İskender Pala'nın dilinden deyimlerin hikayeleri
Anlatımı güzelleştirmek, savunulan fikir ve düşünceyi daha etkili kılmak üzere her dilde kalıplaşmış bazı sözler bulunur. Atasözleri, bilmece, tekerlemeler gibi… Bu tür kalıplaşmış sözler arasında, dilin bünyesinde en sık rastlanılanlar ise deyimlerdir. İşte İskender Pala'nın İki Dirhem Bir Çekirdek kitabından derlediğimiz deyimlerin hikâyeleri…
Giriş Tarihi: 17.12.2019
09:29
Güncelleme Tarihi: 18.07.2021
11:36
Gizli kapaklı işler yapanlar hakkında söylenen dolap çevirmek deyimi, bize eski konak geleneğinin bir yadigârıdır. Kaç göç devirlerinde, zengin konaklarının erkekler kısmına selâmlık; kadınlar kısmına da harem (lik) denilirdi. Aile dışından kimseler geldiği vakit, kadın ile erkekler ayrı oturduklarından konağın harem ile selâmlığı arasındaki duvarda bulunan dolap devreye girer ve iki taraf arasındaki hizmetler böylece yürütülürdü.
Dolap, eksen etrafında dönen, silindir şeklinde bir aparattır. Raflar hâlinde düzenlenmiştir ve kadınlar tarafından raflara yerleştirilen yemekler, dolap çevrilerek erkekler kısmına geçer, oradan boşalan kaplar yine aynı usul ile alınırdı. Eski konakların çoğunda yemek servisi böyle yapılır, mahremiyet hissi de dolapların her vakit kullanılmasını zaruri kılardı.
Aşkın, her devrin en geçerli duygusu olduğuna şüphe yoktur. Konaklardaki halayıklar, arabacılar, bahçıvanlar, vs. ve aşçılar, hizmetçiler, yamaklar, dadılar, kalfalar arasında, fırsatını bulunca ilânıaşk için kırmızı gül demetleri, çiçekler, ipekli mendiller, lokumlar, lavantalar, vs. de bu dolaplara konularak karşı tarafa gönderilir, böylece konak sahibine sezdirmeden dolap çevrilmiş olurdu. Hüseyin Rahmi'nin romanlarında, heyecanlı örnekleri abartılarak anlatılan dolap çevirmelerden günümüze, bu deyim kalmıştır.
Eskiden birisi yanındakine,
— 'Ezan okundu mu?' dediğinde, eğer vakit çok yakın ise,
— Okunmadı ama (müezzinin) eli kulağında, dermiş.
Gerçekleşmesi pek yakın olan işler hakkında "(Henüz olmadı ama) eli kulağında!" deriz. Bu deyimin kaynağı Asr-ı Saadet'e, Bilal-i Habeşî'ye kadar uzanır. İslâmiyet yayılmaya başlayıp da Müslümanların sayısı artınca, namaz için onları bir araya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için de Habeşistanlı eski köle Hz. Bilal, bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medine'deki müşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz insanlar, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilal-i Habeşî ile alay ettirmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilal, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı. Bilâhare müezzinler, ellerini kulaklarına tıkamayı bir tür Bilal-i Habeşî sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular.
Çevremizde birilerinin el çabukluğunu, diğerlerinin gafletinden yararlanıp menfaat temin ettiğini, ustaca uygulanmış aşırma planlarını yahut en masum anlamıyla da becerikliliklerini gördükçe, o kişiler hakkında "Ha, o mu; gözden sürmeyi çeker alimallah" deriz. Bir insanın gözü açık iken, kirpiklerindeki sürmeyi çaldırması kendisi için ne kadar ahmakça görülürse, hırsız için de o derece ustalıklı (sanatının erbabı) olarak yorumlanır. Ama eğer bu göz o göz, bu sürme de o sürme ise! Şimdi şaşırmaya hazır olun.
Eskiden tersanelerde, gemi yapımında kullanılan keresteler belli zamanlarda fermanlar çıkartılarak Kastamonu, Bolu, Karamürsel, vb. orman arazilerinden tomruk olarak getirtilip tersanenin uygun depolarında stoklanır ve her yıl ağaç kesilmesine müsaade edilmezmiş. Hem fazla yer tuttukları, hem de işlemesi kolay olduğu için tomruklar geldikleri gibi saklanmaz, dilinir, biçilir ve ileride kemere, kasara ve omurga olmak üzere değişik ebatlarda kereste hâline getirilip öylece istiflenirmiş. Bu kerestelere, tersane ustalarının terminolojisinde "sürme" tabir edilir.
Sürmelerin tiplerine ve sınıflarına göre ayrılarak ayrı barakalara (depo) konulmasının, hem tersanede çalışanların işlerini kolaylaştırması, hem de mekândan tasarruf sağlaması bakımından önemi vardır. İşte bu barakalara da "göz" denilir. İki göz oda, üç göz hangar gibi.
Şimdi, gözden sürmenin nasıl çalındığını anlamışsınızdır herhalde. Ancak biz, ilâve edelim; eskiler bunun için "çalmak" değil, "çekmek" eylemini kullanmışlardır. Çünkü zamanla tersane gözlerine birer bekçi yahut nöbetçi konulmuş, buna rağmen usta hırsızlar, baraka duvarında açtıkları küçük deliklerden sürmeleri birer birer çekerek götürür olmuşlar. Zaten deyimin aslı "Gözden sürmeyi çekmek"tir. Gözden sürmeyi çalmak şekli herhalde görme uzvumuz olan göz ile alâkalı olmalıdır. Nitekim sürme (tutya, rimel) kullananlar, onu "göze" çekerler (göze sürme çekmek), "gözden" çekmezler (Gözden sürmeyi çekmek yerine çalmak deriz.).
Bugün, deyimin tersaneyle ilgili orijinali yerine bildiğimiz göz ve sürmeyle ilgili olan anlamı ön plandadır. İhtimal ki bu şekli, hırsızın maharetini daha güzel anlatır. Evliya Çelebi bu deyimi bir kat daha katmerlendirerek şöyle kullanır: "...bir adamdı ki sürmeden gözü, ağızdan sözü çalardı."
Giyim kuşamına özen göstermiş, şık ve süslü kıyafetleriyle dikkat çeken insanlar hakkında sık sık "iki dirhem bir çekirdek" sözü kullanılır.
Bu yakıştırma, ağırlık ölçüsü olarak okkanın kullanıldığı eski devirlerden kalmadır. Belki biliyorsunuz, bir okka bugünkü ölçülerle1283 gram tutar. Okkanın dört yüzde birine, dirhem adı verilirdi. Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.) Dirhem, daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar, dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam, 5 santigram karşılığıdır.
Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını, toplam iki dirhem ve bir çekirdek ağırlığa sahiptir. Bu durumda süslenmiş kimselere, iki dirhem bir çekirdek yakıştırmasında bulunanlar, mecaz yoluyla onlara altın demiş olurlar ki bizce pek zarif bir nüktedir.