Ahmet Rasim'in gözünden İstanbul'da bahar
Mart ayını da yavaş yavaş uğurladığımız bu günlerde, baharın sıcaklığı daha da fazla kendisini hissettirmeye başladı. Güneşin göz kırptığı bu zamanlardaki mutluluk acaba her zamanın ortak hissi miydi? Bundan yüz sene evvel de baharın coşkusu insanın yüreğini kaplıyor muydu? 1907 yılında kaleme aldığı yazılarıyla bu sorunun cevabını Ahmet Rasim verdi. Baharla edebiyatın gücünü birleştirip tüm olumsuz düşüncelerden sıyrılan yazısında mutfaktan tarihe, gündelik hayattan kendisiyle yaptığı söyleşilere kadar birçok şeyden bahsediyor.
Giriş Tarihi: 25.03.2019
18:29
Güncelleme Tarihi: 25.03.2019
19:14
USKUMRU, BALIK TÜRLERİNİN PATLICANIDIR
Uskumru, balık türlerinin patlıcanıdır. Izgarası, tavası, pilakisi, papaz yahnisi, haşlaması, dolması, tuzlaması, tuzlaması, turşusu, tütünlüsü, çirozu olur. İngilizler bunu başka bir türlü pişiriyorlar. Yemekten yarım saat evvel kaynar ve tuzlu su içine atıp güzelce haşlıyorlar. Fakat kaynar su fokurdamayacak, hem muntazam hem de aheste olacak.
Sonra süzgece alıyorlar. Üzerine pirzola, biftek ve emsali et yemeklerine konulan sebzeler gibi iri taneli ve yeşile çalar bir nevi frenk üzümünden bir garnitür koyup ayrıca da tereyağlı bir salça yapıyorlar. Kim bilir ne kadar selim bir zevke uyar.
O ZAMANLARDA BÜLBÜLLERİN MESKENİ NERESİYDİ?
Hızır gününe baharın ilk günü denildiğini türkücü bülbül her nasılsa birinden duymuş ve o gün akşama kadar şakımaktan kendisini alamayarak Göksu vadisi ile Bahariye'yi, Çamlıca'yı, Çengelköy'ü, hasılı Boğaziçi'nin ne kadar koruluk, ağaçlık, çemenlik yeri varsa, hepsini nağmeleriyle, demleriyel eşi yok bir neşe alemine döndürmüş de her nedense başka taraflarda ötmemiş.
Haydarpaşa taraflarında sesi çıkmadığını temin edenler bunu o tarafta Duvar denilen yerde salıncaklar, kahve çadırları, ufak tefek oyun mahalleri kurulmakla beraber davul, zurna çalınmasına, sucu, limonatacı, kuru yemişçi, kurabiyeci, helvacı, muhallebici seslerine dayandırıyorlar.
ŞEHRİN RUTUBETLİ HAVASI HİÇ DEĞİŞMEMİŞ
Dikkat ediliyor mu? Bazen şehrimizin rutubetli ve çukur yerlerini sis basıyor. Dün sabah Kartal ve Maltepe taraflarındaki dağ aralarında yere inmiş bulutlar görünüyordu. Zaten sis ile bulut arasındaki fark, birinin yerde ötekisinin gökte olmasıdır. Bu tabiat hadisesini yapan birtakım küçük su kürecikleridir ki bir mercekle bakılırsa bu yuvarlakların sabun kabarcıkları gibi içi boş olduğu görülür. Aralarında çiğ ile büyük ayrılık vardır.
Çiğ düştü mü toprak daima havadan soğuk, sis bastı mı toprak havadan sıcak demektir. Havaların şimdiki gidişine göre bizde de ilkbahar sisleri başlayacaktır. Bunların bazen fena kokan bir yanı vardır. Bu fena kokan, işte o sabun kabarcığı gibi kof olan yuvarlakçığın havada tuttuğu yabancı maddeden ileri geliyor, bilhassa insan sıhhatine az çok dokunan miyasmalarda bulunuyormuş. Doktor diyor ki: "Bu sislerden korunmak için gerek ilkbaharda, gerek sonbaharda sabahleyin aç karnına sokağa fırlamamalı. Akşam yün elbise giyilmemeli."
İnsanlar neden anlamazlar ki sisten anlamasınlar. Hele bizim denizciler sabahleyin az pusarık olur da birdenbire dağılırsa bütün gün hava açık olacağına inanırlar.
SADABAD’IN İNŞASIYLA İLGİLİ ŞAŞIRTICI BİLGİ
Sultan 3. Ahmed devri Paris sefiri Mehmed Efendi'nin bu şehirden getirdiği planlar üzerine güzel bir kâşâne inşa edilmiş ve derelerin birleştiği yerden bir mil kadar yukarıda çekiç ile işlenmiş taşlardan sekiz yüz arşın genişliğinde bir rıhtım yapılmıştı ki o zamanın tarih yazıcısı Reşad Efendi buraya Husrevâbad, büyük kasra da Sadabad adlarını vermişti.
Bu kasır şark mimari tarzında olup Fransa'nın Versaille, Fontainebleau ve bilhassa Marly yüksek binaları taklit edilmiş ve biri dere tarafında diğer ikisi iki tarafta olmak üzere üç kısımdan ibaret ve on mermer sütun üzerine bina olunmuştu.