Arama

Dursun Çiçek: "Ölüm hayata dair ve dâhildir"

Hızla akan bir çağın merkezinde yaşıyoruz. Bu hız çağında çoğu zaman etrafımızda olup biteni dahi fark edemiyoruz. Şehir, mekan, dağ, düşünce ve İslam düşüncesi üzerine yazdığı yazılar ve eserler ile tanıdığımız Dursun Çiçek ile insanın öte kavramı ile bağını, mekanı, şehir algımızı ve İslam düşüncesini merkeze alan geniş, kapsayıcı ve doyurucu bir röportaj gerçekleştirdik. Şöyle diyor Dursun Çiçek: "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz."

  • 12
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

O insanlar, insanı özneleştirerek her şeyi insanın kurmasının zeminini oluşturuyorlar. Bu insan artık sanatı, edebiyatı, mimariyi belirliyor. Dolayısıyla artık bu insana göre kuruluyor şehirler. Yani artık şehirler kilisenin hayat hafızası, dili, hayat nizamı ve tasavvuruna göre değil, artık Katolikliğe ve Ortodoksluğa göre değil, artık azizlerin menkıbelerine ve hikâyelerine göre değil; Descartes'in matematiğine, Spinoza'nın ahlakına, Baumgarten'in sanat anlayışına Newton'un fiziğine ve Kant'ın kurduğu rasyonaliteye göre kurulmaya başlıyor. Bizim tradisyonellerin söylediği kutsal mekânın yerine artık rasyonel mekanlar geliyor. Matematiksel ve fiziksel bağlamları öne çıkan mekanlar iktisadi ve ticari bağlamları öne çıkan mekanlar mutlaklaştırılıyor. Bunun bir de Adam Smith ile açıklanan iktisadi yönü de var.

Dolayısıyla burada bu mekân anlayışının, bu mimari anlayışın egemen olduğu hayat nizamı ve dünya tasavvuru bize baskın geldi. Baskın geliş ne ile olur sadece bunlarla olmaz. Sadece Nazari ve ameli düşüncenin güçlü olması neyi gerektirir, aynı zamanda bir siyaset gerektirir bu. Bir devlet politikası... Orada Kapitalizm diye iktisadi bir bağlam da var. Bunu da oraya koyduğun zaman özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile birlikte hem Osmanlı'nın zevali, imparatorlukların çökmesi. Ulus devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla birlikte modern felsefe, modern metafizik, modern hayat tasavvuru ve modern ameliye siyasi zeminini de bulunca evrenselleştirilmeye başlıyor.

Yani aslında Batı düşüncesinde burjuva dediğimiz bir avuç insanın beğenileri, zevkleri, yaşama biçimleri, şehir anlayışları, mekân anlayışları, bilim anlayışları evrenselleştirilerek mutlak iyi haline getirildi. Örneklemler üzerinden de işte Paris cennet gibi tasavvur edildi Londra cennet gibi tasavvur edildi. New York cennet gibi tasavvur edildi. Artık bildiğiniz anlamda klasik bahçeli evlerin yerine matematiksel ve fiziksel kurallarla ve yasalarla yapılan apartmanlar, gökdelenler, göğü delen yapılar balkonlu evler vesaire… aldı.

  • 13
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Bizim klasik evlerimizdeki eşik ve hayatın olmadığı birtakım evler artık tırnak içerisinde kendi içinde tanrısallığı olan, kendi içinde gücü olan, kendi içinde hiyerarşisi olan belli fizik ve matematik bağlamı olan apartmanlar veya modern şehirler, modern evler evrenselleştirildi. Ne ile evrenselleştirildi? Onların ameli bağlamı bizim nazari bağlamımızı da belirlediği için. Yani sen şimdi Descartes'e göre kendi düşünce tarihini, Kant'a göre kendi düşünce tarihini yenilmişlik ile yorumlamaya başladığında Gazali düşüncede bizi geri bıraktı. "Biz şöyleydik, biz böyleydik, biz geri kaldık, biz aslında şöyle olmalıydık" demeye başlayınca bu defa tarihinizi Aydınlanma düşüncesine göre yeniden inşa ettiğin zaman nazariyeni de ona göre inşa etmiş oluyorsun, kuruyorsun.

Bu defa hafızanı da silmiş oluyorsun. Artık senin bahçeli evin (Şehirlerin, köylerin, coğrafyan) sana o kadar ilkel gelmeye başlıyor ki… Fakat daha sonra ilginç bir şekilde ya Batı'ya gidiyorsun Allah Allah! Apartmanlar falan yapıyorlar ama ticari yerleri böyle yapıyorlar. İnsanların yaşadığı yerleri daha insani yapıyorlar. Bakıyorsun burjuva hala bahçeli, şato gibi kale gibi evlerde yaşıyor deyince bu defa yeniden kendi geçmişine dönerek nostalji yapmaya başlıyorsun. Ama bunu da yine onlardan esinlenerek yaptığı için kendi geçmişindeki bahçeli evleri yeniden aramaya başlıyorsun.

🔹 Bekir Salih Yaman:

Villa siteleri de böyle ortaya çıktı diyebilir miyiz?

🔺 Dursun Çiçek:

Konaklar dedikleri, siteler yine Batı etkisiyle kurgulanan yeni mekanlar. Dolayısıyla bizim evsizliğimiz, bugün bizim mekânsızlığımız sırf o yüksek binaların, yüksek apartmanların yapılması ile ilgili bir hadise değil. Bir nazariyatın aslında bizim tarihimizi, bizim hafızamızı ve bizim dilimizi yeniden kurması ve belirlemesi ile ilgili. Öyleyse biz bugün ne kadar Müslüman olduğumuzu ne kadar Türk olduğumuzu söylersek söyleyelim nazariyatımız olmadığı sürece Batı düşüncesinin nazariyatını evrensel düşünce kabul ettiğimiz sürece hala evlerimiz belki pencerelerini oval yapabiliriz, belki giriş kapılarını bizim Selçuklu kapısına benzetebiliriz vesaire ama kesinlikle ve kesinlikle onların mimarilerinin ötesinde bir şey yapamayız. Bir melezleşmeye yol açabiliriz, bir romantizm yapabiliriz, nostalji yapabiliriz. Kendi evimizi bugün kurabilmemiz mümkün mü? Bunun olabilmesi için bir nazariyatımızın olması lazım. Yani kendi hafızamız ve dilimiz olmadan olmaz. Daha doğrusu başkalarının hafızası ve diliyle kendi hayat nizamını ve dünya tasavvurunu kuramazsın. Önce sen kendi hafızanın ne olduğunu hatırlaman gerekiyor, hatırlayacaksın.

  • 14
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Rahmetli Akif Emre'nin "İzler ve Göstergeler" kavramından tam burada söz etmemiz gerekiyor. Rahmetli bu kavramları çok kullanırdı. İzler derken bakıyorsun işte bir kapı tokmağından, bir at nalından, bir türbeden, bir mezardan, bir kitabeden bir yerlere gidiyor. Yani bir afallıyorsun böyle. Diyor ki: "Nazariyatımızı, tarihi tecrübemizi oluşturmak için bugün bunun temel göstergeleri var." Hafızayı ne ile hatırlayacaksın? Bazı filmlerde olur ya pat diye hatırlar. Çocukken bir hafıza kaybı yaşadığım için bilirim… Hafızamın açılmasının sebebi üç tekerlekli bir bisikletti. Bir arkadaşla alındığında iyi bir kavga yapmıştık o bisiklet yüzünden. Bir gün bir bahçenin köşesinde gördüğümde hafızam normale dönmüş. Tabii ben bilmiyorum, normale döndüğünüzü bile hatırlayamıyorsunuz o durumlarda. Hafıza öyle enteresan bir şey ki hatırlama zemini oluşunca pat diye geliyor birden… Bizim bugün meselemiz böyle pat diye bir şeyin olması… Yani hatırlamayı gerektirecek o izler ve göstergeler mücessem bir şekilde hayatımızın içinde var. İstanbul bunun en önemli göstergesi. Ne kadar yıkarsak yıkalım, etrafını ne kadar modern gökdelenlerle kuşatırsa kuşatalım hala bizim ev anlayışımızın, çarşı anlayışımızın, mekân anlayışımızın, şehir anlayışımızın izleri ve göstergeleriyle dolu.

Dolayısıyla bizim onları dönüştürerek değil, önce onlardan nazariyatımızı kurmamız gerekiyor. Kendi hafızamızı hatırlamamız gerekiyor. Hafızanız olduğu zaman ancak bir diliniz olur. Dilinizi kurduğunuz zaman da nazariyatınızı oluşturursunuz. Bu manada ben karamsar değilim. Turgut Cansever, onun talebeleri… İsimlerini de keyifle zikrediyorum. Onlarla aynı dönemde yaşadığım çok mutlu oluyorum: Halil İbrahim Düzenli, Emin Selçuk Taşar, Mustafa Uğur Karadeniz, İbrahim Hakkı Yiğit, Yusuf Civelek, Suphi Saatçi Hoca, Celalettin Çelik… Onlarca insan ve daha ismini hatırlayamadığım bunların da talebesi onlarca insan, artık modern mimarinin dışında, modern sanatın dışında başka türlü bakabilmenin, başka türlü düşünebilmenin, başka türlü yaşayabilmenin imkanlarını sorguluyorlar.

Modern ev anlayışının, modern mimarinin, modern şehir anlayışının evrensel olmadığını konuşuyorlar. Bunu konuşmak artık hatırlama demektir. Bu hatırlama bir süre sonra tabii bu biraz zamanla alakalı bir şey. Böyle pat diye hatırlama gerçekleşir ama hafızanın oluşması, onun sürekliliğinin oluşması kolay değil. Bu zamanla ilgili bir şey. Ben bu konularda karamsar değilim. Dediğim gibi inşallah kaybettiğimiz evimizi yeniden kurabileceğiz, kaybettiğimiz şehrimizi o izler ve göstergelerden yola çıkarak tabii hamasetle değil nostalji ve romantizm ile değil, ciddi olarak çalışarak, bunun nazariyatını oluşturarak… Bir şeyin fıkhını oluşturmadan bir şeyin kelamını oluşturmadan bir şeyin irfanının idrakinde olmadan bir şeyin hikmetini ortaya koymadan bir şeyin matematiği, fiziğini, coğrafyasını oluşturamazsınız zaten mümkün değil. Bunlar hep o kadar iç içe ki… Ama bunlar olacak…

  • 15
  • 20

🔹 Bekir Salih Yaman:

Kitabı özellikle Turgut Cansever'in aziz hatırasına ithaf ediyorsunuz. "Mekânı hayata katmak yazınızda ise "Turgut Cansever İslam düşüncesini mekân ve mimari üzerinden okuyan, anlayan ve anlatan bir mütefekkirdir" diyerek Cansever'e dair çok ciddi bir tespit yapıyorsunuz. Burada bir mimar olarak anmak yerine neden bir İslam düşünürü olarak alıyorsunuz?

🔺 Dursun Çiçek:

Benim için Mimar Sinan sırf bir mühendis, matematikçi ve mimar değil bunlarla birlikte büyük bir âlimdir. Yunus Emre işte sırf şair (gerçi bugün bizim genç ergenlerimiz onun şairliğini de tartışıyorlar) deniyor. Hayır, Yunus Emre bir âlimdir, müderristir. Şundan gocunmayalım, âlim kategorisi dünya düşüncesine Müslümanların bir hediyesidir. Âlim kategorisi çok çok önemlidir. Onun için biz İbn Sina'ya da âlim deriz, Gazali'ye de âlim deriz, Evliya Çelebi, İbn Battuta'ya da alim deriz. Bunlar (son ikisi) bizim Marco Polo'ya indirgeyeceğimiz insanlar değil.

Büyük âlimler bu insanlar aynı zamanda. Bir inancı ete kemiğe büründüren insanlar. Şimdi Süleymaniye'ye bakın şöyle. Uzaktan bakın, kıyıdan bakın, yandan bakın, nereden bakarsanız bakın. İstanbul'da yaşıyorsunuz, İstanbul'a bakın. Bütün camilerinde bir Mimar Sinan eseri var.

  • 16
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Bir şehrin mabetlerini bir insan yapıyor. Bu insanı siz sırf bir mühendis veya matematik kadrosuna indirgeyemezsiniz. Bu adamda öyle bir idrak, öyle bir şuur, öyle bir nazari bağlam olacak ki bunu düşünebilecek de yapabilecek. Bu bizde yekparedir. "Bizim âlimimiz nazari ve ameli bağlamı kendinde birleştirir" derken bunu kastediyorum. Batı düşüncesinde böyle olmak zorunda değil. Biri nazari bağlamını biri ameli bağlamını ortaya koyar. Her şeyi bilmek zorunda değilsin. Ama biz de öyle değil. Bizim klasik geleneğimizde bu insanlar böyle. Özellikle de nazariyatı baskın olan insanlarımıza biz alim demek zorundayız. Bu manada Turgut Cansever gerçekten alim, mütefekkir bir insan. Çünkü bir Fıkh-ı Ekber'in İmam-ı Azam'ın bizim adı üstünde kelamımızın, İslam Kelamı'nın ana, kurucu metinlerinden birinin, bir Fususü'l Hikem'in, bir İmam-ı Gazali'nin Mişkatü'l Envar'ının medine/şehir anlayışımıza nasıl yansıması gerektiğini tartışıyor. Şimdi bu adama âlim değil de ne diyeceksin?

Bir inancın, bir tevhid ilkesinin nasıl şehirde ete kemiğe büründüğünü, evde ete kemiğe büründüğünü söylüyor. Bunu ancak bir âlim fark eder veya bunu ancak bir âlim konuşabilir. Onun için bizim tabi ki teknisyenlere ihtiyacımız var fakat birinci derecede biz hangi çağda yaşarsak yaşayalım âlim kategorisini yabana atmamamız lazım. Ve özellikle kurucu insanların ve kurucu metinlerin ortaya çıktığı dönemlerin nasıl olduğunu iyi düşünür ve iyi bilirsek Turgut Cansever'in nasıl bir şey yaptığını da çok daha iyi anlarız.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN