'nin Mevzuat'ından naklen şöyle bir olay anlatılır: "Bağdat vaizlerinden biri bir vaazında şu mealde bir hadis rivayet eder: 'Cenab-ı Hak kıyamet gününde Hz. Muhammed'e arşının üstünde yanı başında bir mevki ayıracaktır.' İmam Taberi bu sözü duyunca fevkalade sıkılır ve vaize üzerinde 'Cenab-ı hak ile teklifsiz arkadaş olacak hiç kimse yoktur!' yazılı bir levha gönderir. Bu levha vaizin kapısına astırılır. (Burada kim tarafından astırıldığı belirtilmemiş. Muhtemelen Taberi bunu resmi otoriteye yaptırtmıştır.) Halk Taberi'nin bu hareketine o kadar gücenir ki evini taşa tutarlar. O kadar ki evin içinde ve etrafında yığın yığın taşlar toplanır." Demek ki uydurmalara rağbet yeni değildir ve insanlardaki bu fevkalade hikayelere ilgi devam ettiği sürece onlara arzu ettiklerini servis ederek onlardan kendi arzu ettiklerini temin edecek olanlar daima bulunacaktır.
Bu duruma ne kadar üzülsek de yapılması gereken bütün bir rivayet birikiminin çöpe atılması değildir. Evet tarihte muhaddisler bir rivayeti senet bakımından (raviler zincirinin sağlamlığı açısından) güvenilir bulmuşlarsa içeriğine bakmadan rivayet etmişlerdir. Eğer böyle yapmasalar ve içeriğini anlayamama veya kendi anlayışlarına uymama gerekçesiyle sağlam bir rivayeti hasıraltı etselerdi bugüne hiçbir hadis ulaşamayabilirdi. Çünkü illa her rivayet birilerine ters düşebilirdi. Senedi sağlam bir rivayetin içeriği Kur'an'ın zahirine ve sahih akla aykırı görünüyorsa ona da hüküm bina etmemişler ama yine de o rivayeti kaynaklarda muhafaza etmişlerdir. Aklın ve bilimsel bilginin gelişmeye açık olması onları bir gün anlaşılır kılmayacağını kim bilebilir ki? Üzerine bir hüküm bina edilmemiş ve ümmetin sağlam bir rivayet olarak kitaplarda muhafaza ettiği bu anlaşılmayı bekleyen rivayetleri bulup çıkararak bütün hadis külliyatına güvenimizi sıfırlamak isteyenleri doğru bulmadığımızı söylemek durumundayız. Elimdeki hazinenin bir kenarına çamur bulaştı diye –kolayca temizleme imkanı varken- onu elimden almak isteyenlere karşı uyanık ve dikkatli olmam gerekir. Hep söylediğimiz gibi alış veriş yaparken neyi verip neyi aldığımıza dikkat edelim. Peygamberin, sahabenin, büyük imam ve müctehidlerimizin yolunu bırakıp kimin yoluna gideceğimizi seçmek tamamen bizim sorumluluğumuzdadır. Bize Kur'an yeter diyenlerin sürekli kitap bastığı bir dünyada bu alışverişle elimizdekini alıp onun yerine koydukları şey sadece ve sadece bizim seçimlerimizin sonucudur.
Tekrar başlığa dönecek olursak ne uydurmacıların ne de hadisleri bütünüyle reddedenlerin yaklaşımlarını kabul edilir buluyoruz. Bize elimizdeki Kur'an'ın Allah'ın Kitabı Kur'an olduğunu söyleyen Hazreti Peygamber'in yaşadığı sürece vahyin kontrolünde olduğunu, en ufak insani davranışlarında dahi yanlışlık yapsa onu düzelten ayetler indiğini biliyor ve ondan gelen senedi sağlam rivayetlerin onun dışındaki bütün kulların sözlerinden daha değerli buluyoruz. Hadislerin fıkhi hükümlere hangi şartlarla kaynaklık edeceği meselesini hocalarımız "Sünnetin Bağlayıcılığı" başlığı altında sayısız makale, tez ve kitaplarında incelemişlerdir. Her hadis hükme medar değildir ama hadisler de sadece fıkıh konusunda rehberlik yapmazlar. Bir yerde sağlam bir rivayet varsa onun imali iptalinden evladır. Aklımızı hangi yöne kullanırsak oranın kapıları açılır vesselam.