Gün doğmadan neler doğar
(Önce bir beyân-ı i'tizâr.. Yıllardır yazmakta olduğum 'Fikriyât'ta, benden kaynaklanan ve üstelik de, Müslüman halkların acılarının, müşterek dertlerimiz olarak en fazla konuşulmasının kendi açımdan, daha bir gerekli olduğu bir zaman diliminde, -elbette yazılarımı haftada 4 yazı ile, Star'da devam ettirdiysem de- Fikriyat'a yazı göndermekte bir süre uzak kalıştan sonra.. Kaldığımız yerden devam edelim..
'Hele de bugünkü dünyada, Dünya Müslümanları'nın, İslam Milleti'nin birlikte hareket etmekten başka çaresi yoktur!..'
Önce herhalde şu önemli noktayı gözden uzak tutmamak gerekiyor:
Dünyanın bugünkü dengesi, açıktır ki, Amerika'nın Agustos-1945'de Japonya'ya karşı, beşer tarihinde ilk kez kullanılan Atom Bombası'nın dünyayı esir alan 'nükleer nükleer diplomasi barbarlığı ve uluslararası hukuk/ diplomasi' üzerine kuruludur.
Ama, 1905'e kadar fizikçilerin 'maddenin parçalanamaz en küçük parçası' olarak tarif ettikleri 'atom'un; o tarihte ilk kez Albert Einstein ve arkadaşları fizikçilerle birlikte yeni bir tarif geliştirerek, 'maddenin parçalanabilir en küçük parçası' diye tanımladıkları 'atom'un parçalanması halinde ortaya korkunç bir tahrip gücünün çıkacağını teorik olarak açıklamalarından 40 sene sonra, atom bombasının pratik olarak patlatılmış olması, evet, Amerika'ya, 'karşı konulamaz bir güç' görüntüsü vermiş ve dünya da sinmişti..
Gerçi, dünyada bugün, 9 devletin atom bombasının olduğu biliniyor.. Bilinmeyenler veya açıklanmayanlar da vardır elbette.. Bir çok devlet, nükleer silah sahibi olurken, başkalarının olmaması için ve hem de o devletlerce bir 'yasaklama getirilmesi' çağrısı yapılmasının bir mantığı yok.. Elinde nükleer silahları bulunan devletlerin her birisi de o silahlarını imha ederlerse, ancak o zaman, böyle bir çağrı yapılabilir..
*
Haziran-1967'de '6 Gün Savaşı' denilen ve İsrail rejimi karşısında Mısır, Suriye ve Ürdün ordularının korkunç şekilde yenildiği savaştan sonra.. 1973- Ekimi'nde bu kez de Enver Sedat Mısırı'nın Siyonist İsrail rejimine , Ramazan ayında, ânî bir saldırı gerçekleştirince.. İsrail rejimi korkunç şekilde yenilgiye uğramış ve yaşlı bir kadın olan İsrail Başbakanı Golda Meir, Amerikan Başkanı Nixon'a, 'Atom bombası kullanmaktan başka çaremiz yok..' demesi üzerine, Nixon, Enver Sedat'ı, 'ateş-kes'i hemen kabul etmemesi halinde, 'Atom bombası'yla karşılaşacakları tehlikesine karşı uyarmış ve Enver Sedat da, halka tv. ekranlarından yaptığı açıklamada, 'Ben bugüne kadar İsrail'le savaştım ve onları yendik.. Ama, savaşa devam edecek olursam, bundan sonra Amerika'yla savaşa girmiş olacağız, ve ben Amerika'ya karşı savaşmıyor ve 'ateş-kes'i kabul ediyorum' demişti.
Ve Amerikan makamları -eğer doğru söylüyorlarsa-, İsrail'in atom bombası ürettiğinden, ilk o zaman haberdar olduklarını ifade etmişlerdi.. Ama, Fransız emperyalizmine karşı verilen mücadele yıllarında eski bir gerilla savaşçısı olan o zamanki Cezayir Başkanı Huari Bûmedyen, Enver Sedat'ı, 'Mısır'a atılacak bir Atom Bombası'nın İsrail'i de vuracağını, bunun için onu kullanamayacaklarını nasıl düşünmediniz' diye çok sert şekilde eleştirmişti.
Bunları niçin mi hatırlatıyorum?
Çoğu kimse, dünyanın geldiği noktayı düşünmeden, İsrail'e karşı savaş açılmasını istiyorlar. Tamam, insanlığın klasik savaş metodlarını bir kenara bıraktıran nükleer silahın 1945'de kullanılmasından sonra; şimdi, Siyonist İsrail rejimi Gazze'de ve Lübnan'da yaptığı bombardımanlarda, atom silahı kullanmadıysa da, ondan geri kalmayan korkunç silahlarla ve hiçbir insanî ve ahlâki ölçü ve sınır da tanımayan bir barbarlık sergiliyor.
Ve dahası, İsrail'e karşı bir müdahalede bulunacak bir devlet veya bir başka güç odağı ortaya çıkacak olursa, o zaman karşısında, İsrail rejimini değil, Amerika'yı bulacaktır.. Ve bunu USA Başkanı Biden, 7 Ekim 2023'deki 'Aqsâ Tufanı'ndan sonra Doğu Akdeniz'e getirdiği iki uçak gemisi ve yüzlerce bombardıman uçaklarıyla Tel-Aviv'e gelip, 'Biz buradayız, biriz ve bir yere de gitmeyeceğiz, müdahale eden olursa, bertaraf ederiz..' sözleriyle net olarak ifade etti.. Ve o sözlerinden 1 gün geçmeden, Biden, asıl üzerinde durulması ve çaresinin düşünülmesi mutlaka gerekli olan bir söz söylemiş ve 'Eğer burada, İsrail diye bir devlet kurulmamış olsaydı bile, biz Batı medeniyeti olarak, burada böyle bir devleti yine kurardık..' demişti.
Hz. Peygamber (S) , 'Savaş istemeyiniz, ama, gelip çattığında, savaştan kaçmayınız da..' buyurmuştur.. Bugün gelinen nokta bu noktadır ve Amerikan emperyalizmi, bütün dünya Müslümanlarına meydan okumakta ve İsrail denilen küçük bir güçle, bütün Müslüman dünyasını psikolojik bir savaşta ezmek istemektedir. Gerçekte ise, İsrail diye bir devlet yok, Amerikan emperyalizminin güdümündeki bütün Avrupa Birliği dünyasının Doğu Akdeniz'de, Ortadoğu'daki şubesi ve uzantısı vardır.
Bu durumda, evet, 100 yıl önce, 3 Mart 1924'de, dünya Müslümanlarının gücünü bir noktada birleştirmek imkânına sadece nazarî olarak değil, amelî olarak sahib İslâm Hılafeti'nin tamamen buharlaştırılmasından bu yana perişanlığımız daha bir devam ediyor ve Müslüman coğrafyalarındaki irili -ufaklı devletlerin herbirisi de, en azından yönettikleri kitleler karşısında devlet oldukları havasını yıpratmamak için, sadece kendilerini nasıl koruyabileceklerini düşünüyorlar.
Ama, bu hususta kafa yoran, acı çeken ve bu esef verici görüntümüzü değiştirmek isteyen ve 'Hılâfet'in olmayışı' mazeretine tutunmadan, Müslümanların birlik halinde olmalarını sağlamaya çalışan Müslüman devlet adamları da yok değil..
*
Başkan Erdoğan, 8 Eylûl 2024 günü, İmam-Hatip Kurultayı'nda yaptığı konuşmada, çok net olarak, özellikle komşu ülkelerle ilişkileri daha da güçlendirmek ve sağlıklı zeminlere kavuşturmak yolundaki çabaların gerekliliğine ve 'İslam İşbirliği Teşkilatı' üyesi ülkelerin de birlikte hareket etmek konusunda üzerlerine düşen büyük sorumluluğa ve böylece, emperyalizmin uzun vâdeli planlar peşinde olduğuna da zımnen dikkat çekmiş oluyordu.. Çünkü, emperyalist güçler, hele de müslüman coğrafyaları ve halklar sözkonusu olunca, nasıl bir 'topyekûn savaş' anlayışıyla ve birlikte hareket ettiklerini sergilmekte hiç ihmalkâr davranmıyorlar.
Açıktır ki, bu emperyalist saldırılar karşısına da, bütün müslüman toplumların, 'Nerede zulüm varsa, orada cihad gereklidir ve cihadın olduğu yerde de, biz müslümanlar tek millet olarak varız..' inanç ve mantığıyla hareket edebilmeleri gerekiyor. Yoksa, münferiden her toplum, sadece kendi coğrafyalarındaki varlıklarını korumaya ve kurtarmaya ağırlık verirlerse, bu büyük emperyalist saldırıyı daha baştan kaybetmiş olurlar. Ve bugünkü durumumuz büyük çapta böyledir..
Hele de 7 Ekim 2023 sabahı, 'İzzeddin Qassam Tugayları'nın, İsrail rejimini gaafil avlayıp, onun aşılmaz- geçilmez sanılan bütün teknolojik ve istihbarat mekanizmalarını ve çok güvendikleri 'demir kubbe' denilen ve kendi hava sahalarına giren ve her metalik cismi vurduğu söylenen savunma mekanizması üzerine bir ibtal çizgisi çeken 'Tufan-ı Aqsâ /Aqsâ Tufanı' karşısındaki çaresizliği hepimizi düşündürmelidir.
Keza, siyonist İsrail rejimi, 1948, 1956, 1967'deki 6 Gün Savaşı ve Ekim-1973 başındaki 'Ramazan Günleri' savaşında 2-3 haftayı geçmeyen kısa vâdeli savaşlara giriyor, daha uzun vâdeli olanları karşısında dayanma gücü kalmıyor ve 2006'da Lübnan Hizbullahı karşısındak 34 günlük savaştan nasıl perişan olup kaçtıklarının hatırası da hâfızalarında henüz de canlıdır.
Böyleyken, '56 tane İslâm ülkesi var' diye gururlandığımız çokluğumuzun bir güç kaynağı değil, tam bir zaafiyet ilânımız olduğunu anlamak istemiyoruz. Evet, dünya çapında 2 milyara yakın bir büyük 'İslam Milleti' kitlesi; karşımızda ise, bütün dünyadaki nüfusları 25 milyon civarında olan bir 'Yahudi milleti..' Ve bunların İsrail rejiminin işgali altında bulunan Filistin'deki sayıları sadece 8 milyon kadar..
Siyonist İsrail çete rejimi de, biz dünya Müslümanlarının bu parça-bölüklüğünden faydalanıyor ve sınırlarını her gün yeni coğrafyalara doğru kaydırmak, genişletmek peşinde.. Bunu gizlemiyorlar da..
*
Ve elbette daha da ilerisini.. Çünkü, Yahudiler, 'Arz-ı mev'ûd/ vaad edilmiş topraklar' şiarını bir inanç umdesi olarak asırlarca tekrarlamışlardı. Ve, o 'Arz-ı mev'ûd'un sınırları, 'Nil'den Fırat'a kadar..' denilen coğrafyaları içine alıyordu. Ama, bazılarınca, bu coğrafyanın çok da büyük olmadığı, Mısır'da Nil'in doğusundan Suriye'de Fırat'ın batısına kadar olan bölgelerin hayal edildiği sanılıyordu.
Halbuki, Nil'in ilkkaynak noktasından yani, orta Afrika'nın doğu cenahından Akdeniz'e döküldüğü yerle, Anadolu'da Erzurum yakınlarında doğan Fırat'ın denize döküldüğü Basra Körfezi'ne kadar, geniş bir coğrafya..
*
Bu olur mu, olmaz mı?
Bu yerleri elinde tutabilmesi için, bugün bütün dünyadaki sayıları 25 milyon kadar olan yahudilerin, 100'lerce milyonluk bir nüfusa sahib olması gerekir.. Ama, Theodor Herzl'in 1897'de Basel'de tertib ettiği ilk 'sionizm' kongresi için, 600 kadar bastırdığı 'Yahudi Devleti' (Der Judensstaat) isimli kitabından bile ancak 160 kadarını satabildiği belirtilir.. O zaman, 2 bin yıldır devletsiz, ordusuz, ülkesiz, kahramansız olarak yaşayan ve dünyanın herbir tarafına dağılmış bulunan yahudiler için, bir hayal olarak görülen 'sionist devlet' ideali, 50 yıl sonra gerçekleşiyordu..
Theodor Herzl, 26 - 29 Ağustos 1897 günleri arasında düzenlenen ilk Siyonist kongreden sadece birkaç gün sonra, 3 Eylûl 1897'de günlüğüne şöyle yazar: "Kim ne derse desin, ben birkaç gün önce İsviçre'nin Basel kentinde Yahudi Devleti'nin temellerini attım. Şu günlerde, belki de bütün dünya bu kongreden bahisle bana gülüyor olabilir, ama belki 5 yıl sonra, ya da en geç 50 yıl sonra, bunun gerçekleştiğine dünya bunun gerçekleştiğine şahit olacaktır."
Evet, sene 1897 idi.
Üstelik de bu devletin nerede kurulacağına dair kesin bir tasavvuru da yoktu henüz.. Güney Amerika'da, Orta ve Güney Afrika'da, Namibia taraflarında bir boş coğrafya bulunabilirdi.. Elbette Kıbrıs adası olsa daha da iyi olurdu, çünkü Yahudiler için de kutsal bir mekân olan Kudüs/ Jerusalem (İbranice telâffuzuyla, Yeruşalim)'e yakın bir yerdi.. Ama, orası meskûn bir ada olduğundan orayı almak sıkıntılı olabilirdi..Ama , hiç değilse, Jerusalem yakınlarında küçük bir kasaba olsa da, orada, Yahudiler, kendi iç idarelerinde tamamen kendi şeraitlerine göre işleyen bir sosyal hayat modeli kurabilselerdi..
Üstelik de, asırlarca önce, Babil kralı Nabukednezzar (veya arabca söyleyişle, Buhtunnasr) tarafından Babilonya'dan dünyanın her bir tarafında sürgün edilişlerinden beri, Kudüs'ü, Beyt'ul-Maqdis'i /Jerusalem'i asla unutmayacaklarını 'Mezmurlar'daki mersiyelerinde /ağıtlarında , ilâhîlerinde, , 'Seni unutursan ey Jerusalem..' okuyorlardı: 'Ey Yeruşalim, seni unutursam, Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalim'i en büyük sevincimden üstün tutmazsam, Dilim damağıma yapışsın! Yeruşalim'in düştüğü gün, "Yıkın onu, yıkın temellerine kadar!" diyen Edomlular'ın tavrını hatırla.. (…) Ey sen, yıkılası Babil kızı! Bize yaptıklarını Sana ödetecek olana ne mutlu! Ne mutlu, senin yavrularını tutup / kayalarda parçalayacak insana!' (MEZMURLAR, 137:5-9)
*
Evet, bölgemize, Müslüman coğrafyalarının kalbine saplanan zehirli hançer bugün budur ve bu mücadeleyi, bir inanç adına, -elbette ki, Hz. Musâ aleyhisselam'ın şeriatiyle ilgisi kalmamış olan- Yahudilik inancı adına verdiklerini gizlemiyorlar; Siyonist İsrail isimli cinayet şebekesinin başında bulunan ve mazlum kanı içmeye doymamak açısından Hitler, Stalin, Truman ve daha nicelerinin yüzlerini ak etmeye çalışan Binyamin Netenyahu , 'bütün yaptıklarının, inançlarının gereği ve de 'İşayâ mucizelerini tahakkuk etmekte olduğunu' net ifadelerle söylüyor ve USA emperyalizminin liderliğindeki NATO ve AB dünyası ise, 'İsrail'in varlığını korumak için HER ŞEY'i yapabileceğini' dünyaya ilan ediyor. Rusya ve Çin gibi, öteki dünya güçlerinden ise, hiç ses-soluk çıkmıyor..
Öyleyse bu zehri, ancak onun panzehir'i olabilecek ve her şeyden önce de inanç gücünden ilham alan bir İslamî şuûr ve uyanışla etkisiz hale getirmekten başka bir çaremiz yok.. Bu yolda, evet, 200-300 yıllık bir tökezleyiş ve gerileyişten sonra, evet, yeni yeni ayağa kalkmaktayız; bütün Müslüman toplumların derunlarında şekillenmekte olan bir İslamî inkılab' anlayışıyla, inşaallah..
*
Bu durumda, Müslüman dünyasının ve Dünya Müslümanlarının kısa vâdede ilk yapmaları gerekli olanlar konusuna devam edeceğiz inşallah..
Ama, yazımızın ikinci bölümünde de, bugünlerin en sıcak gelişmesi olan Suriye'deki 50 yıllık Baas Partisi ve Esed Hanedanı'nın, olabilecek en kansız şekilde devrilmesi etrafındaki gelişmeler de değinelim..
Suriye'de Aralık-2024'ün ilk haftasında 10-12 günde ve beklenmeyecek derecede hızlı ve hele de Ortadoğu'daki ihtilâller / devrimler tarihi açısından, alışılmamış şekilde kansız şekilde gerçekleşen, Baas ideolojisi ve (baba-oğul, Hâfız ve Beşşâr) Esed Hanedanı diktatörlüğünün yarım asırlık büyük çöküşü üzerinde evet, nasıl durmalı.. Çünkü, henüz pek çok şey net değil, ama, en azından hayırlı bir gelişmenin eşiğindeyiz, inşallah..
'Kan susar, zulüm biter bir gün; /Bu günlerden geriye, bir yarına gidenler kalır, bir de yarın için direnenler..'
Yukarıdaki başlık, kimin şiirinden birkaç mısradır, bilmiyorum; ama, ele alacağımız konuyu anlatması bakımından çok münasiptir.
Suriye'de Aralık-2024'ün ilk haftasında 10-12 günde ve beklenmeyecek derecede hızlı ve hele de Ortadoğu'daki ihtilâller / devrimler tarihi açısından, alışılmamış şekilde kansız olarak gerçekleşen, Baas ideolojisi ve (baba-oğul, Hâfız ve Beşşâr) Esed Hanedanı diktatörlüğünün çöküşü üzerinde evet, nasıl durmalı? Çünkü, henüz pek çok şey net değil ama, en azından hayırlı bir gelişmenin eşiğindeyiz, inşallah..
*
Osmanlı'nın son dönemindeki 'İttihad ve Terakki' ve Osmanlı'nın parçalanmasından sonra da, Anadolu'da kurulan 'kemalist-laik' temel üzerindeki 'tek parti diktatörlüğü'nün, siyasî mücadele yöntemlerini Arab dünyasına uygulayacak şekilde esas aldığı görülen ve 'Arab nasyonalizmi/ kavmiyetçiliği ve sosyalizm (el-İştirakiyyûn) temelleri üzerinde yükselen Baas (diriliş/Rönesans) ideolojisinin iki önemli uygulama örneği vardı; Irak'ta Saddam Huseyn ve Suriye'de Hâfız Esed rejimleri..
Aslında bu iki ülkede de özellikle 1960-70'li yıllar arasında 'Baasçı gruplar'ın iktidara gelme çabaları oldu ama arka-arkaya patlak veren ihtilâller, karışıklıklar, askerî darbeler yüzünden bir türlü uygulanamayan Baas ideolojisini, Irak ve Suriye'de 1970'lerden itibaren uzun süreli devam eden Baasçı diktatörlüklerine göre anlamak daha sağlıklı olur herhalde..
*
(Ama, bu vesileyle, şu noktaya da değinilmesi gerekiyor.. Hâfız Esed ve Beşşâr Esed derken, asıl telaffuz şekli Esed'dir ve, 'aslan' mânasına gelir, 'Esad/ Es'ad) yazılırsa, 'mutlu' mânasına gelir.. Ama, bizde, yazık ki, başka dünyaların şahıs veya yer isimlerini İngiliz alfabesiyle yazarken, kendi inanç ve kültür dünyamızın isimlerini bile, tarihle ve ortak kültürümüzle herhangi bir bağlantısı olmamasını hedef edinmişçesine, bazı İslamî ıstılahlarla, şahıs ve yer isimlerini, T. Dil Kurumu'nun dayattığı şekilde yazmaya mecburmuşuz gibi bir yaklaşımla, her birisini, bilgisayarlara verilen yazım kurallarına göre yazmak zorunda bırakılıyoruz. Böyle olunca da, 'şehîd' kelimesini 'şehit', ya da, Cihad, câhid, mücahid kelimelerindeki yazılışı yanlış gösterip, bilgisayar yazılımlarına 'cihat, cahit, mücahit' şeklinde yazılma kurallarını dayatan bir TDK uygulamasına istemeyerek de olsa boyun eğiyoruz.. Ama, onların dünyasından meselâ bir Churchill veya Shakespeare kelimelerinde bir yanlış telaffuzunuz olsa veya bir 'harf'i bile noksan yazacak olsanız, kültürsüzlüğünüze verirler.. İnsanın aklına, şair Abdulhak Hâmid'in, Latin harflerinin kabulünden sonra 'Hamit' diye yazılan isminden rahatsızlığını ifade ederken, 'Ömrümüzün sonunda, hem 'ham' olduk, hem de 'it olduk!' şeklindeki yakınması geliyor..
Bu yazım dayatmaları, Ali ile âli, âlim ile alîm, hâmid ile hamîd arasındaki derin farklardan dikkatleri, uzaklaştıran bir tuhaf uygulama..)
*
Evet, gelelim asıl konumuza.. İran'ın, Irak'la savaşta olduğu 1980-88 arası yıllarda, Saddam'ın ideolojik mensubiyeti dolayısıyla 'Baasçı-kafir' olarak nitelediği Saddam ve Irak'taki Baas Partisi diktatörlüğünün sonunu da Amerikan emperyalizmi getirmişti, 2003'te.. Çünkü, 8 yıl süren ve iki taraftan 1 milyona yakın insanın ve insan eseri nice zenginliklerin yok edildiği İran-Irak Savaşı boyunca, Hafız Esed'in lideri olduğu Suriye Baas rejimi dışındaki bütün arab rejimlerinin onca destek vermelerine rağmen başarılı olamayan Saddam, başarısızlığını halkından gizlemek için, Ağustos-1990'da, birkaç saat içinde Kuveyt'i işgal ve de orayı Irak'ın 19. Eyaleti olarak ilhak ettiğini açıklayınca..
Amerika ve bütün Batı dünyası, Osmanlı sonrası Ortadoğu'da kurdukları dengelerin bozulmasına göz yumulamıyacağını bütün bölge ülkelerine de iyice anlatmak için, Irak'a; 1991'deki 1. Körfez Savaşı'ndan sonra 2003'de tekrar saldırdı; Saddam'ın, Amerika'da 11 Eylûl 2001'de New York'da, 'İkiz Kuleler'in vurulması şeklindeki korkunç saldırılarda elinin ve de nükleer veya diğer kitle imha silahlarının bulunduğu gerekçesiyle ve Saddam ve rejimi ve ordusu korkunç şekilde yenildi, Irak'ın sivil Müslüman halkından da yüz binlerce katledildi ve bir süre kaçıp gizlenen Saddam yakalanıp göstermelik bir muhakeme sonunda idâm'a mahkûm edildi ve hüküm de infaz olundu.. Ve o zamandan beri Irak, mâlum, itaatkâr bir havadan dışarı çıkmamaya çalışıyor..
Bütün bu büyük hadiseler olurken, Arab rejimleri Saddam'ın destekçisi oluşlarını onun şerrinden korkmalarıyla izah etmeye çalışmışlardı ve amma; Mısır, Ürdün ve Suriye ordularının İsrail rejimi karşısında korkunç şekilde yenildikleri, Haziran-1967'deki '6 Gün Savaşı' sırasında -Hava generali olan- Hâfız Esed, Saddam'la taa baştan beri Baas ideolojine ve bütün arab ülkelerindeki Baas teşkilatlanmalarına liderlik konusunda birbirleriyle amansız bir düşmanlık içinde olduğundan, Hâfız Esed'in Baasçılığının daha akıllı yöntemleri uyguladığı mesajı veriliyordu arab halklarına.. Halbulki, Hâfız Esed Suriyesi, Suriye'nin buğday ve su ambarı olarak bilinen Golan Tepeleri'ni 1967'den beri işgali altında tutan İsrail rejiminden kurtarmak yönünde hiçbir teşebbüse girmiyordu. O sadece kendi halkını sıkı bir disiplin altında tutuyor ve de Suriye topraklarından bir kısmını ve Tartus limanı başta olmak üzere bazı liman ve diğer yerleri Rusya'ya veriyor; bu arada, petrol yoksunu nadir arab ülkelerinden biri olduğu için çektiği sıkıntıları da, İran- Irak Savaşı'nda, diplomatik olarak İran'ın yanında yer almış olmanın karşılığı olarak İran'dan parasız olarak aldığı petrolle karşılıyor 1982'de Hama'da qıyâm eden Müslüman halkı on binler halinde eziyordu. Bu arada, daha sonra Lübnan- Trablus-Şam'da da Şeyh Said Şa'ban liderliğindeki gelişen 'Tevhîd Hareketi'ni de ezmek için, Lübnan'da en canavarca duygulara sahip olan generallerini gönderiyordu..
Bunları yaparken de, Hâfız Esed'in içerdeki asıl destekçisi, kendisinin de içlerinden yetiştiği ve Lazkiye ve civarında yoğunlaşan Nusayrîler idi. Bu inanç grubu, hem şiî ve hem de 'sünnî' Müslümanlarca, 'İslam-dışı' sayılan ve Hz. Ali'ye ulûhiyet bile nisbet eden ve Suriye halkının en fazla yüzde 10 kadarını teşkil eden bir kesim idi..
Suriye'deki BAAS Partisi diktatörlüğü ise, sırtını en çok da Rusya ve İran'a dayayarak ve de siyonist İsrail rejiminin kendi ülkesine yaptığı bütün saldırılara sessiz kalan Hâfız Esed için asıl hedef, kendi inanç taifesi olan o yüzde 10'luk 'nusayrî' azlığın halk ve ordu içindeki tahakkümünü güçlendirerek, Baas Partisi diktatörlüğünü sürdürmek idi ve Arab ülkeleri başta olmak üzere, diplomasi dünyasında da, Hâfız Esed, 'poker masasına eli boş olarak oturup, sonunda masadan bütün kartları ele geçirerek kalkan esrarengiz bir 'poker oyuncusu' olarak niteleniyordu..
(Bu konuya, gelecek yazıda da devam..)
Selahaddin Eş / Çakırgil
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.