Suriye'de yeni çatışma hatları
Dera operasyonu, iç bölgelerdeki diğer öncüllerinden farklı olarak lokal düzeydeki anlaşmaların ya da ilgisizliğin sonuçları bağlamında değil Ürdün-İsrail-ABD ile Rusya-Şam arasındaki karşılıklı uzlaşı çerçevesinde ele alınmalıdır.
Suriye'de rejime bağlı güçlerin Dera'da başlattığı operasyon sona ermek üzere. Diğer bölgelerde olduğu gibi yine on binlerce sivilin zorunlu olarak evlerini terk etmesiyle gündeme gelen bu operasyon, aslında son dönemdeki diğer gelişmelerden çok daha önemli görünüyor.
Şam Yönetimi, son 6 ay içinde Doğu Guta, Dumayr, Doğu Kalamun ve Kuzey Humus'ta yer alan yerleşimler ile bazıları muhaliflerin bazıları da DEAŞ'ın kontrolünde olan bölgeleri, askeri operasyonlarla yeniden denetimi altına aldı. Bu operasyonların ortak yönleri bulunuyor. Bu ortak yönler şöyle sıralanabilir: Öncelikle rejim, sağladığı uluslararası korumayla birlikte kullandığı şiddetin dozunu artırdı. İkinci olarak, Rusya ve Suriye hava kuvvetleri daha çabuk sonuca gidebilmek ve yeniden kontrol altına aldığı bölgelerde nüfus yapısını değiştirebilmek için öncelikle ve yoğun olarak sivilleri hedef alıyor. Üçüncüsü, bu operasyonlar Suriye'deki ateşkes sürecine dahil olan çatışmasızlık bölgeleri içinde cereyan ederken, uluslararası kamuoyu olan bitene genelde göz yumdu. Dördüncü ortak yön ise ABD'nin Suriye'deki bazı hedeflere saldırısının sonuç vermemesinden sonra Suriye'de etkin olan dış güçler arasında yeni bir denklem kuruldu.
Bu dört ortak noktaya daha yakından bakacak olursa karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Öncelikle, Beşşar Esed yönetimi, yeniden resmi olarak muhatap kabul edilmese de pek çok Avrupa ülkesi başta olmak üzere giderek artan sayıda devlet, Esed'in Suriye'yi yönetmesine fiili olarak yeşil ışık yakmış görünüyor. Bu süreç, ABD'nin nisan ayında Suriye'ye yönelik kısa süreli operasyonundan sonra daha da hızlandı. ABD ve diğer Avrupa ülkelerinin rejim değişikliği politikasından çoktan vazgeçtiğini anlayan Esed yönetimi ise Rusya'yı arkasına alarak, muhaliflerin kontrol ettiği bölgelere yönelik operasyonların şiddetini artırdı. Hatta nisan ayından itibaren Suriye ve Rusya'nın yeniden ele geçirmeye çalıştıkları bölgelerdeki temel hedefleri doğrudan siviller haline geldi. Böylece hem muhaliflere destek veren sivillerin bu bölgeleri kitleler halinde hemen terk etmesi ve hem de silahlı muhalif grupların çatışma sürecini uzatması engellenmeye çalışıldı.
Nitekim, hemen tüm bölgelerde sivillerle birlikte silahlı grupların da ağır silahlarını bırakarak Humus, Dumayr, Guta vb. yerleri terk etmesi sağlandı, buradan çıkan sivillerin ya da grupların çoğunluğunun İdlib, bir kısmının ise Fırat Kalkanı Bölgesi'ne yerleşmesine imkan tanındığı görüldü. Böylece rejim ve Rusya'nın hem anılan bölgelerde bir demografik baskı meydana getirmek istediği hem de bu gruplarla, ellerindeki ağır silahlardan yoksun olarak daha sonra İdlib'de karşı karşıya gelmeyi planladığı söylenebilir.
Tüm bu operasyonlar gerçekleşirken, Suriye'de yeni oluşan denklemin sonucunda, çatışmasızlık bölgeleri kapsamında bulunan bölgelerdeki gelişmelere hiçbir devlet müdahalede bulunmadı. Aslında bu süreç, Suriye'deki yeni güç dengesinin sonucu olarak görülmelidir. Dera operasyonunda açıkça ortaya çıktığı gibi özellikle ABD ve İsrail, Suriye'nin güney ve orta kesimindeki gelişmeleri İran'ın Suriye'deki etkinliği perspektifinde ele alıyor. Son bir buçuk yılda Suriye içinde çok sayıda hava operasyonu düzenleyen İsrail'in bu operasyonlarını son dönemde iyice artırması ve Hizbullah/İran bağlantılı hedeflere odaklanması, Rusya ile İsrail arasında örtülü bir uzlaşının olduğunu düşündürüyordu. Ancak, Dera operasyonunun başlamasıyla bu örtülü uzlaşının iyice belirginleştiği söylenebilir. İsrail basınında yer alan haberlerde İsrail'in, Beşşar Esed yönetimini İranla arasına mesafe koyması halinde kabul edebileceği, ABD ile bu konuda ortak bir noktada olduğu ve Rusya'yı da bu çizgiye doğru çekmeye çalıştığı ifade ediliyor. Bu bağlamda Dera operasyonu, iç bölgelerdeki diğer öncüllerinden farklı olarak lokal düzeydeki anlaşmaların ya da ilgisizliğin sonuçları bağlamında değil Ürdün-İsrail-ABD ile Rusya-Şam arasındaki karşılıklı uzlaşı çerçevesinde ele alınmalıdır.
DERA'DAN SONRASI
Suriye'de olayların başladığı yer olan ve bu nedenle muhalifler açısından sadece siyasi ve askeri değil aynı zamanda sembolik önem de taşıyan Dera'daki operasyonun sona ermesine kısa bir süre kaldığı görülüyor. Ancak bu operasyonun sona ermesi, Suriye'de çatışma döneminin kapandığı anlamına gelmiyor. Zaman zaman Suriye'deki sorunun siyasi bir çözüme kavuşturulması beklentisi ön plana çıksa da, bu beklentinin gerçekleşmesinin kısa vadede çok da gerçekçi olmadığı ortada. Muhaliflerin Dera'yı da kaybetmesiyle birlikte, Suriye'de Esed yönetiminin kontrolü altında olmayan bölgeler dört kategoride ele alınabilir: ABD'nin doğrudan etki alanı ve varlığının bulunduğu bölgeler; Türkiye'nin terörle mücadele operasyonları çerçevesinde kontrol altında tuttuğu bölgeler ve muhaliflerin son kalesi durumunda bulunan İdlib ile terör örgütü DEAŞ'ın kontrolünde bulunan küçük cepler.
Sayılan bölgelerden ilk kategoride olanlar, ülkenin güneyinde Ürdün-Suriye sınırında bulunan ve merkezinde El Tanf'ın yer aldığı ABD-Ürdün güdümündeki muhaliflerin bulunduğu alan ile Suriye'nin kuzeydoğusunda terör örgütü YPG/PYD'nin kontrolünde bulunan bölgedir. Bu bölgelerdeki ABD varlığı, bölgenin çatışma sahasına dönüşmesine engel olmaktadır. Hatta ABD destekli YPG'nin Deyr ez Zor'un kuzeydoğusu ile Şeddadi'nin güneyinde DEAŞ'a karşı özellikle petrol alanlarında ilerlemeye devam ettiği söylenebilir. Buna ek olarak son dönemde özellikle Şam ile PYD arasında yapıldığı ortaya çıkan görüşmeler, bu bölgedeki olası bir çatışma ihtimalinin daha da azaldığını gösteriyor. İster ABD Başkanı Trump'ın sıklıkla tekrarladığı çekilme senaryoları nedeniyle olsun, isterse Pentagon'un hala devam eden silah sevkiyatları nedeniyle, hem PYD hem de Şam şu aşamada işbirliği ve uzlaşmaya, çatışmadan daha yakın görünüyor. Zaman zaman basına yansıyan taraflar arasında anlaşmaya varıldığına ilişkin iddialar teyide muhtaç olsa da, ortada olan en önemli gerçek, ABD ile Rusya arasında Suriye üzerinde bir anlaşmaya daha yakın olunduğu ve bu nedenle PYD'nin Rusya ve ABD ile uzlaşı halinde Şam'a yanaşmakta olduğudur.
Türkiye'nin terörle mücadele çerçevesinde Suriye'deki kontrolü altında tuttuğu Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyon bölgeleri ise operasyonlardan sonra farklı bir kimliğe bürünmektedir. Bir yanıyla bölgede güvenliğin hızla sağlandığı görülse de diğer yandan özellikle YPG/PKK'nın bölgedeki istikrarı bozmak için terörist eylemler düzenlediği izlenmektedir. Afrin, Cerablus ve El Bab civarında son dönemde gerçekleşen saldırılar bunun en önemli örnekleri olarak sayılabilir. Ancak bu bölgeleri ilgilendiren daha önemli gelişme, Suriye'nin güney ve orta kesimlerindeki çatışmalardan kaçan insanların en azından belli bir kısmının bölgeye yerleşmesidir. Hızlı nüfus artışı, bölgedeki yaşamı kökten değiştirmese de etkilemeye başlamıştır. Ancak, hızlı nüfus artışı ve terör örgütlerinin istikrarsızlaştırma girişimlerine rağmen her iki bölgede de güvenlik ve istikrarın korunması beklenebilir. Üstelik bu bölgede Türk Silahlı Kuvvetleri'nin varlığı, hem Şam'ı hem de onunla işbirliği yapan milis teşkilatlarını bölgeden uzak tutmaktadır. Bu noktada Türkiye ile Rusya arasındaki işbirliği ve eşgüdüm devam ettiği sürece yeni bir çatışma gerçekleşmesi son derece düşük bir olasılık.
Terör örgütü DEAŞ'ın kontrol ettiği alanlar birbirlerine uzak olsa da örgütün Dera civarı, İdlib, Meyadin'in doğusu, Palmira'nın doğusundaki çöl arazisi gibi yerlerde varlığını koruduğu görülüyor. Fakat şu anda Suriye'deki çatışmaların gidişatı üzerinde stratejik bir etki meydana getirme kapasitesi olmadığından değerlendirme dışı tutulabilir.
İDLİB'DE YAKLAŞAN ÇATIŞMA VE RİSKLER
Ancak yukarıdaki üç kategoriden farklı olarak İdlib'de çatışmanın yaklaştığı ileri sürülebilir. Farklı muhalif grupların ve terör örgütü El Kaide uzantısı yapıların da bulunduğu İdlib, Esed yönetiminden kaçan siviller için de Suriye içinde kalan nadir yaşam alanlarının başında geliyor. Tam da bu nedenle, son dönemdeki zorunlu göç ile birlikte İdlib ve civarındaki bölgenin inanılmaz bir hızla nüfusunun arttığı ve yaşam şartlarının çok güçleştiği biliniyor. Halep'in Şam yönetiminin kontrolüne geçmesinden itibaren, Esed yönetimi ve Rusya'nın kademeli olarak İdlib'i kontrol altına almak istediği, fakat bölgedeki silahlı muhalif grupların yoğunluğu nedeniyle bu bölgeyi en sona bırakmak istediği önceden de ileri sürülen bir görüş. Bu nedenle, Suriye ordusunun diğer bölgelerdeki operasyonlarını tamamladıktan sonra İdlib'e doğru yönelmesi sürpriz olmayacak. Ancak İdlib'i diğer bölgelerden ayıran son derece önemli farklar var: Öncelikle İdlib, nüfusu çoğu kez birkaç yüzbini geçmeyen hatta bunun altındaki küçük yerleşim birimleri gibi değil. Hem sivil nüfus hem de silahlı grupların militan desteği açısından operasyonel olarak diğer bölgelere göre çok daha zorlu bir bölge. İkincisi, bölgede Türkiye-Rusya-İran arasındaki uzlaşıya dayanan Astana Anlaşması çerçevesinde kurulan Gerginliği Azaltma Kontrol Gücü'nde faaliyet gösteren 12 gözlem noktası bulunuyor. Türkiye'nin desteğini ya da onayını almayan bir operasyonun başlaması halinde Türkiye-Rusya ilişkilerinde gerilimler yaşanabileceği gibi bölgede görev yapan TSK personelinin çatışmalar sırasında zarar görmesi İdlib'de olayların gidişatını değiştirebilir.
Türkiye için İdlib özel bir anlam taşımaktadır. Çünkü sayıları 2.5 milyonu geçen sivilin doğrudan hedef alınması ya da bölgenin ağır bir çatışmaya sürüklenmesi yüzbinlerce belki bir milyondan fazla Suriye vatandaşının Türkiye sınırına yığılması sonucunu doğuracaktır. Bu durum, Türkiye'nin güvenliği açısından farklı sorunlara neden olabileceğinden Türkiye, mutlaka bu aşamaya gelmeden sorunu çözmek isteyecektir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Türkiye ile Rusya arasında İdlib'i mercek altına yatıran görüşmeler gerçekleşebilir.
İdlib'in diğer bölgelerden üçüncü önemli farkı bölgede aralarında derin ayrılıklar bulunan silahlı grupların birbiriyle çatışabilmesi ihtimalidir. Özellikle 2017'de birkaç kez tekrarlandığı gibi Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) ile Ahrar eş Şam veya ÖSO bileşenleri arasında yeni çatışmalar yaşanabilir. Nitekim, son aylarda İdlib'de özellikle HTŞ'nin önde gelen isimlerine karşı suikastlar gerçekleştirildiği ve karşılığında HTŞ'nin de bazı gruplar üzerinde büyük baskılar kurduğu izlenmektedir. Bu bağlamda, Suriye ordusu gelmeden dahi anılan alanda iç çatışmaların yaşanması ihtimali dışlanmamalıdır. Fakat, Suriye ordusunun diğer bölgelerde uyguladığı yöntemi hayata geçirmesi halinde bu tür çatışmalar yerini birlikteliğe de bırakabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi Esed yönetimi, İdlib'de çok büyük bir olasılıkla sivil halka yönelik büyük bir bombardıman kampanyası başlatarak bölgedeki sivillerin yerel silahlı gruplar üzerinde çekilme ya da silahlarını bırakma baskısı kurmalarını isteyecektir. Aksi takdirde ise bombardımanı artırarak yüzbinlerce sivilin Türkiye sınırına yığılmasını ve sivillerin bölgeyi terketmesini sağlayarak kalan silahlı muhaliflerin tamamını terörist olarak ilan etme yoluna gitmeyi tercih edebilecektir. İdlib'de biriken nüfusun yoğunluğu sivillerin en azından geçici tedbirlerle bile olsa Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı bölgelerinde konaklanmasını yeterli kılmayacak kadar büyük olacağından bu durumun büyük bir insani drama yol açacağı öngörülebilir.
Tüm bu olasılıklar İdlib'i diğer bölgelerden daha zor kılsa da çatışmaların yaklaştığı gerçeğini değiştirmiyor. Görünen o ki muhalifler ile Şam yönetimi arasındaki nihai askeri hesaplaşmanın yaşanacağı düşünülen İdlib, daha çok bir insani kriz meselesine dönüşebilir. Bu nedenle bu konuda şimdiden tedbir alınması faydalı olacak.
Doç. Dr. Serhat Erkmen, JSGA Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Anabilim Dalı öğretim üyesidir.