İskender Pala'nın dilinden deyimlerin hikayeleri
Anlatımı güzelleştirmek, savunulan fikir ve düşünceyi daha etkili kılmak üzere her dilde kalıplaşmış bazı sözler bulunur. Atasözleri, bilmece, tekerlemeler gibi… Bu tür kalıplaşmış sözler arasında, dilin bünyesinde en sık rastlanılanlar ise deyimlerdir. İşte İskender Pala'nın İki Dirhem Bir Çekirdek kitabından derlediğimiz deyimlerin hikâyeleri…
Giriş Tarihi: 17.12.2019
09:29
Güncelleme Tarihi: 18.07.2021
11:36
Çevremizde birilerinin el çabukluğunu, diğerlerinin gafletinden yararlanıp menfaat temin ettiğini, ustaca uygulanmış aşırma planlarını yahut en masum anlamıyla da becerikliliklerini gördükçe, o kişiler hakkında "Ha, o mu; gözden sürmeyi çeker alimallah" deriz. Bir insanın gözü açık iken, kirpiklerindeki sürmeyi çaldırması kendisi için ne kadar ahmakça görülürse, hırsız için de o derece ustalıklı (sanatının erbabı) olarak yorumlanır. Ama eğer bu göz o göz, bu sürme de o sürme ise! Şimdi şaşırmaya hazır olun.
Eskiden tersanelerde, gemi yapımında kullanılan keresteler belli zamanlarda fermanlar çıkartılarak Kastamonu, Bolu, Karamürsel, vb. orman arazilerinden tomruk olarak getirtilip tersanenin uygun depolarında stoklanır ve her yıl ağaç kesilmesine müsaade edilmezmiş. Hem fazla yer tuttukları, hem de işlemesi kolay olduğu için tomruklar geldikleri gibi saklanmaz, dilinir, biçilir ve ileride kemere, kasara ve omurga olmak üzere değişik ebatlarda kereste hâline getirilip öylece istiflenirmiş. Bu kerestelere, tersane ustalarının terminolojisinde "sürme" tabir edilir.
Sürmelerin tiplerine ve sınıflarına göre ayrılarak ayrı barakalara (depo) konulmasının, hem tersanede çalışanların işlerini kolaylaştırması, hem de mekândan tasarruf sağlaması bakımından önemi vardır. İşte bu barakalara da "göz" denilir. İki göz oda, üç göz hangar gibi.
Şimdi, gözden sürmenin nasıl çalındığını anlamışsınızdır herhalde. Ancak biz, ilâve edelim; eskiler bunun için "çalmak" değil, "çekmek" eylemini kullanmışlardır. Çünkü zamanla tersane gözlerine birer bekçi yahut nöbetçi konulmuş, buna rağmen usta hırsızlar, baraka duvarında açtıkları küçük deliklerden sürmeleri birer birer çekerek götürür olmuşlar. Zaten deyimin aslı "Gözden sürmeyi çekmek"tir. Gözden sürmeyi çalmak şekli herhalde görme uzvumuz olan göz ile alâkalı olmalıdır. Nitekim sürme (tutya, rimel) kullananlar, onu "göze" çekerler (göze sürme çekmek), "gözden" çekmezler (Gözden sürmeyi çekmek yerine çalmak deriz.).
Bugün, deyimin tersaneyle ilgili orijinali yerine bildiğimiz göz ve sürmeyle ilgili olan anlamı ön plandadır. İhtimal ki bu şekli, hırsızın maharetini daha güzel anlatır. Evliya Çelebi bu deyimi bir kat daha katmerlendirerek şöyle kullanır: "...bir adamdı ki sürmeden gözü, ağızdan sözü çalardı."
Giyim kuşamına özen göstermiş, şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık "iki dirhem bir çekirdek" sözü kullanılır.
Bu yakıştırma, ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır. Belki biliyorsunuz, bir okka bugünkü ölçülerle1283 gram tutar. Okkanın dört yüzde birine, dirhem adı verilirdi. Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.) Dirhem, daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar, dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam, 5 santigram karşılığıdır.
Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını, toplam iki dirhem ve bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere, iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar, mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.
AĞZINDAN BAKLAYI ÇIKARMAK
Türkçe'de bakla ile alakalı iki deyim vardır. Her ikisinde de illiyet, kurutulmuş baklanın zor ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir. Kurutulmuş baklanın ağza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun bir süreyi ilzam eder. Sır saklama ve dilini tutma konusunda kendisine itimat edilemeyen kişiler için "Ağzında bakla ıslanmaz" deyiminin kullanılması bu yüzdendir. Yani duyduğu bir sırrı hemen başkasına anlatır, demlenesiye kadar yahut bir baklanın ıslanacağı müddet kadar olsun beklemez demeye gelir. Baklayla ilgili diğer deyim, baklayı ağzından çıkarmaktır .
Deyim, içimizden geçtiği halde mekân ve zaman müsait olmadığı için nezaket veya siyaseten söyle(ye)mediğimiz şeyler için birisinin bizi ikazı zımnında "Çıkar ağzından (dilinin altından) baklayı" demesine işarettir. Deyimin hikâyesi şöyledir:
Vaktiyle, çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla, kendisine yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
— Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sen de küfretme isteğini hatırlayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa, cebinden çıkardığın yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.
Adam, şeyhin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince, onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve bir kız çocuğu başını uzatarak,
— Şeyh efendi, biraz durur musun, deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar, illa yağmur sicim gibi yağmaktadır. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve "Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz..." der.
Şeyh içinden "La havle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sırada, küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir: "Gidebilirsiniz artık!.."
Şeyh efendi merak eder ve sorar: "İyi de evladım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?"
Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa, piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.
Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine şeyh efendi Derviş der; çıkar ağzından baklayı!