Arama

Dursun Çiçek: "Ölüm hayata dair ve dâhildir"

Hızla akan bir çağın merkezinde yaşıyoruz. Bu hız çağında çoğu zaman etrafımızda olup biteni dahi fark edemiyoruz. Şehir, mekan, dağ, düşünce ve İslam düşüncesi üzerine yazdığı yazılar ve eserler ile tanıdığımız Dursun Çiçek ile insanın öte kavramı ile bağını, mekanı, şehir algımızı ve İslam düşüncesini merkeze alan geniş, kapsayıcı ve doyurucu bir röportaj gerçekleştirdik. Şöyle diyor Dursun Çiçek: "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz."

  • 10
  • 20

🔹 Bekir Salih Yaman:

Bu bağlamda Türk evi muhayyilesiyle "apartmanı" konuşmak istiyoruz. Yani daha çok bir Türk evi idealinden bugün yaşadığımız apartmanlara geçişimiz nasıl oldu ve neler kaybettik?

🔺 Dursun Çiçek:

Aslında olay sadece bir mekân kaybı değil. Yani bugün Türk şehri veya İslam şehri ile Batı şehri, modern veya İslam eviyle, Türk eviyle modern mukayesesi yapmadan önce tabii ki bunun bir öncesi var. Nazari bağlamınızı kaybettiğiniz zaman ameli bağlamınız zaten ortaya çıkmaz. Çünkü bizde nazari bağlamla ameli bağlam eş zamanlıdır, mesafesizdir. Bunları birbiriyle aynı aynileştiremediğimiz gibi birbirinden mutlak olarak ayıramayız da. Önemli bir şey burası. Bu manada biz nazariyatımızı kaybedince ameli bağlamımız da açık vermeye başladı. Nazariyat bir süre kendini sürdürdü ama ameli bağlamımız bir başka amelle dolmaya başladı. Yani neyi kastediyorum şöyle; siz artık evinizle bahçenizle, pazarınızla, mabedinizle ve şehrinizle bir hayat nizamı ve dünya tasavvuru oluşturamadığınız zaman bir örneklik oluşturamıyorsunuz demektir veya sizin de eş zamanlı olarak dünyanın başka bir yerinde, birileri bir dünya tasavvuru yani bir ev, bir şehir, bir mekân oluşturmuş ve kendilerini de bir hayat nizamında dünya tasavvuru oluşturmuşlarsa ve onlar amel, nazar bağlamındaki bağlamı kaybetmemişlerse onların ameli bağlamları önce sizin ameli bağlamanız olmaya başlar.

Daha sonra size ameli bağlam olan şey sizin nazariyatınızı da belirlemeye başlar. Neyi kastediyorum? Şunu kastediyorum: Özellikle 17. ve 18. yüzyılla birlikte nazari bağlamımızda veya ameli bağlamımızda, birtakım sıkıntılar yaşamaya başladık bu çok açık ve net. İşte bugün birilerinin şu sebepten, bu sebepten diye tarihten gerekçelerini aradığı tırnak içerisinde geri kalmışlık dediği, o kelimeleri pozitivist kelimeleri veyahut da modern Batı'nın bize dayattığı kelimeleri kullanarak kendi tarihini kurmaya çalışmak da yeni bir kurgu olduğu için biraz sakıncalıdır.

Ben öyle düşünmem fakat kendi bağlamımızda çok açık bir şekilde birtakım sıkıntılar olduğu gerçek, çok açık. Niye? Çünkü kendimizin dışındakileri bırakın, kendinize bile nazari ve ameli bağlamda bir şey öneremiyoruz. Bir dil öneremiyoruz, bir hayat nizamı ve bir dünya tasavvuru öneremiyoruz. Bu şu demek; yani biz artık kendi evimizi kuramıyoruz kendi şehrimizi kuramıyoruz anlamına geliyor bu. Çünkü sen kendi evini, kendi şehrini kurduğun zaman bir hayatın nizamı ve dünya tasavvuru olur ve başkalarını bunu önerebilirsin.

Öyleyse bizim temel problemimiz düşüncede ve zihniyette başlıyor. Yani zihniyetteki bu tutulma, zihniyetteki bu ray değişmesi veya bağlam değişmesi sen hakikati temsil etsen de başka tezahürlere yol açabiliyor. Yani seninle eş zamanlı olarak bir ve birden fazla hayat nizamları ve dünya tasavvurları, ev fikri olan mimari fikri olan sanat fikri olan şehir fikri olan başka tasavvurlar ortaya çıktığı zaman sen artık belirleyiciliğini sürdürebilmen için onları da hesaba katman veya onları da hesaba katarak kendini yenilemen gerekiyor. Tecdid dediğimiz şey, teceddüt dediğimiz şeyin de olması gerekiyor. Yani, tedeyyünün temeddün haline gelmesi aynı zamanda bir teceddütle de sürdürülmesi gerekiyor. Biz bunu 17-18 yüzyıl'a kadar götürüyoruz. (Rahmetli Necip Fazıl bunu Kanuni dönemine kadar götürür) Ama benim veya her okuyanın kendince farklı şemaları şablonları olabilir. Mesela İslam Düşünce Atlası'nı hazırlayan arkadaşlar "muhasebe dönemi" olarak nitelerler aslında bu kriz dönemini sıkıntılı dönemini...

Muhasebe dönemi derken de 1700'lü yıllarla başlayan ve bugüne kadar gelen süreçte Batı dünyasında yeni bir hayat nizam ve dünya tasavvuru doğuyor, yeni bir ev fikri ortaya çıkıyor. Bizim bugün sosyolojide çok iyi tanıdığımız Max Weber'in "Şehir" diye bir kitabı var mesela. Büyük bir sosyolog. Ondan sonra işte L. Mumford''un "Tarih Boyunca Kent" kitabını da baktığın zaman orada aslında Batı düşüncesindeki "Ev", "Zaman" ve "Mekan" fikrinin nasıl değişime ve dönüşüme uğradığını da rahatlıkla okuyabiliyorsunuz. Yani Kant'ta az önce zikrettiğimiz o nazari bağlam nasıl bir hafızaya sahipse bu şehir ve hayat tasavvurunda da eş zamanlı olarak devam ediyor.

  • 11
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Kant'ta az önce zikrettiğimiz o nazari bağlam nasıl bir hafızaya sahipse bu şehir ve hayat tasavvurunda da eş zamanlı olarak devam ediyor. Şöyle somutlaştırayım: Batı dünyasında Reform, Rönesans ve Aydınlanma diye bir süreçten bahsederiz. Bu aslında modernleşmenin de sekülerleşmenin de hafızası dediğimiz süreçtir. Bu dönemde ne oldu Batı dünyasında? Hatta Hümanizm dediğimiz süreçte bununla ilgilidir.

Öteden kopuşun zemini oluşturuldu. Hepimiz sloganvari olarak çok iştahla da kullanırız: "Düşünüyorum o halde varım". Hatta bugün de popüler olarak çok konuşulur insanın düşünmesi, düşünebilmesi, düşünmenin önemi mahiyetinde. Aristoteles'e atfedilen "İnsan düşünen bir canlıdır" sözünden yola çıkarak insan düşünmeye indirgenir. Descartes "Düşünüyorum o halde varım", yani var olmayla düşünce arasında bir irtibat kuruyor. Ama insanlar bunu idealleştiriyor, mutlaklaştırıyor. Biz düşünemediğimiz için geri kaldık, biz düşünemediğimiz için her şeyi yok ettik oluyor. Descartes'in şablonunu kendine giydirerek bu defa kendi tarihini Descartes'in şablonuna göre oluşturuyorsun.

Aslında ne yapıyorsun, kendi tarihini Descartes'in şablonuna göre yıkıyorsun. Oysaki insanın, sırf düşünen bir varlığa indirgenmesi -insan zaten düşünüyor onu biz biliyoruz ama- insanın sırf düşünen bir varlığa indirgenmesi 17. yüzyılda, Descartes ile başlayan bir hadise. Bunu mutlaklaştırdığı zaman (insan olarak düşünmesinin güzel bir şey olmasını) düşünme insanın zaafı, insanın hastalığı olmaya başlıyor. Hatta bir düşünce hastalığı ortaya çıkıyor. Bugün insanlar tartışıyorlar. İşte, "din düşündürmez, işte bilim düşündürmez ama felsefe ve sanat düşündürür." Burada kastedilen felsefe aydınlanmacı felsefedir. Kastedilen sanat da modern sanattır. Klasik felsefe ve sanat kastedilmez burada.

Klasik filozoflar düşünmüyor muydu? Kant'a göre aslında Aristoteles başta olmak üzere klasik filozoflar bir hurafeden/safsatadan söz eder. Klasik felsefeyi ve klasik metafiziği Kant hurafe, safsata, spekülasyon olarak görür. Dinleri de o şekilde niteler. Sadece kiliseye karşı değil klasik düşünceye de karşı. Öyleyse önce bu zemini bilmek gerekiyor. Descartes ile başlayan insanı özneleştiren, insanı mutlaklaştıran Tanrı fikri vardır orada ama Tanrı artık insan tarafından tırnak içinde kurulan bir varlık haline getiriliyor. Tanrı'nın isim ve sıfatlarını Tanrı değil insan belirliyor. Arkasından Newton'un Allah'ın kanunları dediği şey daha sonra tabiat kanunlarına dönüşüyor. Bakın, dikkat edin! "Allah'ın kanunlarını keşfediyorum ben" diyerek başlıyor sonra dönüşüyor, fizik yasalarına ve tabiat kanunlarına dönüşüyor. Arkasından David Hume'un nedenselliği eleştirisi… Nedensellik eleştirisinde bir şeyin bir şeyle ilişkisi zorunlu değildir diyerek müteâl olanı "gerçekliğin" dışına atıyor. Spinoza'nın içkin Tanrı anlayışı, Baumgarten'in sanat anlayışı, Leibniz'in monadlar teorisi, bütün bunların hiçbiri tesadüfi değil. Hepsi neticede öte fikrini öteliyor. Gerçi biz de o dönem yaşasak acaba onlar gibi mi olurduk, kilise olsaydı karşımızda? Çünkü karşıda bir kilise var. Bugün biz de bir takım yanlış tarikatlar, cemaatler, şeyhler, hocalar falan çıktığı zaman onlara tepki olarak aslında benzer tavırlar gösteriyoruz. Mesele araçsal olan tavırları mutlaklaştırmamak.

  • 12
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

O insanlar, insanı özneleştirerek her şeyi insanın kurmasının zeminini oluşturuyorlar. Bu insan artık sanatı, edebiyatı, mimariyi belirliyor. Dolayısıyla artık bu insana göre kuruluyor şehirler. Yani artık şehirler kilisenin hayat hafızası, dili, hayat nizamı ve tasavvuruna göre değil, artık Katolikliğe ve Ortodoksluğa göre değil, artık azizlerin menkıbelerine ve hikâyelerine göre değil; Descartes'in matematiğine, Spinoza'nın ahlakına, Baumgarten'in sanat anlayışına Newton'un fiziğine ve Kant'ın kurduğu rasyonaliteye göre kurulmaya başlıyor. Bizim tradisyonellerin söylediği kutsal mekânın yerine artık rasyonel mekanlar geliyor. Matematiksel ve fiziksel bağlamları öne çıkan mekanlar iktisadi ve ticari bağlamları öne çıkan mekanlar mutlaklaştırılıyor. Bunun bir de Adam Smith ile açıklanan iktisadi yönü de var.

Dolayısıyla burada bu mekân anlayışının, bu mimari anlayışın egemen olduğu hayat nizamı ve dünya tasavvuru bize baskın geldi. Baskın geliş ne ile olur sadece bunlarla olmaz. Sadece Nazari ve ameli düşüncenin güçlü olması neyi gerektirir, aynı zamanda bir siyaset gerektirir bu. Bir devlet politikası... Orada Kapitalizm diye iktisadi bir bağlam da var. Bunu da oraya koyduğun zaman özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile birlikte hem Osmanlı'nın zevali, imparatorlukların çökmesi. Ulus devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla birlikte modern felsefe, modern metafizik, modern hayat tasavvuru ve modern ameliye siyasi zeminini de bulunca evrenselleştirilmeye başlıyor.

Yani aslında Batı düşüncesinde burjuva dediğimiz bir avuç insanın beğenileri, zevkleri, yaşama biçimleri, şehir anlayışları, mekân anlayışları, bilim anlayışları evrenselleştirilerek mutlak iyi haline getirildi. Örneklemler üzerinden de işte Paris cennet gibi tasavvur edildi Londra cennet gibi tasavvur edildi. New York cennet gibi tasavvur edildi. Artık bildiğiniz anlamda klasik bahçeli evlerin yerine matematiksel ve fiziksel kurallarla ve yasalarla yapılan apartmanlar, gökdelenler, göğü delen yapılar balkonlu evler vesaire… aldı.

  • 13
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Bizim klasik evlerimizdeki eşik ve hayatın olmadığı birtakım evler artık tırnak içerisinde kendi içinde tanrısallığı olan, kendi içinde gücü olan, kendi içinde hiyerarşisi olan belli fizik ve matematik bağlamı olan apartmanlar veya modern şehirler, modern evler evrenselleştirildi. Ne ile evrenselleştirildi? Onların ameli bağlamı bizim nazari bağlamımızı da belirlediği için. Yani sen şimdi Descartes'e göre kendi düşünce tarihini, Kant'a göre kendi düşünce tarihini yenilmişlik ile yorumlamaya başladığında Gazali düşüncede bizi geri bıraktı. "Biz şöyleydik, biz böyleydik, biz geri kaldık, biz aslında şöyle olmalıydık" demeye başlayınca bu defa tarihinizi Aydınlanma düşüncesine göre yeniden inşa ettiğin zaman nazariyeni de ona göre inşa etmiş oluyorsun, kuruyorsun.

Bu defa hafızanı da silmiş oluyorsun. Artık senin bahçeli evin (Şehirlerin, köylerin, coğrafyan) sana o kadar ilkel gelmeye başlıyor ki… Fakat daha sonra ilginç bir şekilde ya Batı'ya gidiyorsun Allah Allah! Apartmanlar falan yapıyorlar ama ticari yerleri böyle yapıyorlar. İnsanların yaşadığı yerleri daha insani yapıyorlar. Bakıyorsun burjuva hala bahçeli, şato gibi kale gibi evlerde yaşıyor deyince bu defa yeniden kendi geçmişine dönerek nostalji yapmaya başlıyorsun. Ama bunu da yine onlardan esinlenerek yaptığı için kendi geçmişindeki bahçeli evleri yeniden aramaya başlıyorsun.

🔹 Bekir Salih Yaman:

Villa siteleri de böyle ortaya çıktı diyebilir miyiz?

🔺 Dursun Çiçek:

Konaklar dedikleri, siteler yine Batı etkisiyle kurgulanan yeni mekanlar. Dolayısıyla bizim evsizliğimiz, bugün bizim mekânsızlığımız sırf o yüksek binaların, yüksek apartmanların yapılması ile ilgili bir hadise değil. Bir nazariyatın aslında bizim tarihimizi, bizim hafızamızı ve bizim dilimizi yeniden kurması ve belirlemesi ile ilgili. Öyleyse biz bugün ne kadar Müslüman olduğumuzu ne kadar Türk olduğumuzu söylersek söyleyelim nazariyatımız olmadığı sürece Batı düşüncesinin nazariyatını evrensel düşünce kabul ettiğimiz sürece hala evlerimiz belki pencerelerini oval yapabiliriz, belki giriş kapılarını bizim Selçuklu kapısına benzetebiliriz vesaire ama kesinlikle ve kesinlikle onların mimarilerinin ötesinde bir şey yapamayız. Bir melezleşmeye yol açabiliriz, bir romantizm yapabiliriz, nostalji yapabiliriz. Kendi evimizi bugün kurabilmemiz mümkün mü? Bunun olabilmesi için bir nazariyatımızın olması lazım. Yani kendi hafızamız ve dilimiz olmadan olmaz. Daha doğrusu başkalarının hafızası ve diliyle kendi hayat nizamını ve dünya tasavvurunu kuramazsın. Önce sen kendi hafızanın ne olduğunu hatırlaman gerekiyor, hatırlayacaksın.

  • 14
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Rahmetli Akif Emre'nin "İzler ve Göstergeler" kavramından tam burada söz etmemiz gerekiyor. Rahmetli bu kavramları çok kullanırdı. İzler derken bakıyorsun işte bir kapı tokmağından, bir at nalından, bir türbeden, bir mezardan, bir kitabeden bir yerlere gidiyor. Yani bir afallıyorsun böyle. Diyor ki: "Nazariyatımızı, tarihi tecrübemizi oluşturmak için bugün bunun temel göstergeleri var." Hafızayı ne ile hatırlayacaksın? Bazı filmlerde olur ya pat diye hatırlar. Çocukken bir hafıza kaybı yaşadığım için bilirim… Hafızamın açılmasının sebebi üç tekerlekli bir bisikletti. Bir arkadaşla alındığında iyi bir kavga yapmıştık o bisiklet yüzünden. Bir gün bir bahçenin köşesinde gördüğümde hafızam normale dönmüş. Tabii ben bilmiyorum, normale döndüğünüzü bile hatırlayamıyorsunuz o durumlarda. Hafıza öyle enteresan bir şey ki hatırlama zemini oluşunca pat diye geliyor birden… Bizim bugün meselemiz böyle pat diye bir şeyin olması… Yani hatırlamayı gerektirecek o izler ve göstergeler mücessem bir şekilde hayatımızın içinde var. İstanbul bunun en önemli göstergesi. Ne kadar yıkarsak yıkalım, etrafını ne kadar modern gökdelenlerle kuşatırsa kuşatalım hala bizim ev anlayışımızın, çarşı anlayışımızın, mekân anlayışımızın, şehir anlayışımızın izleri ve göstergeleriyle dolu.

Dolayısıyla bizim onları dönüştürerek değil, önce onlardan nazariyatımızı kurmamız gerekiyor. Kendi hafızamızı hatırlamamız gerekiyor. Hafızanız olduğu zaman ancak bir diliniz olur. Dilinizi kurduğunuz zaman da nazariyatınızı oluşturursunuz. Bu manada ben karamsar değilim. Turgut Cansever, onun talebeleri… İsimlerini de keyifle zikrediyorum. Onlarla aynı dönemde yaşadığım çok mutlu oluyorum: Halil İbrahim Düzenli, Emin Selçuk Taşar, Mustafa Uğur Karadeniz, İbrahim Hakkı Yiğit, Yusuf Civelek, Suphi Saatçi Hoca, Celalettin Çelik… Onlarca insan ve daha ismini hatırlayamadığım bunların da talebesi onlarca insan, artık modern mimarinin dışında, modern sanatın dışında başka türlü bakabilmenin, başka türlü düşünebilmenin, başka türlü yaşayabilmenin imkanlarını sorguluyorlar.

Modern ev anlayışının, modern mimarinin, modern şehir anlayışının evrensel olmadığını konuşuyorlar. Bunu konuşmak artık hatırlama demektir. Bu hatırlama bir süre sonra tabii bu biraz zamanla alakalı bir şey. Böyle pat diye hatırlama gerçekleşir ama hafızanın oluşması, onun sürekliliğinin oluşması kolay değil. Bu zamanla ilgili bir şey. Ben bu konularda karamsar değilim. Dediğim gibi inşallah kaybettiğimiz evimizi yeniden kurabileceğiz, kaybettiğimiz şehrimizi o izler ve göstergelerden yola çıkarak tabii hamasetle değil nostalji ve romantizm ile değil, ciddi olarak çalışarak, bunun nazariyatını oluşturarak… Bir şeyin fıkhını oluşturmadan bir şeyin kelamını oluşturmadan bir şeyin irfanının idrakinde olmadan bir şeyin hikmetini ortaya koymadan bir şeyin matematiği, fiziğini, coğrafyasını oluşturamazsınız zaten mümkün değil. Bunlar hep o kadar iç içe ki… Ama bunlar olacak…

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN