Arama

Dursun Çiçek: "Ölüm hayata dair ve dâhildir"

Hızla akan bir çağın merkezinde yaşıyoruz. Bu hız çağında çoğu zaman etrafımızda olup biteni dahi fark edemiyoruz. Şehir, mekan, dağ, düşünce ve İslam düşüncesi üzerine yazdığı yazılar ve eserler ile tanıdığımız Dursun Çiçek ile insanın öte kavramı ile bağını, mekanı, şehir algımızı ve İslam düşüncesini merkeze alan geniş, kapsayıcı ve doyurucu bir röportaj gerçekleştirdik. Şöyle diyor Dursun Çiçek: "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz."

  • 14
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Rahmetli Akif Emre'nin "İzler ve Göstergeler" kavramından tam burada söz etmemiz gerekiyor. Rahmetli bu kavramları çok kullanırdı. İzler derken bakıyorsun işte bir kapı tokmağından, bir at nalından, bir türbeden, bir mezardan, bir kitabeden bir yerlere gidiyor. Yani bir afallıyorsun böyle. Diyor ki: "Nazariyatımızı, tarihi tecrübemizi oluşturmak için bugün bunun temel göstergeleri var." Hafızayı ne ile hatırlayacaksın? Bazı filmlerde olur ya pat diye hatırlar. Çocukken bir hafıza kaybı yaşadığım için bilirim… Hafızamın açılmasının sebebi üç tekerlekli bir bisikletti. Bir arkadaşla alındığında iyi bir kavga yapmıştık o bisiklet yüzünden. Bir gün bir bahçenin köşesinde gördüğümde hafızam normale dönmüş. Tabii ben bilmiyorum, normale döndüğünüzü bile hatırlayamıyorsunuz o durumlarda. Hafıza öyle enteresan bir şey ki hatırlama zemini oluşunca pat diye geliyor birden… Bizim bugün meselemiz böyle pat diye bir şeyin olması… Yani hatırlamayı gerektirecek o izler ve göstergeler mücessem bir şekilde hayatımızın içinde var. İstanbul bunun en önemli göstergesi. Ne kadar yıkarsak yıkalım, etrafını ne kadar modern gökdelenlerle kuşatırsa kuşatalım hala bizim ev anlayışımızın, çarşı anlayışımızın, mekân anlayışımızın, şehir anlayışımızın izleri ve göstergeleriyle dolu.

Dolayısıyla bizim onları dönüştürerek değil, önce onlardan nazariyatımızı kurmamız gerekiyor. Kendi hafızamızı hatırlamamız gerekiyor. Hafızanız olduğu zaman ancak bir diliniz olur. Dilinizi kurduğunuz zaman da nazariyatınızı oluşturursunuz. Bu manada ben karamsar değilim. Turgut Cansever, onun talebeleri… İsimlerini de keyifle zikrediyorum. Onlarla aynı dönemde yaşadığım çok mutlu oluyorum: Halil İbrahim Düzenli, Emin Selçuk Taşar, Mustafa Uğur Karadeniz, İbrahim Hakkı Yiğit, Yusuf Civelek, Suphi Saatçi Hoca, Celalettin Çelik… Onlarca insan ve daha ismini hatırlayamadığım bunların da talebesi onlarca insan, artık modern mimarinin dışında, modern sanatın dışında başka türlü bakabilmenin, başka türlü düşünebilmenin, başka türlü yaşayabilmenin imkanlarını sorguluyorlar.

Modern ev anlayışının, modern mimarinin, modern şehir anlayışının evrensel olmadığını konuşuyorlar. Bunu konuşmak artık hatırlama demektir. Bu hatırlama bir süre sonra tabii bu biraz zamanla alakalı bir şey. Böyle pat diye hatırlama gerçekleşir ama hafızanın oluşması, onun sürekliliğinin oluşması kolay değil. Bu zamanla ilgili bir şey. Ben bu konularda karamsar değilim. Dediğim gibi inşallah kaybettiğimiz evimizi yeniden kurabileceğiz, kaybettiğimiz şehrimizi o izler ve göstergelerden yola çıkarak tabii hamasetle değil nostalji ve romantizm ile değil, ciddi olarak çalışarak, bunun nazariyatını oluşturarak… Bir şeyin fıkhını oluşturmadan bir şeyin kelamını oluşturmadan bir şeyin irfanının idrakinde olmadan bir şeyin hikmetini ortaya koymadan bir şeyin matematiği, fiziğini, coğrafyasını oluşturamazsınız zaten mümkün değil. Bunlar hep o kadar iç içe ki… Ama bunlar olacak…

  • 15
  • 20

🔹 Bekir Salih Yaman:

Kitabı özellikle Turgut Cansever'in aziz hatırasına ithaf ediyorsunuz. "Mekânı hayata katmak yazınızda ise "Turgut Cansever İslam düşüncesini mekân ve mimari üzerinden okuyan, anlayan ve anlatan bir mütefekkirdir" diyerek Cansever'e dair çok ciddi bir tespit yapıyorsunuz. Burada bir mimar olarak anmak yerine neden bir İslam düşünürü olarak alıyorsunuz?

🔺 Dursun Çiçek:

Benim için Mimar Sinan sırf bir mühendis, matematikçi ve mimar değil bunlarla birlikte büyük bir âlimdir. Yunus Emre işte sırf şair (gerçi bugün bizim genç ergenlerimiz onun şairliğini de tartışıyorlar) deniyor. Hayır, Yunus Emre bir âlimdir, müderristir. Şundan gocunmayalım, âlim kategorisi dünya düşüncesine Müslümanların bir hediyesidir. Âlim kategorisi çok çok önemlidir. Onun için biz İbn Sina'ya da âlim deriz, Gazali'ye de âlim deriz, Evliya Çelebi, İbn Battuta'ya da alim deriz. Bunlar (son ikisi) bizim Marco Polo'ya indirgeyeceğimiz insanlar değil.

Büyük âlimler bu insanlar aynı zamanda. Bir inancı ete kemiğe büründüren insanlar. Şimdi Süleymaniye'ye bakın şöyle. Uzaktan bakın, kıyıdan bakın, yandan bakın, nereden bakarsanız bakın. İstanbul'da yaşıyorsunuz, İstanbul'a bakın. Bütün camilerinde bir Mimar Sinan eseri var.

  • 16
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Bir şehrin mabetlerini bir insan yapıyor. Bu insanı siz sırf bir mühendis veya matematik kadrosuna indirgeyemezsiniz. Bu adamda öyle bir idrak, öyle bir şuur, öyle bir nazari bağlam olacak ki bunu düşünebilecek de yapabilecek. Bu bizde yekparedir. "Bizim âlimimiz nazari ve ameli bağlamı kendinde birleştirir" derken bunu kastediyorum. Batı düşüncesinde böyle olmak zorunda değil. Biri nazari bağlamını biri ameli bağlamını ortaya koyar. Her şeyi bilmek zorunda değilsin. Ama biz de öyle değil. Bizim klasik geleneğimizde bu insanlar böyle. Özellikle de nazariyatı baskın olan insanlarımıza biz alim demek zorundayız. Bu manada Turgut Cansever gerçekten alim, mütefekkir bir insan. Çünkü bir Fıkh-ı Ekber'in İmam-ı Azam'ın bizim adı üstünde kelamımızın, İslam Kelamı'nın ana, kurucu metinlerinden birinin, bir Fususü'l Hikem'in, bir İmam-ı Gazali'nin Mişkatü'l Envar'ının medine/şehir anlayışımıza nasıl yansıması gerektiğini tartışıyor. Şimdi bu adama âlim değil de ne diyeceksin?

Bir inancın, bir tevhid ilkesinin nasıl şehirde ete kemiğe büründüğünü, evde ete kemiğe büründüğünü söylüyor. Bunu ancak bir âlim fark eder veya bunu ancak bir âlim konuşabilir. Onun için bizim tabi ki teknisyenlere ihtiyacımız var fakat birinci derecede biz hangi çağda yaşarsak yaşayalım âlim kategorisini yabana atmamamız lazım. Ve özellikle kurucu insanların ve kurucu metinlerin ortaya çıktığı dönemlerin nasıl olduğunu iyi düşünür ve iyi bilirsek Turgut Cansever'in nasıl bir şey yaptığını da çok daha iyi anlarız.

  • 17
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Belki bir elli yıl sonra onun talebeleri veyahut da ondan esinlenen insanların yeni şehir anlayışlarını, yeni mekân anlayışlarını kurduklarında o zaman "Bak işte Turgut Cansever diye bir büyük Mimar büyük bir âlim böyle düşünmüş ve insanlar da bunu ameli bağlama aktarmışlar" diyeceksiniz. Memleketimden Kırşehir'den de örnek vereyim. Bizim arkadaşların, Cansever'in talebeleri, İbrahim Hakkı ve arkadaşları yanılmıyorsam, Kırşehir'de Ahi Evran Külliyesi'ni yapmışlar.

Halil İbrahim Düzenli ile bir gün telefonda konuşurken dedi ki: "Ağabey gittiğinde bir gezmeni istiyorum. Hep Ahi Evran Camii'ni çekiyorsun, etrafını çekmiyorsun. Lütfen senin gözünle bir gez oraları, bir bak bizim arkadaşların yahtıklarına" dedi. Hafızanla bir bak dilin ile tabir et diyor bana. Hakikaten gittim, yemin ederim o kadar mutlu oldum ki! Bakın bir romantizm yapmamışlar, bir nostaljiye düşmemişler. Yani pencereyi şunu şöyle yapalım değil. Bir medresenin, hanın, bir klasik Cami etrafındaki bugün yapacağımız bir mimarinin nasıl yapılacağının örneğini göstermişler. Süreklilik dediğimiz hadise bu. Bir imkânı tartışıyorlar, bir imkânı mekân haline getiriyorlar. Bakın mekânı imkânsızlaştırmıyorlar. Ama siz tutup Süleymaniye'nin aynısını yapmaya kalktığınız zaman mekânı imkânsızlaştırırsınız.

Buna gerek yok. Siz imkânı mekânlaştırın ki daha sonra o mekânı dönüştürebilesiniz. Süleymaniye'nin etrafındaki tenekecileri, kâğıtçıları, atölyeleri o insanların ekmeğiyle oynamadan oradan bir yere taşıyıp oraları Süleymaniye Mahallesi haline, o camiye giden insanların mahallesi haline getiremediğiniz zaman Süleymaniye orada sadece turistik bir figürdür. Turistlerin geldiği, selfie yaptığı, fotoğraf çektiği bir mekândır.

  • 18
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Bugün Süleymaniye bizim nazariyatımızın bizim geleneğimizin mekânı değil ki! Mesela bakın basit anlamda bir örnekle anlatayım. Süleymaniye'ye gittiğinizde selfie çeken insan mı, fotoğraf çeken insan mı yoksa namaz kılan insan mı çok dediğiniz zaman benim dediğimi çok iyi anlarsınız. Onun da ötesinde özellikle rahmetli Turgut Cansever de rahmetli Akif Emre de bununla çok uğraştı. Süleymaniye'yi Süleymaniye yapan oradaki insandır. Etrafındaki mahalle yok edildi. Yani hayatı ve eşiği yok edildi Süleymaniye'nin… Süleymaniye mekân kılan aynı zamanda oradaki evlerdir, oradaki çarşılardır, oradaki medreselerdir.

Siz oradaki medreseleri kafe yaparsanız, oradaki çarşıları birtakım bizim klasik bildiğimiz anlamında çarşı olmak yerine kâğıtçıların, hurdacıların yeri olarak nitelerseniz olmaz. Çünkü şehrin sembolüdür o. Oradaki o hurdacıların, kâğıtçıların ekmeğiyle oynamadan onları mağdur etmeden onlara şehirde ekmeklerini daha güzel kazanacakları yerlere taşıyarak orayı yeniden asli haline yani mekân haline getirirsiniz. Yoksa şu haliyle oralar bir mekân değil!

Bir de gittikçe bizim mekânlarımız hayatsızlaştırılıyor. Ne haline getiriliyor? Turistik bakış açısıyla görüntü haline getiriliyor. Görüntü haline getirilen mekân hayatsız mekândır. Hayatlı mekânda siz ancak bir dini yaşarsınız. Din dediğimiz de zaten hayatla doğumla ölüm arasındaki yaşamımızdır, hayatımızdır. Hayat dediğimiz şeydir. Din hayat derken de bunu kastediyoruz. Dolayısıyla dini ve hayatı o mekânda göremediğimiz sürece yaşayamadığımız sürece orası mekân haline gelmez. Bugün bu manada hayatsız mekânlarımız var.

Ortaköy'de son dönemde barok camilerimize örnek olarak gösterelim Büyük Mecidiye Cami var. Bakın günde herhalde belki de iki yüz bin, üç yüz bin fotoğraf çektiriliyor önünde. Bu cami artık bir cami değil orada bir fondur, bir görüntüdür. Bakın görüntü derken ben o görünen-görüntü ayrımını bunun için yapıyorum. Görüntü insanın ihtiyaçları doğrultusunda üretilen aksesuardır ve geçici bir şeydir. Hatıra başka bir şey. Camiye gider, ibadetinizi yaparsınız ve bir hatıra olsun diye de o caminin önünde bir poz verir, bir hatıra saklarsınız.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN