AUZEF Sosyoloji - Psikolojiye giriş ders notları- 3
İNSANIN EVRİMSEL VE BİYOLOJİK TEMELLERİ
3.1. Giriş
Galaksinin uzak bir köşesinde, evrende yaşayan pek çok zeki türün üyelerinin de bulunduğu bir partiye katıldığınızı varsayın. Her sosyal etkileşimde olduğu gibi, önce yeni tanıştığınız varlıklara kendinizi tanıtmanız gerekir. Ne dersiniz? Olası bir başlangıç şöyle olabilir; "Merhaba! Ben bir insanım. İsmim Asuman."
Bu basit iki cümle, sizin mensup olduğunuz türün özelliklerini taşıdığınızı belirttiği gibi, aynı zamanda sizin Asuman adını taşıyan bağımsız bir varlık olduğunuzu, bazı bakımlardan diğer insanlardan farklı ve özgün bir birleşim olduğunuzu ifade eder. Gerçekten de böyledir, hepimiz bütün insanlarla aynı özellikleri paylaşırız ama aynı zamanda her şeyiyle bizim tıpkımız olan bir başka canlı da yoktur.
Birinci bölümde psikolojinin tanımını yaparken, psikolojinin bir insanın diğer insanlarla neden/nasıl benzer ve neden/nasıl farklı olduğunu açıklamakla ilgilendiğinden söz etmiştik. Bu bölümde insanların hem birbirine benzer ve hem de farklı oluşlarının arkasında yatan biyolojik bazı etmenlerden ve bunların türün yeni üyelerine nasıl aktarıldıklarından söz edeceğiz.
3.2. Biyolojik-Fizyolojik Etmenler
Hemen herkes günlük hayatı içerisinde, vücudunda olup bitenler ile psikolojik durumunun birbirini nasıl etkilediğini deneyimlemiştir. Başı ya da midesi ağrıdığı zaman dikkatini yoğunlaştırmakta güçlük çekmek gibi veya üzücü olaylar olduğunda mide sıkıntılarının/baş ağrılarının başlaması gibi. İnsanın bedeni, zihni ve davranışları birlikte ve etkileşerek işlev görürler. Dolayısıyla insanların biyolojik ve fizyolojik özelliklerini bilmek ve nasıl işlev gösterdiklerini anlamak, psikolojik özelliklerini ve işlevlerini anlayabilmek için gereklidir.
Bedenimiz normal işlevlerini yerine getirdiği zamanlarda, vücudumuzda sürekli olan ve sabit bir şekilde devam eden karmaşık faaliyetlerin farkında bile olmayız. Hücreler işlevlerini yerine getirir ve kendilerini yenilerler; organlar ve bezler sindirim ve büyüme gibi faaliyetleri düzenlerler; duyu organları çevrede olup bitenleri aktarır; zihnimiz bunları işler; bedenin içinden ve dışından gelen uyarımları düzenler; bunlara göre yapar, eder, düşünürüz. Vücudumuz görme, işitme, düşünme, hissetme ve hatırlamada önemli rol oynayan farklı sistemlerin birbirleriye eş güdümlü olarak çalışmasını nasıl sağlamaktadır?
Genel olarak insan vücudu, davranışları ve işlevleri düzenlemek ve bütünleştirmek için iki temel sisteme sahiptir; mesajları sinir akımı şeklinde ileten sinir sistemi ve kan dolaşımı içine kimyasal mesajlar salgılayan çeşitli bezlerden oluşan iç salgı sistemi.
3.2.1. İç Salgı Sistemi (Endokrin Sistem)
İç salgı sistemi, kan dolaşımına hormon denilen kimyasal ileticiler üreten ve salgılayan bez ağıdır. Birçoğunun ismini gündelik hayat içinde siz de duymuşsunuzdur: Tiroid bezi, hipofiz bezi, erbezleri (testisler) ya da yumurtalıklar gibi. İç salgı bezleri sistemi insanlar için son derece hayati pek çok süreci düzenler. Bu sistem aynı zamanda bağışıklık sistemini etkileyerek organizmanın yaşamını korur; cinsel uyarılmayı düzenleyerek, üreme hücrelerinin ve anne sütünün üretimini başlatarak canlılığın sürdürülmesini sağlar.
İç salgı bezleri ve hormonlar psikologlar için iki temel nedenden ötürü özellikle dikkate değerdir. Bu nedenlerden birincisi insan gelişiminin belirli aşamalarında hormonların sinir sistemini ve vücut dokularını düzenlemeleri, o dönemde bulunan insanlarda ortak davranış ve eğilimlerin ortaya çıkmasını sağlamalarıdır. Ergenlik döneminde ve menopozda olduğu gibi. Ayrıca hormonal etkinlikler bedensel büyümeyi başlatır ve durdururlar. İkincisi ise, hormonların gündelik hayatta çok sayıda davranışı başlatmaları, sürdürülmesini sağlamaları ve düzeyini belirlemeleridir. Farkındalık-uyarılma düzeyi, heyecanlar, cinsel davranışlar ve eğilimler, dikkat yoğunlaştırma, saldırganlık, stres tepkileri gibi. Ruh halindeki değişimlerin temelini oluştururlar. Bedenin kendi enerjisini kullanma oranı olan metabolizmayı dengelerler. Kimi durumlarda bazı hormonlardaki radikal değişmeler örneğin depresyon belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olabilir.
İç salgı bezleri nasıl ve ne zaman harekete geçerler? Beyindeki en küçük parçalardan biri olan hipotalamusun bir işlevi de iç salgı bezi sistemi ile merkezi sinir sistemi arasında bilgi aktarımı yapmaktır. Hipotalamustaki özelleşmiş hücreler, diğer beyin hücrelerinden aldıkları hormon üretimi ile ilgili mesajları hipofiz bezine iletir ve hipofiz bezi kendisi veya diğer gerekli bezlerin üretim yapmasını sağlayacak mesajları aktarır. Bezler, kan dolaşımındaki kimyasal madde seviyelerine de duyarlıdırlar. Hormonlar kana salgılandıktan sonra, belirli özelleşmiş alıcıları olan uzaktaki hücrelere seyahat ederler. Çok sayıda ancak kendileri için ön tanımlı olan organları ya da dokuları etkilerler ve çok sayıdaki biyokimyasal süreci düzenlerler. Bu çok yönlü iletişim sistemi, kan şekeri ve kalsiyum seviyesinin sabit tutulması, karbonhidrat metabolizması ve bedensel büyüme gibi yavaş ve sürekli süreçlerin düzenlenmesini sağlar. Aynı zamanda ani durumlarla baş etmemizde de işlev görür, örneğin tehlikeli ya da stresli durumlarda adrenalin salgılanarak enerji artışı sağlanır ve kaçmak-korunmak mümkün olur.
İç salgı bezleri vücudun çeşitli yerlerine dağılmıştır. Örneğin hipofiz bezi beyinde bulunur, tiroid ve paratiroid bezleri gırtlak bölgesinde, böbrek üstü bezleri (adrenaller), böbreklerin üst kısmındadır.
Şimdi gündelik işlevlerin sürdürülmesinde hayati önemi olan ve aslında ruh durumumuzu doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen bazı bezlere, ürettikleri hormonlara ve işlevlerine yakından bakalım.
3.2.1.1. Hipofiz Bezi
Hipofiz, pek çok sayıda farklı hormon üreten ve vücudun işleyişi üzerinde büyük bir etkisi olan bir bezdir. Beynin alt kısmında yer alır; hipotalamus ile bağlantısı vardır ve sinir sistemi ile iç salgı sisteminin etkileşerek çalışmasını sağlamaktadır.
Ön hipofiz diğer iç salgı bezlerinin faaliyetlerini tetikleyen çok sayıda hormon üretir. Aynı zamanda büyüme hormonu üreterek vücudun büyüme miktarını ve zamanlamasını düzenler. Arka hipofiz ise kan basıncı ve su dengesinin düzenlenmesini ve cinsel özelliklerin kazanılması ve sürdürülmesi, annelik, süt üretimi gibi işlevlerin yürütülmesini sağlayan hormonlar üretir. Bazı doğum kontrol hapları, arka hipofizin ilgili hormonu üretimini engelleyerek yumurta salınımını ortadan kaldırır.
3.2.1.2. Tiroid Bezi
Gırtlağın hemen altında bulunan bu bez, vücut metabolizma oranını düzenleyen tiroksin hormonunu üretir. Metabolik düzey tüketilen yiyeceğin gerekli enerjiye ne kadar hızlı ya da yavaş dönüştüğünü belirler. Böylece, kişinin ne kadar canlı/enerjik olduğu, şişman ya da zayıf olma eğilimi taşıdığı da etkilenmiş olur. Aşırı faaliyet gösteren tiroid bezi, dikkat yoğunlaştırmada zayıflama, aşırı heyecan, uyku bozuklukları, yorgunluk gibi sonuçlar doğurur. Ayrıca, tiroid bezinin içine gömülmüş, paratiroid bezleri, kan ve doku sıvılarında bulunan kalsiyum ve fosfat düzeylerini düzenlerler.
3.2.1.3. Pineal Bez
Beyinde bulunan pineal bez, gün boyunca organizmanın etkinlik düzeyini ayarlar. Pineal bez ışık ile uyarıldığında (isterseniz güneş doğunca diye düşünebilirsiniz), bu bez melatonin hormonunun üretimi azaltmakta, böylece vücut ısısı yükselmekte ve organizmanın etkinlik düzeyi artmaktadır. Işık azaldığında/gece olduğunda ise, melatonin salgısı arttırılmakta ve vücut ısısı düşerek organizmanın etkinliği yavaşlamaktadır.
Bu açıklanan bezler dışında, pankreas, gonadlar (erkeklerde testisler ve kadınlarda yumurtalıklar), böbrek üstü bezleri gibi insanın etkinlik düzeyi, davranışları ve zihinsel etkinlikleri üzerinde doğrudan ve dolaylı etkilerde bulunan başka bezler de bulunmaktadır.
İnsan davranışlarının biyolojik temellerini kavrayabilmek için bir diğer konu sinir sisteminin anlaşılmasıdır. İç salgı sistemini incelerken de görülebileceği gibi sinir sistemi ve iç salgı sistemi karşılıklı etkileşim içinde çalışır. Ancak, günümüzde, beyin ve sinir sistemi ile ilgili çalışmalar, teknolojinin ilerlemesi ve sinir bilim alanında yürütülen çok sayıda araştırma yürütülmesi ile hatırı sayılır bir bilgi birikimi oluşturduğundan bu konuyu ayrı bir bölüm olarak ele alacağız. Bu yüzden bu alt bölümde yalnızca iç salgı sistemi (endokrin sistem) üzerinde durulmuştur. Duygular, heyecanlar ve motivasyonla ilgili bölümlere geldiğimizde iç salgı sistemini hatırlamamız ve etkilerini yeniden gözden geçirmemiz gerekecektir.
3.3. Kalıtımsal Etmenler
İnsanlar biyolojik ve fizyolojik olarak birbirlerine fazlasıyla benzerler. Her şeyden önce bağımsız bir tür sıfatını hak etmek üzere, bir diğer tür ile kıyaslandığında (kuşlar ile mesela), aynı fizyonomik özellikleri taşırlar, belirli bir beden yapısı, belirli işlevlere özelleşmiş organlar gibi. Psikolojik özellikler açısından bakarsak, her insan kişi, belirli zihinsel işlevlere (hafıza gibi), belirli davranış eğilimlerine (gruba uyma davranışı gibi) ve belirli psikolojik yapılara (kişilik gibi) sahiptir.
Ancak beri yandan insanlar hem psikolojik ve hem de biyolojik yapıları bakımından çeşitlilik gösterirler. Farklı kişilik yapısı kombinasyonlarına sahiptirler; zihinsel işlevlerini kullanma düzeyleri birbirilerinden farklıdır; organ kapasiteleri, bazı fizyolojik özellikleri farklıdır. Örneğin herkesin kanında kolesterol bulunur ama bazı insanlarınki çok daha fazla olur.
Bu benzerlik ve farklılıkları açıklamanın bir yolu, hangi özelliklerin kalıtımsal olarak aktarıldığı ve hangi özelliklerin ise çevresel etmenler yoluyla edinildiğinin incelenmesi olarak görülmüştür.
3.3.1. Kalıtım-Çevre Tartışması Neden Önemlidir?
İnsan davranışlarının kökenlerinin açıklanması bakımından çok önemli bulunan ve kalıtım-çevre; doğa-bakım/yetiştirme adlarıyla bilinen bu tartışma, edebiyat eserlerinde yazarlar tarafından ve felsefeciler tarafından sık sık ele alınmış bir konudur. Örneğin, ülkemizde aynı isimli sevilen bir sinema uyarlaması yapıldığı için iyi bilinen Cengiz Aytmatov'un "Selvi Boylum Al Yazmalım" isimli eseri bu tartışmayı bir aşk hikâyesi üzerinden inceleyerek gündelik yaşam içindeki bazı sonuçlarını tartışmaktadır.
Bu tartışma, bir insanın özelliklerinin tamamını kalıtım yoluyla aktarılması veya boş bir levha olarak dünyaya gelmesi ve her özelliğini yaşadığı çevre yoluyla edinmesi iki ucundan oluşan bir eksen üzerinde gezinen bir sarkaç olarak hayal edilebilir. Eğer tüm özelliklerimiz kalıtımsal olarak aktarılıyorsa, o zaman görece değişmezdirler. Eğer içinde yaşadığımız ortam nedeniyle ediniyorsak o zaman ortam değişince değişebilirler. Farklı özellikler için farklı cevaplar verilebileceğini düşünebilirsiniz. Ancak hangi özelliklerimizi kalıtımsal olarak aldığımız ve hangi özelliklerimizi yaşadığımız çevre içinde edindiğimiz meselesine verilen cevaplar, süregeldiği yüzyıllar boyunca (gerçekten de bir kaç yüzyıldır sürmektedir) çağların ekonomik, sosyal, politik ve kültürel genel özelliklerine göre değişkenlik göstermiştir.
Şöyle düşünelim, eğer "asil sülaleler" var olacaksa, o hâlde bu insanların daha üstün nitelikli olmalarını sağlayan özellikleri, kalıtımla aktarılmış ve sabit/değişmeyen özellikler olmalıdır. Ancak bu yolla belirli bir ailenin asırlar boyu yönetimi elinde tutmasını sağlayan bir meşruiyet zemini oluşabilir. Çünkü eğer her insan uygun çevre koşullarına maruz kaldığında üstün özellikler edinebiliyorsa, asil sülalelerin bir değeri/anlamı olmaz. İnsanların iyi beslendikleri, iyi eğitim gördükleri, sevgi ve ilgi ile yetiştirildiklerinde aileleri hangi sosyal sınıfa mensup olursa olsun onlarla aynı kaderi paylaşmak zorunda olmadıklarını kabul etmek, hem farklı toplumsal yapılanmalardan kaynaklanır ve hem de farklı toplumsal düzenlemeleri doğurur. Bir diğer ifade ile, hizmetçinin oğlundan kral/sultan olamazdı ama günümüzde devlet başkanı olabilmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, örneğin 19. yüzyılda İngiliz felsefecisi J. Locke'un görüşlerini veya 20.yüzyılın başlarında, Amerika kökenli bir psikoloji akımı olan davranışçılığı daha doğru konumlandırmak mümkündür. Aynı zamanda Aytmatov'un romanında bu soruya verdiği cevabı da üzerinde yaşadığı zemin ve zaman üzerinden anlamlandırabiliriz.
Günümüzde, gündelik hayatta pek çok özelliğin ve davranışın yalnızca çevresel etmenler yoluyla edinildiği görüşü popüler bir eğilim olsa da, artık psikoloji alanındaki araştırmalar durumun tam olarak böyle olmadığı doğrultusunda sonuçlar vermektedir.
Yaklaşık son 30 yıldır, doğuştan getirdiğimiz bazı sabit özellikler ve eğilimlerimizin olduğu ancak bunların içinde yaşadığımız çevresel olanaklar ile şekillendiği kabul edilmekteydi. Bir diğer ifadeyle, kalıtım ya da çevreden hangisinin daha belirleyici olduğundan çok, hangi alanlarda, hangi gelişim dönemlerinde, hangi işlevler için birbirlerini nasıl etkilediklerinin incelenmesinin daha önemli olduğu vurgulanmaktaydı. Hala kalıtım-çevre tartışmasının bu şekilde cevaplanması baskın olan eğilimi yansıtmaktadır. Hatta en azından psikoloji bilimi için, bu tartışmanın adı "kalıtım-çevre etkileşimi sorunu"na dönüşmüştür.
Ancak önümüzdeki 25 yıl içinde yeni eğilimler ortaya çıkacak gibi görünmektedir. Bunları anlayabilmek için kalıtım denildiğinde tam olarak neyin kasıt edildiğini bilmemiz; genetik ve epigenetik kalıtım ile davranışsal genetik konularına bir göz atmamız gerekmektedir.
3.3.2. Kalıtım: Genetik ve Epigenetik
Kalıtım, ebeveynlerimiz aracılığı ile bize aktarılmış olan fiziksel ve psikolojik özellikleri tanımlar. Kalıtımın ve evrimin en iyi bilinen boyutu genetik boyutudur. Ancak yeni araştırmalar, kalıtımın yalnızca genetik aktarımdan ibaret olmadığını göstermektedir. Aynı zamanda insan genomu projesinin sonuçları genlerin sanıldığından çok daha az sabit ve çok daha etkileşim içinde işlev gösteren yapılar olduğuna işaret etmektedir. Şimdi kalıtım - çevre tartışmasında yeni ufuklar açabilecek bu bilgileri gözden geçirelim.
Genetik, biyolojik varlıklar arasında bilgi akışını sağlayan temel bir sistemdir. Genetik olarak ortaya çıkan pek çok özelliğin DNA'mız içinde saklanan uzun bir evrimsel geçmişi vardır. Bu, bizim ebeveynlerimiz vasıtasıyla aldığımız genetik bilgileri yalnızca onlardan değil, hem onların atalarından ve hem de bir tür olarak bizden önce gelen türlerden aldığımız anlamına gelir.
Genetik bilgi, genler yoluyla taşınır. Döllenme esnasında, bir yumurta ve bir sperm birleşerek zigot adı verilen tek bir hücre oluştururlar. Bu hücre, her biri orijinal kodun bir kopyasını içeren trilyonlarca hücreden oluşan bir insana dönüşecek şekilde büyümeyi düzenleyen talimatları barındırır. Her bir insan hücresinin çekirdeği, deoksiribonükleik asitten (DNA) oluşan ipliksi yapılar olan kromozomları içerir. Genler bu bilgiyi taşıyan ve aslında kısa DNA parçaları olan ünitelerdir. Bunlar hücreleri çoğalmaya ve proteinleri birleştirmeye yönlendirir.
1990'lı yıllarda başlayan İnsan Genomu Projesi, bu alandaki çalışmaları etkileyen önemli sonuçlar ortaya koymuştur. Bu proje, insan genomunun yani "insan organizmasının oluşumunu başlatan proteinlerin yaratılması için gelişimsel talimatlar dizisinin eksiksiz bir haritasını çıkarma" amacıyla yürütülmüştür. Ancak bu projenin en önemli sonuçlarından biri, insanların sanıldığından çok daha az gen sayısına (yaklaşık 20.500) sahip olduklarının belirlenmesi olmuştur.
Bunun anlamı şudur: insan vücudundaki proteinlerin miktarı, genlerin miktarından çok çok daha fazladır. Dolayısıyla daha önceden sanıldığı gibi, her bir gen otomatik olarak bir proteine dönüşmemekte, az sayıda gen çok sayıda proteini oluşturmak için işbirliği yapmaktadır. Dolayısıyla genler bağımsız olarak hareket ederek hücrenin yapı taşı olan proteini oluşturan ve çevrelerinden habersiz üniteler değildirler, daha çok işbirlikçi davranan yapılardır. İnsan genomu, her biri bağımsız genler grubundan çok, hem kendi arasında ve hem de vücudun içinde ve dışında genetik olmayan etmenlerle de işbirliği yapan pek çok genden oluşmaktadır. Bir genin proteinleri bir araya getirmek için "harekete" geçmesi de aslında bir işbirliğidir.
Genetik ifade (yani genlerin faaliyeti) çevrelerinden etkilenmektedir. Örneğin kanda dolaşan hormonlar hücreye girerek genleri harekete geçirebilir veya durdurabilirler. Hormonların üretimi ise, daha önce anlatıldığı üzere, ışık, gün uzunluğu, beslenme gibi çevresel koşullardan etkilenir. Çok sayıda çalışmada hücrenin dışındaki harici olayların yanı sıra kişinin ve hücre içinde meydana gelenlerin gen ifadesi üzerinde etkili olduğunu gösterilmiştir. Bir diğer ifadeyle genler işbirliği yaparak işlev görmekte ve kişilerin özelliklerini, yalnızca taşıdıkları doğrultusunda tek yönlü bir şekilde değil de daha çok çevresel etmenlerle etkileşim içinde belirlemektedirler.
Epigenetik Kalıtım
İnsan bir hücredeki (zigot) genetik bilginin defalarca kopyalanarak büyümesi ile oluşuyorsa, yani her hücrenin genetik kodu aynıysa farklı hücresel yapılar nasıl ortaya çıkar? Yani böbrek hücreleri, kas hücreleri, beyin hücreleri … birbirlerinden nasıl farklılaşır?
Bu farklar, her hücre tipinin gelişimi sırasında gerçekleşen olayların, faal hâle gelen genleri ve bu genlerin ürünlerini etkileme ve etkileşim içine girme şekillerini belirlemesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Özelleşmiş birçok hücre, kendine özgü yapısını koruyabildiği gibi bunu yavru hücrelere de aktarır. Yani organlar gelişirken DNA dizileri sabit kalmış olsa da, kendilerinden türeyen hücrelere bu değişiklikleri aktarırlar. Bu hücresel düzeyde gerçekleşen ve genin çevresiyle etkileşimi yoluyla oluşan yeni bilgilerin aktarımının epigenetik kalıtım sistemleri yoluyla olduğu kabul edilmektedir. Epigenetik kalıtım sistemleri, aynı zamanda, gen faaliyetinin dağılımından ve hücre durumlarının sürdürülmesinden ve aktarılmasından sorumlu sistemleridir.
Hücre metabolizmasının insanın hem iç ve hem de dış çevresinden kaynaklanan etmenlere duyarlı olduğunu ve hatta bu etmenlerin hücrenin genetik ifadesini değiştirebildiğini biliyoruz. Şimdiye kadar, genlerin sonradan biriktirdikleri bu bilgilerin yeni kuşaklara aktarılmadan önce sıfırlandığı düşüncesi hâkimdi, ancak son araştırmalar genlerin birbirleri ve dış çevreyle olan etkileşimleri sonucu ortaya çıkan genetik ifade değişimlerinin yeni kuşaklara aktarılabildiğini göstermektedir.
Epigenetik kalıtım sistemlerinin mevcut olması, DNA'dan başka kalıtsal bir aktarım yolu daha bulunduğunu, bu sistemin çevreyle etkileşim yoluyla ortaya çıkan genetik ifade değişikliklerini türün yeni üyelerine aktarabildiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Psikoloji için bu bulgular, kalıtım dediğimiz ve sabit olduğunu varsaydığımız aktarım sistemlerinin yalnızca DNA aktarımdan ibaret olmadığı için aslında iç ve dış etmenlerle etkileşim içinde gelişebildiğini ve hücre düzeyinde bile olsa, bireyin yaşamları boyunca geçirdikleri değişimleri yeni kuşaklara geçirebildiklerini göstermektedir. Dikkat edilirse bu durum kalıtım-çevre tartışmasına yeni boyutlar getirme potansiyeli taşımakta, kalıtım ile çevre etkilerinin birbirinden ayrılabilirliği üzerinde daha iyi düşünmeye teşvik etmektedir. Epigenetik kalıtımın insanların ve diğer canlıların evrimindeki rolü üzerinde araştırmalar sürmektedir.
3.3.3. Davranışsal Genetik
Davranış genetiği, kalıtım ve çevrenin insan özellikleri ve gelişiminde görülen bireysel farklılıklar üzerindeki etkisinin araştırıldığı alandır. Bu alan, genetiğin ya da çevrenin bir kişinin özelliklerini ne kadar etkilediği ile ilgilenmez. Bunun yerine, insanlar arasındaki farklılıklardan neyin sorumlu olduğunu, bir diğer ifadeyle, hangi kombinasyonlar nedeniyle, ne ölçüde farklılık gösterdiklerini bulmaya çalışır.
Bu konudaki çalışmalar ağırlıklı olarak, ikizler ve evlat edinilmiş çocuklar üzerinden yürütülmektedir. İkiz çalışmalarında, tek yumurta ikizlerinin (genetik olarak birbirinin aynı olan) davranışsal benzerlikleri ile, çift yumurta ikizlerinin (aynı rahmi paylaşmanın dışında bir genetik aynılığı olmayan) davranışsal benzerlikleri karşılaştırılır. Evlat edinme çalışmalarında ise, evlat edinilmiş çocukların onları yetiştiren ebeveynlere benzerlikleri ile, biyolojik ebeveynleri ile olan benzerlikleri karşılaştırılır.
Bu tür araştırmalar kalıtım-çevre etkileşimi tartışmasına yeni boyutlar eklemiştir. Bunlardan en önemlisi, ailelerin kendi genetik eğilimleri nedeniyle ortaya çıkan tercihlerinin bir sonucu olarak çocuklarına bu tercihlerine uygun yetiştirme koşulları sunmalarıdır. Örneğin aile üyeleri kendi yatkınları gereği müzikle yakından ilgileniyorsa, yaşama düzenleri bu duruma uygun olduğu için, çocukta bu tür fırsatlar içinde büyümektedir. Bu durumda çocuğun gerçekten kalıtımsal olarak müziğe yatkın olması kadar, müziğe odaklı bir çevrede büyümüş olması onun yetenek ve ilgilerini açıklayabilir.
Bir diğeri, çocuğun bazı yapısal özelliklere sahip olması nedeniyle, çevreden gelen belirli uyaran türlerine diğerlerinden daha çok maruz kalmasıdır. Örneğin huzursuz mizaçlı bebekler daha az olumlu sosyal etkileşimle karşılaşırlar ve sakinleşmekte güçlük çektikleri için bu özellikleri pekişir. Bu durum onların huzursuz mizaca sahip olmaları kadar, maruz kaldıkları çevresel olanaklarla da ilgilidir.
Bir üçüncüsü ise, çocuk belirli bazı eğilimlere sahipse, bunları destekleyecek çevresel ortamları arar ve onlarla etkileşime girmektedir. Örneğin cana yakın çocuklar, utangaç çocuklara oranla daha çok sosyal ortamlara girmeyi tercih ederler veya müzik yeteneği olan bir çocuk, bu tür ortamlarda bulunmayı tercih eder, benzer özellikleri olan arkadaşlar edinir.
Bu üç özellik kalıtımsal etmenlerin çevresel özelliklerle nasıl etkileştiklerini ortaya koymaktadır. Hatta kimi durumlarda kalıtsal olarak aktarılan özelliklerle, çevresel etkilerle ortaya çıkan özelliklerin karıştırılabilmesine neden olabilmektedir.
Davranışsal genetik araştırmalarının ortaya koyduğu bir diğer önemli boyut, özellikle ikizler ve kardeşler üzerinde yapılan çalışmalarda, çevresel etmenlerin paylaşılan ve paylaşılmayan çevresel deneyimler olarak ayrılmasıdır. Paylaşılan çevresel deneyimler, ebeveynlerin kişilikleri, ailenin sosyo-ekonomik ve sosyo kültürel düzeyi gibi her iki kardeşin ortak olarak etkilendikleridir. Buna karşın, paylaşılmayan sosyal deneyimler, örneğin arkadaşlar, öğretmen ve ebeveynlerle kurulan bireysel ilişkiler gibi, bir çocuğun kardeşiyle paylaşmadığı deneyimlerini içerir. Yakın zamanlarda pek çok araştırmacı, bireysel farklılıkları açıklamada paylaşılmayan çevresel etmenlerin önemine vurgu yapmaya başlamıştır.
3.3.4. Epigenetik Görüş
Epigenetik görüş ise, epigenetik kalıtım sistemleri hakkında biriktirilen bilgilerden yola çıkarak, kalıtım ve çevre arasında iki yönlü ya da karşılıklı bir alışverişin süregeldiğini ifade eder. Klasik kalıtım çevre etkileşimi görüşünde, kalıtım, çevreden yararlanma olanaklarımızı belirleyen tek yönlü bir kaynak olarak ele alınmaktadır. Bir diğer ifadeyle, kalıtım ile aktarılan özellikler görece sabittir; içinde yaşadığımız ya da maruz kaldığımız koşullar (çevre)bu potansiyelden yararlanma düzeyimizi tayin eder.
Epigenetik görüş ise, bu ilişkinin bir etkileşim olduğunu, yani kalıtım ve çevrenin birbirlerini karşılıklı olarak etkileyip değiştirdiklerini savunmaktadır. Bir özelliğin ortaya çıkışında kalıtım ve çevrenin göreceli katkılarını, şu kadarı çevreden şu kadarı kalıtımdan gibi toplanabilir olarak düşünmemelidir. Ayrıca, tam genetik ifadenin bir seferde, döllenme veya doğum esnasında meydana geldiğini ve bundan sonraki genetik mirasımızın bizi ne kadar idare edeceğini görmek için dünyaya taşıdığını söylemek doğru değildir. Bu yeni görüşe göre, karmaşık davranışlar, insanlara belirli bir gelişimsel yöne eğilim sağlayan bazı genetik yüklemeleri içerirler. Ancak gerçek gelişim, miras aldığımız genlerin karışımı kadar karmaşık bir başka unsuru, çevreyi gerektirir. Çevresel etkiler, ebeveynlik, aile dinamikleri, eğitim gibi "yetiştirme" olarak ele alınan etmenlerden; virüsler, doğum komplikasyonları, hatta hücrelerdeki biyokimyasal olaylar gibi biyolojik etmenlere kadar uzanır.
Genetik ve epigenetik araştırmalardan elde edilen sonuçlar, kalıtım çevre etkileşiminin şimdiye kadar varsayılandan karmaşık, ikisinden birinin tek yönlü etkisine dayanmaktan çok birlikte ve etkileşerek gelişen etmenler olduklarını ortaya koymaktadır. Ancak bu etkileşim birinin etkisi-diğerinin tepkisi… zinciri içinde değil de, daha çok belirli özel bir koşullarla tanımlanan ve her durumda işbirliği yaparak ve birbirlerini dengeleyerek işlev gördükleri anlamına gelmektedir. Daha sonraki bölümlerde anlatılacak olan gerek beyinin ve gerekse gelişimsel süreçlerin "plastik (biçim değiştirebilir)" oluşu, aslında bu işbirliğinin nasıl oluşabildiğini de göstermektedir.