Arama

Biyoloji hayattır

Eğitimci ve biyolog Nesibe Alpoğlu ile beyin mi vücudu, vücut mu beyni yönetir, vücudumuzun savunma mekanizmaları nelerdir, kalp mi aşık olur yoksa beyin mi, sık sık ilaç tüketimi kullanımı hakkında ne yapılabilir, kelimeler insan vücudunu etkiler mi ve etkilenmemek için biyolojik olarak ne yapılabilir gibi insan biyolojisini ilgilendiren birçok meseleyi detaylıca konuştuk.

Betül Sav: Vücudumuzun savunma mekanizmaları da var mı?

🧠 Eğitimci-Biyolog Nesibe Alpoğlu:

Bu çok güzel bir soru. Tabi var. Hatta biz buna "birinci savunma hattı" ve "ikinci savunma hattı" diyoruz. Biz öksürüğü, hapşırığı çok yanlış algılıyoruz. Halbuki bunun altında yatan şey çok güzeldir. Birinci savunma hattıdır. Bizim ağız ve burnumuzda "mukus salgısı" vardır. Kulaklarda da mukus salgısı vardır. Çünkü biz, açık alanlarımızda dışarıdan gelen mikropları görmek istemiyoruz. İçerideki sisteme dahil etmek istemiyoruz. Ne yapıyoruz bunun için? Bakınız; burun kılları, ağızda bulunan lizozim enzimleri. Bu enzimler, buradaki mukuslar, kıllar ne yapıyorlar? Dışarıdan gelen materyalleri tutuyorlar. Eğer dışarıdan gelen materyal çok fazlaysa o zaman mukus salgısı artıyor. Kötü alışkanlığı olan insanları bilirsiniz, çok fazla balgam çıkarma ihtiyacı hissederler. Çünkü vücut savunuyor, diyor ki dışarıdan çok fazla duman geldi veya kömür işçilerini düşünün; çok fazla mukus salgıları, balgamları olur. Bunun sebebi dışarıdan gelen tozu vücut tutuyor; goblet hücreleri diyoruz biz buna. Akciğerden sentezlenir ve nefes borusunun yapılarında siller vardır. Bu siller sayesinde bunlar üretilir. Mukuslar ve dışarıdaki zararlı materyallerin en içeri yani akciğere girmesi engellenir. Biz buna birinci savunma hattı diyoruz. Dışarıdan gelen nesnelerin tutulması. "Öksürüp hapşırıp biz bunları dışarıya atıyoruz ama yetiyor mu? Yetmiyor. Eğer mikrop bu engelleri aştıysa bir kademe aşağısı, aşağı indiyse biz o zaman diyoruz ki; boğazlarım şiş gibi hasta olacağım. Hasta olacaksın evet, eğer oradaki materyaller daha aşağı inerse sen daha ciddi hasta olacaksın. Dolayısıyla boğazımızın şişmesine hastalık atfediyoruz ama bu bir savunma sistemidir. Daha fazla aşağı indiğinde akciğerler zatürre. Hani hep diyoruz ya; inşallah akciğere inmemiştir çok öksürüyor, inşallah akciğerden değildir, işte bu savunma hatlarını açtığı zaman mikroplar bizde çok daha ciddi hastalıklara sebep oluyorlar.

  • 10
  • 20

Betül Sav: Vücudun savunma sisteminde ishal ve kusmanın durdurulması gerekiyor mu?

🧠 Eğitimci-Biyolog Nesibe Alpoğlu:

Savunma sistemleri sadece dışarıdan yaptığımız savunmayla da sınırlı değil. İçeride hala devam eden bir savunma sistemi de var. Şöyle düşünün; bozuk bir tavuk yediğiniz. Yediğiniz bozuk tavuğu hadi tadından algılamadınız. Tabi yedikten sonra artık ağzınızın içine girdi. Çiğnediğiniz, tükürükle hemhal oldu. Mideye inecek. Bunun artık geriye dönüşü yok ama mideye indiğinde dahi mide diyor ki; eyvah yabancı bir cisim geldi. Aynı şekilde siz dur deseniz dahi içerideki sistemler durmaz. Buna "otonom sistemler" diyoruz. Otomatik yani kendi kendine işleyen sistemlerdir.

◾ Siz içerideki sistemi durduramazsınız. Yani "ah sevdiğimden ayrıldım, bugün kalbim dursun" dediğinizde kalbiniz asla durmaz. Size sormaz çalışmak için. Dolayısıyla içerideki sistemler de böyledir. Siz dışarıdan tavuğu yediniz bozuk bir tavuktu. Ama vücut size şöyle demez; ben sindirimi durduruyorum, sen bundan sonrasını yeme, demez. Sen onu artık yemişsin ve yutmuşsun. Yapacak bir şey yok. Vücut kendi sisteminde bunu döndürmeye devam edecek ama sistemde bir hata olduğunun farkında bunu da dışarıya atmak isteyecek. Dolayısıyla biz bozuk bir gıda yediğimizde ishal ve kusmayı görüyoruz. Peki bunları durdurmalı mıyız? Buradaki esas soru bu. Şöyle ki; ishal ve kusmayı durdurmamamız gerektiğini biliyoruz. Neden durdurmuyoruz? Çünkü vücut diyor ki; içeride sana yakışmayan yediğine karşılık gelmeyen bir şeyler var. Demek ki senin bunu hızlıca dışarıya atman lazım. Biraz önce bahsettik: Katı atıklarımız, boşaltım sindirim sistemi ürünlerimiz. Bizler bunları neden boşaltım yoluyla atıyoruz? Çünkü biz bunları vücudumuzda istemiyoruz. Bunlar atık. Bakıyoruz katı gaitaya sert daha doğrusu katı, kıvam almaz bir kıvamda olması lazım ama biz bunu ishalle bol suyla dışarıya atıyoruz. Çünkü bağırsak diyor ki; sen zararlı bir şey yedin ve bundan tez zamanda kurtulman gerekiyor. O zaman ben vücut için sakladığım suyu acil olarak bağırsaklara indiriyorum ve bağırsaklarla bunu senden kurtarıyorum. Bu yabancı cismi dışarıya atıyorum. Ama biz ishal ve kusmayı durdurduğumuz zaman diyoruz ki bunlar içeride zararlı zararlı kalsın. Daha sonralarda belki daha büyük hastalıklara maruz kalıyoruz. Savunma sistemlerimize biz müdahale etmeyelim. Müdahale etmemiz gereken noktalarda tabi ki şundan bahsetmiyorum; 10 gündür ishal, 10 gündür devam etsin değil. Zaten literatürde de böyledir. Hemen hemen üç güne yaklaşan ve üç günden daha fazla ishallere müdahale edilirken bundan daha azlarına su takviyesiyle yani evde su içmek olsun, serum bağlamak olsun, bu şekilde müdahale edilir. Bunun haricinde savunma sistemlerine müdahale etmek maalesef bizim bağışıklığımızı durduran şeylerdir.

  • 11
  • 20

Betül Sav: Sık ilaç kullanımlarından da bahsedebilir misiniz?

🧠 Eğitimci-Biyolog Nesibe Alpoğlu:

Savunma sistemi dediğimiz zaman bir de ilaçlardan bahsetmek isterim. Maalesef bizlerin toplum olarak şöyle bir alışkanlığı oldu; ilaçları çok kolay içebiliyor, çok kolay tüketebiliyoruz. Bir baş ağrısında; hadi ilaç içeyim, bir karın ağrısında; hadi ilaç içeyim. Aslında doktor önermediği sürece her şeyde ilaç içmek çok da doğru bir yaklaşım değil. Çünkü ilaçta bir sürü bileşen var. Biz bunların hepsini o hastalığa iyi gelen şifa diyemeyiz.

Vücuda aldığımız ilaçların zararlı etkilerini boşaltan bizler için böbrekler ve karaciğerler vardır. Bu aşamada böbrek ve karaciğer o kadar çok çalışırlar ki ilacın faydasını alırız fakat zararı da vücudumuzu hayli yoran işlerdir.

Dolayısıyla ilaç alırken biraz daha dikkatli olmalı ve gerekmedikçe fazladan ilaç kullanmamalıyız.

Betül Sav: Kalp mi âşık olur beyin mi?

🧠 Eğitimci-Biyolog Nesibe Alpoğlu:

Aşk, aslında çok aşamalı bir şeydir. Yani böyle gördüm, vuruldum, yıldırım aşkı diye bir şey yoktur. Çünkü daha önce de söyledik; beyin ve vücut bir etkileşim içinde çalışır. Bu etkileşim dahilinde bazen emirleri beyin verirken bazen vücudumuz isteklerini beyne emirmiş gibi duyurur. Örneğin; çok yorgun ve yoğun bir gün geçirdik. O zaman vücudumuz sakinlik istiyor, yatıp dinlenmek istiyor ama bizim zihnimizde dinlenmenin algısı şudur belki; sessizlik, tek başıma ormanda kuş seslerini dinleyeceğim bir alan dersek o zaman beynimiz der ki; senin canın şu şu noktadaki şununla birlikte bir tatil istiyor. Dolayısıyla biz vücudumuzun isteğini beynimize atfetmiş oluyoruz. Kalpte, sevme, âşık olma hissi de bununla alakalıdır. Birincisi, öncelikle insanlar anlamak ve anlaşılmak isterler. Bu bizim çok üst düzeye ihtiyaçlarımızdan bir tanesi gibi görünse de aslında en temel ihtiyaçlarımızdan biri. Benim vücudum anlamak ve anlaşılmak istiyor. Ben vücudumu ne kadar iyi tanıyorsam o kadar iyi anlamlandırabiliyorum. Yani ben biyoloji bilen bir insan olarak "ya son zamanlarda bir baş ağrım var, acaba bu başarısı neden olur" dediğimde bir tahmin yürütebiliyorsam; son günlerde çok stresliyim sanırım" beyin damarları çok fazla fikir ürettiği için daraldı, buradan geçen küçük bir damardan geçen kan, kalpten büyük bir basınçla geliyor. Dolayısıyla kalpten gelen bu büyük basınca karşılayamıyorsa benim beyin damarlarım o zaman hasta oldu.

Mesela vücudu tanımakla ilgili baş ağrısından bahsedebiliriz. Başım ağrıyor son günlerde, neden ağrıyor dediğimde kendimce bir tahmin yürütebiliyor muyum? Mesela beynim çok çalıştığı, stres yüküm çok fazla olduğu zaman sürekli o iş üzerinde istemesem bile düşünürüm. Kendi içimde konuşurum, tartışırım. O zaman beyne giden damarlarım daralır ama kalpten çok yüksek basınç da bir kan gelir. Kalpten gelen bu yüksek basıncı beyin damarları karşılayamazsa baş ağrısı dediğin olay gerçekleşir. Veya son günlerde az su içtim, sanırım vücudumun içindeki su ihtiyacını gideremediğimden dolayı başım bunu bana ağrı olarak bildiriyor, diyebiliyorsam o zaman ben vücudumu tanıyabiliyor ve anlayabiliyorum. Demek ki anlamak ve anlaşılmak bu hayatta her şeydir. Bir insan düşünelim; metrobüste, daha önce hiç görmemişim, hakkında hiçbir şey duymamışım, hiçbir fikrim olmayan bir insan. Ne hissedebilirim? Belki hoş insanmış. Bundan öteye geçmez ama düşünelim; iş yerine geldik ve bu insanla tekrar karşılaştık, saatlerimizi bu insanla geçirdik ve dedik ki ya ne kadar sohbeti güzel bir insan. Ertesi gün beraber kahve içmek için sözleştik. Ertesi gün de dedik ki bundan sonra her öğle aramızı birlikte geçirelim ve aradan bir zaman geçtikten sonra dedik ki; iş yeri dışında da biz buluşalım, en iyisi sosyal hayatta da bir araya gelelim. Neden yapıyoruz biz bunu? Çünkü karşımızdakiyle frekansımız uydu. Onun anlattığını ben anladım, benim anlattığımı o anladı. Derken birbirimize bir uyum yakalıyoruz ve her anımızı birlikte geçirmek istiyoruz. Aşk da böyle değil midir? Siz bir insanı seversiniz, gönlünüz akar, daha çok görüşmek istersiniz. Daha çok görüşürsünüz, doymazsınız. O zaman bu işi evliliğe taşımak istersiniz. Demek ki bizim içimizde ihtiyacımız olan bir şeyleri karşı taraf karşılıyor ki biz onunla dünya evine girmek ve bundan sonraki anılarımızın hepsini birlikte yaşamak istiyoruz. İşte aşk bu aşamada devreye giriyor. Peki aşık olmamızı sağlayan tek şey anlamak ve anlaşılmak mı? Hayır değil. Bunun haricinde bizim fiziksel olarak eksiklerimizi hissettirmek veya doygun olduğumuz noktayı daha da doldurma isteği vardır. Mesela çok tartışma konusudur; eşinin mi yemeğini daha çok seversin, annenin yemeğini mi? Neden bu kıyas? Ben annelikten aldığım bir ihtiyaç eksikliği için mi evleniyorum. İnsanların beklentisi bu noktada devreye giriyor. İşte annem gibi asil görünsün. Babam gibi yakışıklı olsun. Neden? Belki çok başka açılardan çok daha iyiliğini göreceğiz. Biz psikolojimizde sevdiğimiz, kahramanımız olan kişileri ya evlilik sekansı olarak görürüz ya da bizde eksikliğini hissettiğimiz bir insanla bu aşkı yaşamak isteriz.

Dolayısıyla yine kalp aşık oluyormuş gibi hissediyoruz ama aşık olan beynimizdir.

  • 12
  • 20

Betül Sav: O zaman ilk görüşte aşk diye bir şey yoktur.

🧠 Eğitimci-Biyolog Nesibe Alpoğlu:

İlk görüşte aşk şöyle; herkesin bir beğeni potansiyeli vardır. Tabii ki bu beğeni potansiyelini oluşturan da beynindir. Mesela koku sekansına değinelim. Koku dediğimiz şey bende bir algıdır. Yani burnumuz ve ağzımız kemik boşluğunda, kafatası boşluğunda bir araya gelirler, aynı yere açılırlar. Şöyle örneklendirelim; bir gurme düşünün ilk defa yiyeceği bir yemek var. Önce ne yapar? Yemeğin kokusunu burnuna doğru üfler. Yani önce yemeğin kokusunu alır. Onun içindekileri analiz eder, beyni bunu bir tartar. Daha sonra tadına bakar ve o yemeğin içindekileri öğrenmekle beraber tadının da tamamen algılamasını sağlar. Dolayısıyla biz kokuya sadece koku gözüyle bakamayız. Aynı zamanda o bir anı canlandırmadır. Aldığımız koku veya hiç bilmediğimiz bir şey düşünün; size ilk defa suşi yedirecekler. Daha önce hiç yememişsin, ne olduğunu bilmiyorsun, adını bile ilk defa duymuşsun. Ne derler sana? Balık gibi, salata gibi. Sana daha önce bildiğin bir şeye benzeterek bunu anlatırlar. Koku duyusu da böyledir. Daha önce hiç bilmediğin bir koku alıyorsan dersin ki; bu koku tavuğun kokusuna benziyor, tavuk yemeğinin kokusu. Koku alıyorsun; menekşe gibi değil mi? Parfümün menekşe mi, diye sorarız? Çünkü menekşeyi biliyor benim zihnim. Dolayısıyla bu kokuyu ona yaklaştırıyor. Veya çok sevdiğimiz insanlardan birisi var, beğeniyorum, çok beğeniyorum ama tanımıyorum, tanımadığım için konuşamıyorum. Sadece yanımdan geçiyor, gidiyor ama ben onunla konuşamıyorum, kokusunu alıyorum. Sokakta bir insan gördüm. Yanından kokladım, geçtim. Aynı koku. Hemen kafamda anılarım canlanıyor veya biz bilmediğimizi var sayıyoruz. Bazen aldığımız kokuları biz algılayamıyoruz. Yani bunu alt sınır, üst sınır gibi düşünün. Bazen çok hafif bir koku gelir. Siz bunu tanımlayamazsınız. Nereden geldiğini de anlamazsınız ama aslında vücut onu almış ve kafasında onu bir yere koymuştur.

◾ Mesela ben düşünürken dedim ki "ya Betül vardı, bugün durduk yere aklıma geldi. Nereden geldi bilmiyorum. Aslında aylardır da görüşmüyoruz." Nereden geliyor? Çünkü onun kokusuna yakın bir koku benim yanımdan geçti. Ben kokuyu fark etmedim ama zihnim bunu algıladı ve Betül'den çoktan bahsetti bile. Çoktan anılarını önüme serdi. Veya ben de seni arayacaktım, inanır mısın üç gündür aklım sende. İnanırım. Çünkü beynin sana bu oyunu oynuyor.

Yani vücut mu beyni, beyin mi vücudu yönetire burada da dönüyoruz. Kalp mi aşık olur, beyin mi? Aslında beynimiz eksikleri ve ihtiyaçlarını belirliyor ve buna göre de gördüğü insana "Hah işte bu" dedirtiyor.

  • 13
  • 20

Betül Sav: Beyin algısını değiştirebilir ve zihni yanıltabilir miyiz?

🧠 Eğitimci-Biyolog Nesibe Alpoğlu:

Zihni yanıltabiliriz. Şöyle ki çok kötü bir gün geçiriyorsunuz ve gülmek hiç içimizden gelmiyor ama bir süre gülümsediğimizde ve aynaya bakarak bunu yaptığımızda beynimiz diyor ki tamam ya, bu kadar zor bir durum değil, gülümseyebilir, hayatına devam edebilirsin. Dolayısıyla beynimizin algısını değiştirdiğimizde, ortamımızı değiştirdiğimizde hatta kokumuzu değiştirdiğimizde fiziksel olarak bir aktivitede bulunduğumuzda beynimizi bu ortamdan soyutlayabiliriz. Yani ben eğer somurtan bir insansam, insanlara gülümsemeyi es geçiyorsam o zaman verdiğim ortamda zaten bir gerginlik yarattığımdan bu gerginlikte beni gören insan gülümseyemeyecek ki. Tam tersini düşünüyorum. Ortama girmiş güneş gibi açmış bir insandan bahsedelim. Ortama girdiği andan itibaren ortamın ambiyansını sohbetin konusunun değiştiğini bile fark edebiliriz.

◽ Bu öksürüyorum, hapşırıyorum, oram ağrıyor buram ağrıyor meselesiyle alakalıdır. Biz eğer ağrılarımıza odaklanırsak o ağrıları daha çok hisseder, daha çok bundan rahatsız oluruz. Ama bu ağrılara bir tedavi gözüyle bakarsak ateşim çıktı, vücutta savunma hücrelerim hareket halinde olsa gerek. Çok hapşuruyorum, yaramaz mikroplar artık burnumdan çıkıp gitmenizin vakti geldi. Siz içeride tutamayacağım kusura bakmayın. Belki küçük desteklerle kendimizi iyileştirmekten bahsediyorum. Aynı şekilde içinden çıkamadığımız ve kurtulamadığımız bir durum var. Biz çoğunlukla diyoruz ki hareket edin. En azından yürüyüş yapın. Spor yapamıyorsun, bir merkeze giremiyorsun veya bunu hiç canın istemeyecek. Çünkü psikolojimiz bozuk olduğunda vücut hep uyuma eğilimindedir. Kalkacak halim yok, kolumu bile kaldıramıyorum, bununla mı uğraşacağım deriz. Çünkü vücudun bana diyor ki uyu, uyursan unutursun. Ben unutsam mesele değişecek mi? Değişmeyecek ki. Aynı algı, aynı durum devam ediyor. O zaman ben uyumayacağım. Çünkü zihnimde bir yandan çalışmaya devam ediyor. O zaman ne yapacağım? Vücudumun hareket isteğini dışarıda sosyal hayatımda atlatacağım.

Dolayısıyla ben diyorum ki çok kötü bir gün geçiriyordum. Biraz yürüyüş yaptım. Zihnim açıldı. Aslında zihninin açılmasının bir biyolojik yönü var. Psikolojik olarak; ortamımı değiştirdim, havamı değiştirdim, daha fazla oksijen aldım. Vücudumu daha başka şeylere yönlendirdim. Biyolojik olarak nedir bunun katkısı? Bacaklar. Biliyorsunuz yer çekimine doğru hareket ederler. Yani vücudu aşağı çekerler ama sürekli oturduğumdan bahsediyorum. Ben ayağa kalktım, yürüyüş yaptım. Bacaklarımdaki kanın pompalanması ve yukarıya çıkması için teşvik ettim. Dolayısıyla ben metabolizma mı hızlandırdım. Metabolizmamı hızlandırmamla beraber beynimdeki sinirler daha hızlı çalışmaya başladı ve beyin sinirleri aktive olarak benim vücudumda farklı fikirleri ortaya koyarak mevcut duruma çözüm üretmemi sağladılar.

2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN