Musa ve Hızır: Ölüm Allah’ın emri lakin insan sorumludur
Hz. Musa'nın ölümlerle sınanmasının anlamı ne idi? Allah'ın cami'ü'l- esma (zıt anlamlı isimlerin toplamı) olduğunu idrak tevhidi anlamanın en önemli merhalesini teşkil eder. Deist Tanrı telakkisi veya pagan inançları ile dinin yaşadığı çatışma burada odaklanır. Tanrı'yı tek yönlü bir şey veya uzak-soyut ilke şeklinde telakki etmek varlığı olduğu hal üzere açıklamada yeterli değildir. Allah bütün var olanların yaratıcısı, onların fiillerini meydana getiren gerçek fail olarak kabul edilirse tevhit anlamını bulmuş olur. Tevhidin idraki çetin olan kısmı burasıdır ve insan bir çelişkiye düşmeden bunu anlayamaz: inancın aklı aştığı yer de burasıdır. Yolculuktaki en önemli husus insanın doğal ahlakı ve tecrübî aklını aşabilecek şekilde Allah ve insan ilişkilerini 'ölümler' üzerinden yorumlamaktı.
Birinci ölüme bakalım: Firavun masum insanları katletti, sonra Allah Musa'yı onun sarayında büyüttü. Bütün tedbirlerine rağmen Firavun'un korktuğu başına geldi: İsrail oğullarındaki durum nasıldı acaba? Onlar da katillerine derin kin duyuyor, büyük acıların sonucunda nesilden nesle aktarılan travma yaşıyorlardı. Böyle bir zülum insanlarda kin, nefret, eziklik gibi ahlaki hayatı yok eden duyguların sebebidir. Allah'ın muradı ise intikam ve kin ile cevap vermeleri değil, onların travmadan kurtulmalarını sağlayarak ezilmiş kişiliklerini ve tahrip olmuş ahlaklarını tazelemek, onları başka bir istikamete sevk ederek ahlak ve iman sükunetiyle hakikate yönlendirmekti. O zaman mesele sadece Firavun ve ailesinin zülmunu engellemek değildi! Din için mesele zulme uğrayan insanların 'insani değerlerinin korunması idi.'
Her iki taraf sorunu kendi cihetinden görebilirdi: Biri 'iktidarımı korudum, haklıyım', öteki 'ben mazlum ve masumum' diyecekti. Alemlerin rabbi Allah hadisenin tümünü bize gösterdi: zalim ne kadar hayırdan nasipsizse mazlum da intikam ve kin duygularıyla hareket ederse zalime benzer, o da hüsrana uğrar. Ömrü tüketen nefret ve intikam duygusu gerçekte zülmun en pasif hali olsa bile en yıpratıcı ve tehlikelisidir. Allah Firavun'un zulmüyle körelttiği akıllarını ve gönüllerini aydınlatmak isteyince, ölümün anlamını onlara öğretti. İnsanlar 'bizi bir zalim katletti' diye ağladıkları sürece özgür hareket edemeyecek, başlarını tarihten kaldıramayacak, düşünemeyecek, gizliden gizliye zalimlere ve katillere öykünecek, kin ve nefret tarafından yönlendirilecekti. Allah İsrail oğullarını tarihin ağır yükünden arındırsın diye Musa'ya ölümün anlamını öğretti.
Firavun sarayını korumak için insanları öldürdü. Musa ise kavminden birini korumak için birini öldürdü; 'ölümüne vesile oldu' diyebiliriz. Birini korumak için birini öldürmekle Musa ilk öldürenle veya ölümle ilk irtibatı kurdu. Allah ona öldürmenin ne olduğunu ve birini öldürürken insanın duygularının ne olduğunu gösterdi; hayata olan sevgisini fark ederek hayata doğru kaçtı. Firavun'un ne yaşadığını bilmiyoruz fakat Musa hayatından endişe edince Firavun'un halini idrak etti. Firavun öldürdü çünkü korkuyordu; Musa birinin ölümüne vesile olunca öldürülme korkusunu anladı. Musa 'insan niçin öldürür?' sorusunun cevabını biliyordu. Basit bir nedenle bile insan ötekini öldürebilir; bu nedenle Allah'a sığınmaktan başka çare yok.
Hz. Musa Hızır ile tanıştığında esas büyük mesele ortaya çıktı. Ortada hiçbir neden yokken Hızır birisini öldürdü ve 'bu rabbimin emrindendir' dedi. Halbuki Musa öldürmek hakkında 'şeytanın işi' demişti. İslam şeytanı bir özne saymadığı için bu cümlenin ne demek olduğunu anlamak Hızır'ın cümlesi kadar zordur: şeytan kimdir ki onun ölüme dahli olsun? Hz. Hızır Rabbinin emrinin dışında bir şey olamayacağını göstermek üzere birini öldürdü. Hadisenin bu kısmını çözümlemek veya anlamak mümkün değildir. Lakin esas soru şudur: Ölümü 'şeytanın ameli' diyerek açıklamak eksik açıklama idi; yapılması gereken, Allah'ın emri dahilinde hayrı ve şerri bulabilmek idi. Hızır bunu öğretti.
Ehl-i sünnet bilginleri dini hayatta sorumluluk meselesi ile ilahi kader arasında daralan düşüncelerini pragmatik yolla çözmekten başka çare bulamadı. Haddi zatında burada yaptığımız tahlil de Ehl-i sünnet'in kulların fiilleri karsısında ilahi iradenin yeri sorunsalıyla alakalıdır. Mutezile düşünürleri sorumluluğu kula yükleyebilmek için ilahi sıfatların hayata müdahalesini sınırladılar. Herhangi bir iyi fiil bizim aklımızla bildiğimiz ve irademizle yaptığımız fiil iken kötülük seçimimiz ve eylemimizdir. Fiillerin faydası ve zararı bize döner. Buradaki çelişki insanı özgürleştirirken ilahi sıfatları ve Tanrı'nın alanını daraltılmasıydı. Mutezile bunu kabullendi: insan özgür olsun diye Tanrı'nın ve sıfatlarının alanını daraltılmak yegane çare idi. Ehl-i sünnet için ise esas ve gerçek mesele Tanrı'nın kudretinin idrak etmekti. Tanrı mutlak kadirdir, O'nun bilgisi her şeyi belirler. Her durumda hayır ve şer ilahi kaderce belirlenmiştir. O zaman büyük soru ortada kalır: Bizim sorumluluğumuz nedir?
Ehl-i sünnet'in en büyük paradoksu tam budur: Onu sorumluluğu reddeden cebri ekolden ayrıştıran şey de buradaki tavrıdır. Ehl-i sünnete göre kulun eylem alanı hiçbir zaman sınırlarını çizemeyeceğimiz bir belirsizliktir. Bununla birlikte insan sorumludur: Ölüm Allah'ın emridir fakat insan sorumludur. Ehl-i sünnete göre hadiselerin Allah'ın kudreti ve bilgisine göre cereyan etmesi sorumluluğu kaldırmak için değil, yaşadığımız hadiselere gömülmek yerine onlardan Allah'a intikal edelim diyedir. Başa dönersek Firavun yapıp ettiklerinden olduğu kadar fiillerin Allah'ın iradesiyle gerçekleştiğini itiraf edemediği için de sorumludur. Belki onun esas büyük günahı ve suçu bu idi: Allah'ı hesaba katmamak! O'nun esas zülmu Allah'a fail olarak bakmamaktan ibaretti. Hz. Musa ise Allah'a döndüğü ve tövbe ettiği için hata ile işlenmiş fiil maksadına ulaştı: Hızır ise herhangi bir filin ne olduğunu bize göstermek zere ölümü vesile oldu.
Ekrem Demirli