Arama

Dursun Çiçek: "Ölüm hayata dair ve dâhildir"

Hızla akan bir çağın merkezinde yaşıyoruz. Bu hız çağında çoğu zaman etrafımızda olup biteni dahi fark edemiyoruz. Şehir, mekan, dağ, düşünce ve İslam düşüncesi üzerine yazdığı yazılar ve eserler ile tanıdığımız Dursun Çiçek ile insanın öte kavramı ile bağını, mekanı, şehir algımızı ve İslam düşüncesini merkeze alan geniş, kapsayıcı ve doyurucu bir röportaj gerçekleştirdik. Şöyle diyor Dursun Çiçek: "Tek başına kalmamak için yalnızlığa tutunuyoruz."

🔺 Dursun Çiçek:

İşte bu yalnızlık risalet ile, vahiyle gideriliyor ve bir anlamda Hz. Peygamberimizin (SAV) bu örnekliğine bakarak, aslında bugün aynı şey Medine için de geçerli. Akabe biatları Sevr mağarasındaki Hz. Ebubekir (RA) ile olan o duruş, o Hicret süreci dikkatli bir şekilde değerlendirilirse Medine'nin de nasıl kurulduğu, fıkhın oradan nasıl tahakkuk ettiği anlamın nasıl tahakkuk ettiği neden fıkıh ayetlerinin ahkamla ilgili ayetlerin orada nazil olmaya başladığı çok daha iyi anlaşılır. Çünkü ete kemiğe bürünme dediğimiz şey yer tutmayla, mekân kurmayla ilgili bir şey ve tekbaşınalık orada ortadan kalkıyor.

Yabancılaşma bir manada artık senin tırnak içinde kurucu unsur olmanla birlikte bertaraf oluyor. Yalnızlıkla tekbaşınalığı bertaraf etme nasıl olur? Eşini bulmakla tekbaşınalığı bertaraf edersin. Dolayısıyla burada o yalnızlığı bugünkü hayatımızda da işte içinde bulunduğumuz şehirlerde aslında bal gibi yaşıyoruz.

Bugün bırakın bizi, Aydınlanma düşüncesi veya modern düşüncenin büyük insanlarına bile baktığınız zaman ister Schopenhauer'a bakın ister Nietzsche'ye bakın hatta Kant bile ölümüne yakın dönemlerde insanın fazla mekanikleşmesinden yakınmaya başlıyor. Biz bir anlamda -benim tabirim tabi bu- ya diyor biz ne yaptık işte insanı fazla makineleştirdik, insanı fazla mekanikleştirdik, diyor. İnsan yalnızlaşıyor ve tek başınalığa doğru gidiyor. Bireyselleşme dediğimiz şey bir ferdiyet değil. Yalnızlıkta bireyselleşmenin farkı tam olarak orada.

🔺 Dursun Çiçek:

Bizde ferdiyet asla yalnızlaşma değildir. Şu anda benim ferdiyetim olmasa senin ferdiyetin olmasa biz burada konuşamayız. Ferdiyetler birbiriyle irtibat içinde ferdiyeti gerçekleştirir ama bireyselleşme, Batı bireyselleşmesinde korkunç bir şekilde tek başına doğru gidiş vard. Zemini yok çünkü öte ile ilgili bir zemin olmadığı zaman sadece dünyevi çıkarlar üzerine kurulu bir bireyselleşme ortaya çıkar. Burada da güç hiyerarşisi olur. Bizdeki gibi bir bağlam söz konusu değil. Dolayısıyla burada belki şuna da değinmek lazım; kendi eşini bulma, kendi hakikatini bulma, kendi anlamını bulma hep iç içe. Medine'nin bu manada artık bir medeniyete dönüşmesi bir hayat nizamına bir dünya görüşüne bir dünya tasavvuruna dönüşmesi okunduğu zaman bu defa artık sizin dışınızdaki yalnızlara da bir nefes olabiliyorsunuz.

Yalnızlaşarak tek başına kalmamak için kendinizi arındırdınız bu arınmada kurucu nazari bağlamanızı belirlediniz, şehrinizi kurdunuz ve daha sonra bu şehir aslında sizinle ibaret kalmadı. Sizin dışınızdakilerle sizin ötelerinizdekilere de bir örneklik teşkil etmeye başladı. Yani vahiy, risalet eliyle hayata dönüştü. Sünnet ve âlimlerin tevil ve tabirleri ile bir hayat nizamına ve dünya tasavvuruna dönüştü ve dolayısıyla İslam niye 12. 13. yüzyıla geldiğinde fıkhıyla, kelamıyla, irfanıyla, matematiğiyle coğrafyasıyla bütün ilimleriyle tüm dünya tarafından benimsenen, dikkate alınan bir düşünme biçimi bir dünya tasavvuru olmaya başladı tamamen bununla ilgili.

Dolayısıyla, siz şehir kurarken sadece matematiksel ve fiziksel bir mekân kurmuyorsunuz aynı zamanda bir nazari düşünceyi taşıyan bir hayat nizamını dünya tasavvurunu taşıyan bir dili taşıyan bir hafızayı taşıyan bir mekânı da kurmuş oluyorsunuz. Öyleyse, yalnızlığı bu manada küçümsemememiz gerekiyor. Yalnız kalmak, nazari bağlama yeniden insanın kendi şahsında yaşaması bir anlamda diline hafızasına sığınması demek. Diliniz ve hafızanız varsa yalnız değilsiniz zaten ama tek başınalık aynı zamanda dilsiz ve hafızası olmak demektir, sadece mekânsız olmak demek değil.

  • 10
  • 20

🔹 Bekir Salih Yaman:

Bu bağlamda Türk evi muhayyilesiyle "apartmanı" konuşmak istiyoruz. Yani daha çok bir Türk evi idealinden bugün yaşadığımız apartmanlara geçişimiz nasıl oldu ve neler kaybettik?

🔺 Dursun Çiçek:

Aslında olay sadece bir mekân kaybı değil. Yani bugün Türk şehri veya İslam şehri ile Batı şehri, modern veya İslam eviyle, Türk eviyle modern mukayesesi yapmadan önce tabii ki bunun bir öncesi var. Nazari bağlamınızı kaybettiğiniz zaman ameli bağlamınız zaten ortaya çıkmaz. Çünkü bizde nazari bağlamla ameli bağlam eş zamanlıdır, mesafesizdir. Bunları birbiriyle aynı aynileştiremediğimiz gibi birbirinden mutlak olarak ayıramayız da. Önemli bir şey burası. Bu manada biz nazariyatımızı kaybedince ameli bağlamımız da açık vermeye başladı. Nazariyat bir süre kendini sürdürdü ama ameli bağlamımız bir başka amelle dolmaya başladı. Yani neyi kastediyorum şöyle; siz artık evinizle bahçenizle, pazarınızla, mabedinizle ve şehrinizle bir hayat nizamı ve dünya tasavvuru oluşturamadığınız zaman bir örneklik oluşturamıyorsunuz demektir veya sizin de eş zamanlı olarak dünyanın başka bir yerinde, birileri bir dünya tasavvuru yani bir ev, bir şehir, bir mekân oluşturmuş ve kendilerini de bir hayat nizamında dünya tasavvuru oluşturmuşlarsa ve onlar amel, nazar bağlamındaki bağlamı kaybetmemişlerse onların ameli bağlamları önce sizin ameli bağlamanız olmaya başlar.

Daha sonra size ameli bağlam olan şey sizin nazariyatınızı da belirlemeye başlar. Neyi kastediyorum? Şunu kastediyorum: Özellikle 17. ve 18. yüzyılla birlikte nazari bağlamımızda veya ameli bağlamımızda, birtakım sıkıntılar yaşamaya başladık bu çok açık ve net. İşte bugün birilerinin şu sebepten, bu sebepten diye tarihten gerekçelerini aradığı tırnak içerisinde geri kalmışlık dediği, o kelimeleri pozitivist kelimeleri veyahut da modern Batı'nın bize dayattığı kelimeleri kullanarak kendi tarihini kurmaya çalışmak da yeni bir kurgu olduğu için biraz sakıncalıdır.

Ben öyle düşünmem fakat kendi bağlamımızda çok açık bir şekilde birtakım sıkıntılar olduğu gerçek, çok açık. Niye? Çünkü kendimizin dışındakileri bırakın, kendinize bile nazari ve ameli bağlamda bir şey öneremiyoruz. Bir dil öneremiyoruz, bir hayat nizamı ve bir dünya tasavvuru öneremiyoruz. Bu şu demek; yani biz artık kendi evimizi kuramıyoruz kendi şehrimizi kuramıyoruz anlamına geliyor bu. Çünkü sen kendi evini, kendi şehrini kurduğun zaman bir hayatın nizamı ve dünya tasavvuru olur ve başkalarını bunu önerebilirsin.

Öyleyse bizim temel problemimiz düşüncede ve zihniyette başlıyor. Yani zihniyetteki bu tutulma, zihniyetteki bu ray değişmesi veya bağlam değişmesi sen hakikati temsil etsen de başka tezahürlere yol açabiliyor. Yani seninle eş zamanlı olarak bir ve birden fazla hayat nizamları ve dünya tasavvurları, ev fikri olan mimari fikri olan sanat fikri olan şehir fikri olan başka tasavvurlar ortaya çıktığı zaman sen artık belirleyiciliğini sürdürebilmen için onları da hesaba katman veya onları da hesaba katarak kendini yenilemen gerekiyor. Tecdid dediğimiz şey, teceddüt dediğimiz şeyin de olması gerekiyor. Yani, tedeyyünün temeddün haline gelmesi aynı zamanda bir teceddütle de sürdürülmesi gerekiyor. Biz bunu 17-18 yüzyıl'a kadar götürüyoruz. (Rahmetli Necip Fazıl bunu Kanuni dönemine kadar götürür) Ama benim veya her okuyanın kendince farklı şemaları şablonları olabilir. Mesela İslam Düşünce Atlası'nı hazırlayan arkadaşlar "muhasebe dönemi" olarak nitelerler aslında bu kriz dönemini sıkıntılı dönemini...

Muhasebe dönemi derken de 1700'lü yıllarla başlayan ve bugüne kadar gelen süreçte Batı dünyasında yeni bir hayat nizam ve dünya tasavvuru doğuyor, yeni bir ev fikri ortaya çıkıyor. Bizim bugün sosyolojide çok iyi tanıdığımız Max Weber'in "Şehir" diye bir kitabı var mesela. Büyük bir sosyolog. Ondan sonra işte L. Mumford''un "Tarih Boyunca Kent" kitabını da baktığın zaman orada aslında Batı düşüncesindeki "Ev", "Zaman" ve "Mekan" fikrinin nasıl değişime ve dönüşüme uğradığını da rahatlıkla okuyabiliyorsunuz. Yani Kant'ta az önce zikrettiğimiz o nazari bağlam nasıl bir hafızaya sahipse bu şehir ve hayat tasavvurunda da eş zamanlı olarak devam ediyor.

  • 11
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

Kant'ta az önce zikrettiğimiz o nazari bağlam nasıl bir hafızaya sahipse bu şehir ve hayat tasavvurunda da eş zamanlı olarak devam ediyor. Şöyle somutlaştırayım: Batı dünyasında Reform, Rönesans ve Aydınlanma diye bir süreçten bahsederiz. Bu aslında modernleşmenin de sekülerleşmenin de hafızası dediğimiz süreçtir. Bu dönemde ne oldu Batı dünyasında? Hatta Hümanizm dediğimiz süreçte bununla ilgilidir.

Öteden kopuşun zemini oluşturuldu. Hepimiz sloganvari olarak çok iştahla da kullanırız: "Düşünüyorum o halde varım". Hatta bugün de popüler olarak çok konuşulur insanın düşünmesi, düşünebilmesi, düşünmenin önemi mahiyetinde. Aristoteles'e atfedilen "İnsan düşünen bir canlıdır" sözünden yola çıkarak insan düşünmeye indirgenir. Descartes "Düşünüyorum o halde varım", yani var olmayla düşünce arasında bir irtibat kuruyor. Ama insanlar bunu idealleştiriyor, mutlaklaştırıyor. Biz düşünemediğimiz için geri kaldık, biz düşünemediğimiz için her şeyi yok ettik oluyor. Descartes'in şablonunu kendine giydirerek bu defa kendi tarihini Descartes'in şablonuna göre oluşturuyorsun.

Aslında ne yapıyorsun, kendi tarihini Descartes'in şablonuna göre yıkıyorsun. Oysaki insanın, sırf düşünen bir varlığa indirgenmesi -insan zaten düşünüyor onu biz biliyoruz ama- insanın sırf düşünen bir varlığa indirgenmesi 17. yüzyılda, Descartes ile başlayan bir hadise. Bunu mutlaklaştırdığı zaman (insan olarak düşünmesinin güzel bir şey olmasını) düşünme insanın zaafı, insanın hastalığı olmaya başlıyor. Hatta bir düşünce hastalığı ortaya çıkıyor. Bugün insanlar tartışıyorlar. İşte, "din düşündürmez, işte bilim düşündürmez ama felsefe ve sanat düşündürür." Burada kastedilen felsefe aydınlanmacı felsefedir. Kastedilen sanat da modern sanattır. Klasik felsefe ve sanat kastedilmez burada.

Klasik filozoflar düşünmüyor muydu? Kant'a göre aslında Aristoteles başta olmak üzere klasik filozoflar bir hurafeden/safsatadan söz eder. Klasik felsefeyi ve klasik metafiziği Kant hurafe, safsata, spekülasyon olarak görür. Dinleri de o şekilde niteler. Sadece kiliseye karşı değil klasik düşünceye de karşı. Öyleyse önce bu zemini bilmek gerekiyor. Descartes ile başlayan insanı özneleştiren, insanı mutlaklaştıran Tanrı fikri vardır orada ama Tanrı artık insan tarafından tırnak içinde kurulan bir varlık haline getiriliyor. Tanrı'nın isim ve sıfatlarını Tanrı değil insan belirliyor. Arkasından Newton'un Allah'ın kanunları dediği şey daha sonra tabiat kanunlarına dönüşüyor. Bakın, dikkat edin! "Allah'ın kanunlarını keşfediyorum ben" diyerek başlıyor sonra dönüşüyor, fizik yasalarına ve tabiat kanunlarına dönüşüyor. Arkasından David Hume'un nedenselliği eleştirisi… Nedensellik eleştirisinde bir şeyin bir şeyle ilişkisi zorunlu değildir diyerek müteâl olanı "gerçekliğin" dışına atıyor. Spinoza'nın içkin Tanrı anlayışı, Baumgarten'in sanat anlayışı, Leibniz'in monadlar teorisi, bütün bunların hiçbiri tesadüfi değil. Hepsi neticede öte fikrini öteliyor. Gerçi biz de o dönem yaşasak acaba onlar gibi mi olurduk, kilise olsaydı karşımızda? Çünkü karşıda bir kilise var. Bugün biz de bir takım yanlış tarikatlar, cemaatler, şeyhler, hocalar falan çıktığı zaman onlara tepki olarak aslında benzer tavırlar gösteriyoruz. Mesele araçsal olan tavırları mutlaklaştırmamak.

  • 12
  • 20

🔺 Dursun Çiçek:

O insanlar, insanı özneleştirerek her şeyi insanın kurmasının zeminini oluşturuyorlar. Bu insan artık sanatı, edebiyatı, mimariyi belirliyor. Dolayısıyla artık bu insana göre kuruluyor şehirler. Yani artık şehirler kilisenin hayat hafızası, dili, hayat nizamı ve tasavvuruna göre değil, artık Katolikliğe ve Ortodoksluğa göre değil, artık azizlerin menkıbelerine ve hikâyelerine göre değil; Descartes'in matematiğine, Spinoza'nın ahlakına, Baumgarten'in sanat anlayışına Newton'un fiziğine ve Kant'ın kurduğu rasyonaliteye göre kurulmaya başlıyor. Bizim tradisyonellerin söylediği kutsal mekânın yerine artık rasyonel mekanlar geliyor. Matematiksel ve fiziksel bağlamları öne çıkan mekanlar iktisadi ve ticari bağlamları öne çıkan mekanlar mutlaklaştırılıyor. Bunun bir de Adam Smith ile açıklanan iktisadi yönü de var.

Dolayısıyla burada bu mekân anlayışının, bu mimari anlayışın egemen olduğu hayat nizamı ve dünya tasavvuru bize baskın geldi. Baskın geliş ne ile olur sadece bunlarla olmaz. Sadece Nazari ve ameli düşüncenin güçlü olması neyi gerektirir, aynı zamanda bir siyaset gerektirir bu. Bir devlet politikası... Orada Kapitalizm diye iktisadi bir bağlam da var. Bunu da oraya koyduğun zaman özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ile birlikte hem Osmanlı'nın zevali, imparatorlukların çökmesi. Ulus devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla birlikte modern felsefe, modern metafizik, modern hayat tasavvuru ve modern ameliye siyasi zeminini de bulunca evrenselleştirilmeye başlıyor.

Yani aslında Batı düşüncesinde burjuva dediğimiz bir avuç insanın beğenileri, zevkleri, yaşama biçimleri, şehir anlayışları, mekân anlayışları, bilim anlayışları evrenselleştirilerek mutlak iyi haline getirildi. Örneklemler üzerinden de işte Paris cennet gibi tasavvur edildi Londra cennet gibi tasavvur edildi. New York cennet gibi tasavvur edildi. Artık bildiğiniz anlamda klasik bahçeli evlerin yerine matematiksel ve fiziksel kurallarla ve yasalarla yapılan apartmanlar, gökdelenler, göğü delen yapılar balkonlu evler vesaire… aldı.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN