ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN ANA İDEOLOJİSİ
- Klasik Mekanik Temelli Yeniçağ Dindışı Batı Avrupa Medeniyetinden Evrim Biyolojisi Temelli Çağdaş Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî Medeniyetine
Dinin, gerek günlük yaşayışın akışından gerekse siyâsî ülkülerden, hususî ve resmî bütün yaşama gündemlerinden tardolunmasıyla zuhur eden boşluğu, insan —filosof— elinden çıkma ideolojilerin doldurmuş olduklarından bahsettik. Hür Sermâyecilikle birlikte ortak pınardan fışkırmış olup onunla aynı malzemeden imâl edilmiş seçenek ideoloji Toplumculuktur. Bu iki kardeş ideolojinin birbirlerini tadîl etmelerinden ikisinin de yumuşamış bir çeşidi olan toplumsal halk idâresi (Fr democracie sociale) ortaya çıkmıştır. Sermâyecilik ile Toplumculuk arasında göze çarpan keskin karşıtlığın mülkiyet noktasında belirdiği ileri sürüledurulmuştur. Tabîî bu, görünüşte olan bir karşıtlıktır; haddizâtında böyle bir karşıtlık vâkî değildir. Zirâ nasıl, Toplumculukta, daha da kökten biçimde, temel üretim işleyişi ile araçları devletin uhdesindeyse, Sermâyecilikte de bunlar, belli birkaç büyük sermâye kuruluşunun —kartel— tekelindedir. Her ikisi de, yânî Toplumcu devlet ile sermâye kuruluşları, son tahlîlde Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel mercii Farmasonluğun ana mahfillerinin rehberliği ile denetimine tâbîdirler —burada tekrar, Lenin ile Lev Troçki'den[1] sonraki Stalinci[2] Sovyet imparatorluğunun, öngörülmemiş bir 'yol kazası' olduğunu belirtmeliyiz. İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun yönlendirici etkeni olan Farmasonluk tâbîyetinden kurtulma kavgasını vermek üzre meydana çıkan ideoloji Faşism olmuştur. Aynı mücâdeleye soyunan öteki ideolojiyse Millî toplumculuktur. Ancak, Millî toplumculuk, karşı çıktığı İngiliz- Yahudî medeniyetinden ve onun temel ideolojisi Sermâyecilikten birtakım hayatî unsurları üstlenmiştir. Bahse konu medeniyetin temel taşlarından en önemlileri, Mekanikcilik ile onun türevi sayabileceğimiz Darwin evrim varsayımı ve bunun Herbert Spencer (1820 - 1903) yorumundan çıkmış olan 'Toplumsal Darvincilik'tir (İng Social Darwinism). Söz konusu görüş uyarınca, dünya zincirleme mücâdeleler şeklinde dirim olaylarının cereyân ettiği 'sahne'dir. Aslında dirimin kendisi de canlı-olmayandan gelişmiştir. Varlık öğretisi (Fr ontologie) açısından nedeni de gâyesi de meçhul, tesâdüfî ve mekanik tarzda yürüyen değişim dizilerine 'evrim' denilmiştir.
"... Varolan her şey, gizli durduğu ezelî maddeden açığa, görünür hâle çıkar, ileriler, gelişir, evrilir" düşüncesi, Syed Muhammed Naquib al-Attas'a göre, sözünü ettiğimiz yeni zihniyetin özünü özetini yansıtır. Al-Attas, devâmla şunları söyler: "Bu açıdan dünya, bağımsız, ebedî bir evren; kendisine has yasalarla evrilip kendi kendine dayanan (İng selfsubsistent) bir sistem olarak görülür."[3] İlerileme, gelişme, tek tanrılı vahiy dininde, bu meyânda İslâmda dahî, merkezî ağırlık taşırlar. İlerileme ile gelişme, besbelirgin ilahî bir ilkeden gâyeye doğru açılıp serpilen düzen demek olan 'tekâmül' kavramının kapsamındadırlar.[4]
- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından Evrimcilik
Evrim, bilim felsefesince 'değerden bağımsız' kabul edilmekle birlikte, 1800'lerin sonlarında, asıl alanı olan biyolojinin sınırlarını aşıp ideolojik görünüm kazanınca, bu sefer 'değer yüklü' duruma girmiştir. Evrimin öngördüğü "varolma mücâdelesi"nden en az zararla çıkan bireyler ve bunlardan meydana gelmiş topluluklar, Toplumsal Darvincilikte "en güçlülerin yaşayakalması" ilkesine vurularak değerlendirilmişlerdir. Bu en güçlüler, Sermâyeciliğin indinde en müteşebbis bireyler ile şirketlerken, Millî toplumculuğun nazarında başkalarını boyunduruğuna alabilmiş, etkilerini başat kılabilmiş en ustalıkla ve yiğitce savaşabilmiş, en üstün medeniyetleri kurabilmiş kavimlerdir. Nasıl doğanın canlılar kesiminde, bir yanda bireyler beslenme ile yaşama alanı uğruna kavgaya, öte tarafda da türler arasında üreme ile yayılma sahasıçin mücâdele söz konusuysa; yine canlılardan olan insanda dahî, aynı şekilde, gerek bireysel gerekse toplumsal seviyede dur durak bilmez çekişme ile savaş hüküm sürer. Bahse konu mücâdele, doğa şartları ile özge topluluklara karşı verilir. İnsan ile doğa çevresine meydan okuyan, başta nüfusca artıp yeni yaşama mekânlarını (Alm Lebensraum) kendine mâledebilen toplum, ortam şartları tarafından kayırılmış olup muzafferdir. Tersine, bunlara yenik düşense, ölüme hüküm giymiştir: 'Doğal ayıklanma'. 'Üstün ırk' yahut 'kavim', 'doğal ayıklanma sınanışı'ndan kayırılmış, dolayısıyla da, başarıyla çıkmış olandır.
- Millî Toplumculuğun Dayanaklarından Bir Diğeri: Irkcılık
Yine nasıl, diğer canlılarda yakın dirimsel birlikler, türler ile alttürler yahut çeşitler olarak belirlenirlerse, benzer biçimde, Millî toplumcu ideologlara bakılırsa, insanlarda da —sözümona— 'kandaş' kimselerin meydana getirdikleri geniş kapsamlı topluluklara ırk ile kavim adı verilirmiş. Bütün bu anılan terimler ile belirlemeler, bilimin ve onun felsefesinin (Fr epistemologie) günümüzde eriştikleri seviyenin açısından baktığımızda, şaşırtıcı raddede anlamca kaypak ve bulanıktırlar. Günümüzde insan türünün alttürlere yahut çeşitlere ayrıldığı savını destekleyecek açık seçik kanıtlar göstermek imkânsızdır.[5]
Millî toplumcu ideoloji uyarınca, ırklar ile onların altında kavimler arasında adetâ geometrik dakiklik gösteren bir sıradüzeni bulunur. Bu görüşün felsefî temelleri, Hegel ile Fichte'den etkilenmiş olan Fransız düşünür Joseph-Arthur comte de Gobineau (1816 - 1882) tarafından atılmış olup ömrünün ileriki dönemlerini Almanyada geçirmiş İngiliz yazar Houston Stewart Chamberlain'ce (1855 - 1927) de geliştirilmiştir.
Burada, Millî toplumculuğa kaynaklık etmiş olan Romantiklikten sızmış gözüken aklı dışlayan, heyecânî ve duygusal renkleri görmek zor olmasa gerek: En yüksek düzlemde duran (Alm Herrenrasse: Hâkim ırk) Arî ırktır —Hint-Avrupa dillerini kullanan beyâz yahut Kafkas ırkı; bunun altında yer alan altırkların en değerlisi Germenlerinkisidir; bunların içerisindeyse, üstün kavim (Alm Herrenvolk), Almanlardır. Tabîî, dizginler, bir kere duygusallıklara kaptırıldımı, tanzîm olunup kabul edilmiş düstûrlarla istenildiği gibi oynamak, dolayısıyla çelişkilere düşmek, işden bile değildir. Günün şartları öyle gerektirmiş olduklarından, 1930larda Millî toplumcu Alman makamları, 'beyâz ırk'tan olmakla birlikte, Hint-Avrupa dillerinden birini kullanmayan Osmanlı —yânî, Batı— Türkünü, sözgelişi, Arî ırktan saymışlardır. Büyük sıkıntıysa, Almanların savaştaki müttefiki Japonlar yaratmışlardır. Nihâyet onların Arî olmadıkları tevîl götürmeyecek kadar âşîkârdır.
- Irkcılığın Devindiricileri
Toplum oluşumunun kaynağı, kadın - erkek cinsî birlikteliğidir. Bütün müteâkıp oluşumlar, kadın - erkek - çocuk çenberinin git gide genişlemesiyle yol almıştır: Çekirdek aile, yakın akraba, taallukât, kabîle, aşîret. Bu sonuncusuna dek uzanan hat, kan bağına dayalı biyolojik toplulukların adlarıdır. Yaklaşık M.Ö. Beşbinlerin sonlarında yeni yerleşen toplumların kurdukları devlet teşkilâtlanışına değin konar-göçer toplayıcı, bilâhare avcı bireylerin birbirleriyle olan kan bağlarını esâs almış topluluklar, dünya boyu yürürlüklerini sürdürmüşlerdir. 'Devlet'le birlikte 'sosyolojik' yapılanma kendini gösterir olmuştur. Uzak geçmişten günümüze doğru 'biyolojik' ile 'sosyolojik' toplumlaşmalar, birbirlerine ters seyir izlemişlerdir. Birincisi git gide zayıflayıp istisnâîleşirken, ikincisi güçlenip dünya çapında genelgeçer duruma erişmiştir. Ne var ki, çok uzun zaman boyu sürmüş olması sonucunda kan bağına dayalı toplumlaşmanın etkilerini hâlâ duyuyoruz.
Onuncu bine ulaşıldığında Güney Kutbu dışında, yeryüzünün bütün bölgelerine erişen insanın nüfusu çok azdı: Beş milyon. Beşinci bindeyse, Yeni Taş Devrini yaşamağa koyulan Avrupanın nüfusu bir milyonu biraz geçiyordu. Birinci binde bu nüfus, on milyona erişmiştir. Güney ile Batı Avrupada km2 başına İtalyada beş, Balkanlardaysa iki buçuk kişi düşüyordu. İtalya, Çin ile Hindin kuzey batısı, Birinci binde nüfus yoğunluğu en fazla olan bölgelerdi.[6] Yeryüzünü böylesine az nüfusla dolduran insanların, hâliyle, birbirleriyle temâsı da seyrek ve kazara vukûu bulmaktaydı. Pek yakın geçmişe değin, sözgelişi, Güney Afrikanın Kalahari çölünde, Amazon yağmur ormanının derinliklerinde, Yeni Ginenin ücrâ köşelerinde yaşayan kimi topluluklar, kabîle efrâdı dışında insanlarla karşılaşmamışlardır. İnsan kavrayışı onlarçin kendi kabîle efrâdının ötesine taşınamayacak bir tasavvur içeriğine sâhiptir. Kabîlecilik yahut aşîretcilik de zâten bu yaşanan gerçeklikten ortaya çıkmış bir vakıadır: Topluluk mensuplarının sorusuz sorgusuz ve vazgeçilmezcesine dayanışmaları; kendilerinden olmayanlarıysa, dışlamaları. Hâliyle hareketiyle, tavır ve tutumlarıyla, görünüşü, giyim kuşamıyla bizden olmayan, Türkcede 'bilinmeyen', 'tanınmayan' anlamına gelen yabandan türetilmiş 'yabancı'dır. Yabancı, korkulan, bu yüzden de, tabîîatıyla, istenmeyen, kaçınılan kimsedir.
'Devlet' şeklinde teşkilâtlanmış topluma 'millet' dendiğinden daha önce bahsolunmuştu. Millet, kan bağına dayanmayan, böylelikle biyolojik olmayan toplum olmasına rağmen, ideolojik sebeplerle onu kabîle - aşîret hattının uzantısı şeklinde kabul edersek, karşımıza kavim denilen toplum yapısı çıkar. Gerçi, gündelik dilde 'kavm'i 'millet'le anlamdaş kullanıyoruz. Ancak, felsefenin tahlil ile tarîf ciddîliği çerçevesinde, kavim, biyolojik esâsa dayalı millettir. Nihâyet, ırkcı-kavimci ideolojik anlayış uyarınca da, bir anne - atadan türemiş çok geniş çaplı bir kardeşler topluluğu kavimdir. Bu anlayış, haddızâtında kadîm devirlerinde totem-fetiş itikâtları itibâriyle içeridenevlenme zorunluluğunu taşımış toplumlarda karşımıza çıkıyor. Bunlarda, kabîlenin yahut çok ileride, kavmin dışından biriyle evlenmek, devirlere göre, yasaklanmış yahut hor görülmüştür. Hâl böyle olunca, o kavmî toplumun bireyleri arasında görünüşce —fenotip olarak— benzerlikler, dışarıdanevlenenlere oranla daha fazladır. Bu yüzden de kendilerini kavimden sayma zehâbına kapılırlar: Israilliler, kimi Germen ile Islav halkları, Çinliler, Japonlar, Moğollar. Böylesi totem-fetiş itikât menşeinden neşet etmekle birlikte, soy sopu putlaştırmağı yasaklayan İslâmın zoruyla, Araplar da, Emevîler gibi kimi istisnâlar dışında, kendilerini kavimden saymaz olmuşlardır.
'İçeridenevlenme' zorunluluğunu taşıyan kabîleler yahut aşîretlerden neşet etmiş milletler, 'ülkü toplumu'nda devletleşme evrelerinin en olgun, en mütekâmil aşaması demek olan imparatorluğu hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleştirememişlerdir. Kadîm kabîle ile aşîret iytikâtları gereği, 'dışarıdanevlenme' zorunluluğuna bağlı Türkler, [7] özellikle Müslüman olduktan sonra, imparatorluk kurma hünerlerini geliştirmiş, nihâyet Osmanlı Devleti ebed müddetiyle bu mahâretlerini doruğa ulaştırmışlardır.
Kendilerininkileri kayırmağı berâberinde getiren içeridenevlenme örfü, topluluk mensuplarının uzak yollara revân olma zorunluluğunu da ortadan kaldırır. Bu çeşit kabîleler yahut aşîretler, dar alan konar-göçerlerdir. Meselâ, Moğollar, uzun geçmişleri boyunca bir kere harekete geçmiş, çok geniş bir sahaya yayılmış gevşek dokunmuş kısa ömürlü devletlerini vucuda getirir getirmez anayurtlarına geri dönmüşlerdir. Dönmek zorundaydılar, zirâ gittikleri yerlerde, dinî dogmalarını çiğnemedikce, çoğalamıyorlardı.[8]
Hâlbuki, Asyanın doğusundan hareket eden Türk boyları, Asyanın ortalarına —Türkistan—, kuzeyine —Sibirya—, güneyine —Hint yarımadasının kuzeyi—, batısına —İran, Azarbaycan, Mesopotamya, Suriye ile Anadolu—, Afrikanın kuzey doğusu —Mısırdaki Kölemenler— ile Avrupanın güney doğusuna —Balkanlar— dek göçmüşlerdir. Boylar, ulaştıkları her yeni yeri kendilerine yurt kılmışlardır. Kimisi de orada devlet kurup yerli ahâlîyi kendi mensuplarından tefrîk etmemiş, tersine, evlilik yoluyla onunla karışmış, böylelikle de tarihî bir Türk —topluluk gen havuzu itibâriyle— kavimliliğinden bahis açmamız imkânsız hâle gelmiştir. Kendini Türk sayan boyların her biri, farklı üç ana tip olan Beyâzlardan, Moğolîler ve hattâ çok az sayıda olsa da, Zencîlerden —Zencî kırması— birine dâhil olmuştur. Tarih boyunca Türklerin yurtları, Çinlilerin, Moğolların, Farsların, Rusların, Fransızların, Almanların, İngilizler ile daha birçok başka milletinkinin tersine, sâbit değil, seyyâl olmuşlardır. Bundan dolayı da yukarıda adı anılan milletlerden farklı olarak, siyâsî sınırlarla belirlenmiş bir toprak parçasından ziyâde, özellikle Müslümanlaştıktan sonra, onlar, İslâm coğrafyasının kapsamına giren diyârın tamamını yurt bilmişlerdir: Dârulİslâm. Türk için dünya zâten iki kesimden oluşmuştu: 'Dârulİslâm' ile 'Dârulharp'. Genel 'ülkü yurdu' manâsındaki 'Dârulİslâm'ın yanında, Türkün, bir de, şehrinin, köyünün yahut obasının bulunduğu mıntıka anlamında somut, mevzîi memleketi daha olmuştur. Bu belirlememizin de delîli nitekim, "memleketin neresi?" sorusu ile buna karşılık olarak zikrolunan bölge yahut vilâyet adının yer aldığı cevapta görülebilir.
Türk soyu, hemen hep, ata hattından yürürken, anne, çoğu kere, Türk olmayan unsurlardan gelmiştir. Bunun da en seçik örneğini Osmanlı hânedânında görebiliyoruz.
Evlenmek amacıyla dışarıdanevlenenlerin en sık başvurdukları usul, 'kız kaçırma' olmuştur. Bu, medeniyete geçildikten sonra dahî, öncelikle kırlık sahalarda, kolay kolay terkedilememiş bir âdettir.
Karmaşık örgütlenişli memeli topluluklarında gördüğümüz bir hususla insan öbeklerinde de karşılaşıyoruz. Kadın, yaşamayı yenileyen, soyu sürdüren, kısacası, doğuran, yetiştirip eğiten varlık vasfıyla insan topluluklarının cevheri olmuştur. O ve evlâdı hayatın merkezindedir. Erkeğe gelince; o ise, dölleyici, koruyucu, kollayıcı unsurdur. Adetâ arızîdir. Örf ile âdet ağı, hayatî önemine binâen, kadının çepeçevresinde örülmüştür. O, bu ağın, şebekenin orta direği mesâbesindedir. Topluluğun namusu, şerefi, haysiyetidir. Bu yüzden, kaçırılanın rızâsı olsun olmasın, kız kaçırma eylemi, çoğu kere, nesiller boyu sürecek kavga ile düşmanlığın nedeni olmuştur. Soyu peydâhlayıp sürdürene vâki tecâvüzün faturası da, kavganın menbaı ve en şiddetlisi olan kan davâsıdır.
Savaşcı olmak zorunda kalan dışarıdanevlenen topluluklarda erkek nüfusu azaldığındaysa, Pamir yaylasının geçit vermez köşe bucaklarında yaşayan göçebe Kırgız obalarında hâlâ rastgelindiği üzre, herhangi bir sebeple dışarıdan gelen güçlü, sağlıklı er kişi, icâbında zorla dahî olsa, güveyi olarak alıkonulur.
Bütün bunların yanısıra, kadın - erkek birlikteliği hep yürürlükte tutulmuş olmasından ötürü, 'dışarıdanevlenen' ve 'savaçcı' olan toplumlarda eşcinsellik de, pek ender rastgelinen bir olaydır.
Kuzey Afrikalı Berberîler ile doğu İberikliler de, dışarıdanevlenirlerdi. Onların ahfâdı olan Ispanyol fatihleri, yanlarına kadın almalarına gerek kalmaksızın, Kuzey ile Güney Amerikaların yerli ahâlîsiyle evlenerek çoğalmışlardır. Tarihte soyca en ziyâde karışmış iki imparatorluk milletinden biri Türklerse, öbürü de Ispanyollardır. Bu sonuncuların fethettikleri kesimlerin kuzey batısında kalan geniş arazîleri İngilizler ele geçirmişlerdir. Ispanyollarınkinin tersine, İngilizlerin zaptettikleri yörelerde soylar karışmayıp hâkim olan, olunanı esir kılmıştır.
Yalnız, bütün Ispanyollar, 'dışarıdanevlenirlik' imkânına, sâhip değildi. Germen asıllı zâdegân, yânî Hidalgo da, ancak kendinden biriyle evlenebilirdi. Bu yüzden, başta hânedân olmak üzre, soylularda birtakım fizyolojik ile anatomik ârâzlar belirirken, avâm bunlardan âzât kalmıştır.
Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.
[1] Lev Davidoviç Bronstein, nâmıdiger, Troçki: 1879 - 1940.
[2] Yosif Vissarionoviç Çugaşvili, nâmıdiger, Stalin (Rusca: Çelik adam): 1879 - 1953.
[3] Syed Muhammed Naquib Al-Attas: "Islam and the Philosophy of Science", 5. s.
[4] Bkz: Teoman Duralı: "Biyoloji Felsefesi", "Tekâmül ile Evrim" Bölümü, 190.-204. syflr;
ayrıca bkz: Teoman Duralı: "A New System of Philosophy-Science from the Biological Standpoint",
125.-135. syflr.
[5] Bkz: Erik Zimen: "Der Hund/Abstammung - Verhalten - Mensch und Hund", "Was ist eine Rasse?" Bölümü, 140. s, "Domestikation und Variabilitat" Bölümü, 215. s.
[6] Bkz: Colin McEvedy&Richard Jones: "Atlas of World Population History", 19.&20., 343.-345. syflr; ayrıca bkz: Geoffrey Parker: "The Times Atlas of World History", 34.&35. syflr; ayrıca bkz: Colin Renfrew: "Past Worlds", 8.-80. syflr.
[7] Bkz: Jean-Paul Roux: "La Religion des Turcs et des Mongols", 212.&226. syflr.
[8] Burkancılığı benimsedikten sonra Moğollar, içeridenevlenme zorunluluğunu gevşetmişlerdir. Ne var ki, alışkanlıkların 'ölüm'ü zorlu ve yavaş olur.
Ş. Teoman Duralı