Soçi Anlaşması ne getirdi?
Soçi'deki mutabakatla Türkiye’ye yönelik büyük bir mülteci akınının önüne geçilmiştir. Gerçekleşmesi halinde ister Türkiye’nin güney illerinde isterse Fırat Kalkanı ve Afrin bölgelerinde büyük sorunlara neden olabilecek yoğun bir göç engellenmiştir.
İdlib'de yaklaşan çatışmanın engellenmesi bir süredir Suriye sahasının en önemli gündemiydi. Olası operasyonun yıkıcılığının yanı sıra Suriye'nin doğu ve kuzeydoğusundaki gelişmeler Türkiye ve Rusya'yı tekrar bir anlaşma noktasında birleştirdi. Ancak bu anlaşmanın da çok dikkatli irdelenmesi gerekiyor.
Elimizde henüz mutabakat metninin ayrıntıları yok. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in basın toplantısındaki açıklamaları ile sonrasında iki ülkenin diğer üst düzey yetkililerinden gelen açıklamalara odaklanarak bazı çıkarımlar yapabiliyoruz.
Soçi'de varılan anlaşma ana hatlarıyla İdlib'de Türkiye ve Rusya'nın gözetiminde kurulacak ve iki ülke tarafından güvenliği sağlanacak bir silahsızlandırılmış bölge öngörüyor. Bu bölgenin kabaca 15-20 km derinlikte olacağı, bölgenin ağır silahlardan ve HTŞ dahil olmak üzere terör örgütlerinden arındırılması planlanıyor. Sözkonusu bölgede Türkiye ve Rusya'nın ortak devriyeler yaparak güvenliği sağlayacağı ilan edildi. Bu konularda net bir kabul olsa da uzlaşının geri kalanına ilişkin detayları tarafların bağımsız açıklamalarından çıkarabiliyoruz. Örneğin, Türkiye, bölgedeki muhalif unsurların yerlerinde kalacağını, ancak radikal grupların çıkarılacağını belirtirken, Rusya Halep-Lazkiye ve Halep-Hama yollarının yıl sonuna kadar tamamen açılacağını ilan etti. Bu açıklamalara bakıldığında uzlaşıya ilişkin akla birkaç soru geliyor:
İlk soru; anılan bölgenin genişliği ve derinliğiyle ilgili. Açık kaynaklarda yer alan haritalar, haklı olarak rejim ile muhalifler arasındaki sınırda Rus ve Türk askeri gözlem noktalarını dikkate alarak İdlib'in içindeki dar bir bölgenin silahsızlandırılmış bölge olacağını işaret ediyor. Ancak, Rusya'nın yaptığı açıklamalardan M4 ve M5 yollarının muhalif silahlı grupların denetiminde olmayacağı ve rejim tarafından kullanılabilecek şekilde açılacağı anlaşılıyor. Eğer bu doğruysa, batıda Cisr eş-Şugr, güneyde Morek ve Batı Halep kırsalındaki birçok yerleşimin içine alacak şekilde bir çizgi çekilerek epey geniş bir alanın kademeli olarak silahsızlandırılmış bölgeye dahil olması gündeme gelebilir. Bu durum, mutabakat metni, hayata geçirildikçe daha net anlaşılacaktır. Fakat, ilk etapta tahmin edildiğinden daha geniş bir alanın silahsızlanma bölgesine dahil edilmesi ihtimali göz ardı edilmemelidir.
İkinci soru silahsızlandırılan bölgelerdeki silahlı muhalif gruplara ne olacağıdır. Türkiye'nin yaptığı açıklamalarda bölgedeki ılımlı muhaliflerin yerlerinde kalacağı yer almaktadır. Ancak İdlib'deki durum haritasına bakıldığında pek çok ılımlı muhalif grubun silahsızlandırılmış bölgede bulunduğu dolayısıyla ya bu bölgeleri terk ederek daha içeri alanlara geçmesi gerekeceği ya da ağır silahlarını terk etmek zorunda kalacağı söylenebilir.
Üçüncü soru HTŞ'ye ne olacağıdır. İki ülke de HTŞ'yi terör örgütü olarak görmekte, bu nedenle mücadele edileceğini bildirmektedir. Ancak, HTŞ'nin varlığı sadece silahsızlandırılan bölgeyle sınırlı değil. Hatta anılan çizgi dikkate alındığında HTŞ'nin kontrol ettiği bölgelerin önemli kısmının silahsızlandırılmış bölgenin dışında kalacağı görülebilir. Bu durumda HTŞ'nin hareket tarzı dikkatle izlenmelidir. Örgütün içinde farklı eğilimler olduğu biliniyor. Her ne kadar örgüte doğrudan bağlı ve yakın müttefikler arasında Suriyeliler büyük çoğunluğu oluşturuyor olsa da gerek Suriyeli gruplar gerekse yabancılar arasında silah bırakma, çekilme ya da dağılma gibi seçenekleri reddedenlerin sayısı hiç de az değil. Hatta, Rusya'nın 15 Ekim'e kadar bu gruplara ilişkin sorunların çözülmesine dair getirdiği yaklaşım, bu grupla mücadelede zaman baskısı meydana getirmektedir. Önümüzdeki günlerde HTŞ'nin kendisine bağlı gruplarla birlikte silah bırakmaya ya da dağılıp bölgeyi terk etmeye yanaşmaması halinde bölgenin emniyetini sağlamak büyük bir ihtimalle Türkiye ve sahada işbirliği yaptığı ÖSO'ya düşecektir. Bu durum, Türkiye'nin bölgede güvenliği sağlamak üzere askeri varlığını artırmasını ve bazı farklılıklarla birlikte daha önce Suriye'de yürüttüğü sınır ötesi operasyonların bir benzerini yapmasını gerekli kılabilir. Ancak öncelikli olarak sahadaki grupların HTŞ'ye silahlarını bırakması ve dağılmasını isteyecekleri bir süreçle karşılaşma olasılığımız yüksektir.
Bu sorulara önümüzdeki günlerde uygulama safhasına geçilmesiyle birlikte yanıtlar verilebilecektir. Ancak, her ne kadar Soçi Anlaşması önemli bir rahatlama getirse de sahadaki gelişmelere bağlı olarak yeni çatışma dinamiklerinin ortaya çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.
ANLAŞMAYLA KİM KAZANDI KİM KAYBETTİ?
Bu uzlaşıyla kazanan iki temel aktör var: Rusya ve Türkiye.
Rusya'nın temel kazanımları şöyle sıralanabilir: Suriye'deki Rus askeri üsleri tamamen güven altına alınmıştır. Muhaliflerin insansız hava araçları ve diğer araç gereçle saldırması ihtimali en aza inmiştir. İkinci önemli kazanımı, Esed rejiminin dolaylı olarak bile olsa İdlib'de kayıp vermeden muhaliflerin etki sahasını daraltmasıdır. Anlaşmayla rejimin kontrol ettiği alanlar artmayacaktır; fakat muhaliflerin kontrol ettiği saha azalmıştır. Bu durum muhaliflerin Rusya ve Şam ile masaya oturmasını orta vadede daha da zorunlu hale getirecektir. Rusya'nın üçüncü kazancı, bir süredir çeşitli hamlelerle devre dışı bırakmaya çalıştığı İran'ı, İdlib sahasının dışında tutmasıdır. Dördüncü kazancı ise İdlib'de belli bir sahanın Türkiye'nin sorumluluğu altına girmesiyle enerjisini bu bölgeden özellikle ülkenin doğusunda ABD'nin desteklediği YPG'nin denetimindeki alana kaydırabilecek olmasıdır. Üstelik bu kazançları, uzun süreli ve yıpratıcı bir savaşa girmeden elde etmiştir.
Türkiye'nin kazanımları ise şöyle değerlendirilebilir: Bir kere, Türkiye'ye yönelik büyük bir mülteci akınının önüne geçilmiştir. Gerçekleşmesi halinde ister Türkiye'nin güney illerinde isterse Fırat Kalkanı ve Afrin bölgelerinde büyük sorunlara neden olabilecek yoğun bir göç engellenmiştir. İkincisi, Türkiye Suriye içindeki askeri varlığını güçlendirerek, Afrin'e İdlib'den yönelebilecek tehditleri bertaraf edebilecektir. Üçüncüsü, silahsızlandırma bölgesinin kalıcı olması halinde Suriye'de kalıcı bir çözüm bulununcaya kadar Fırat'ın batısından İdlib'e kadar kesintisiz bir Türk nüfuz alanı oluşmuştur. Dördüncüsü bu hamleyle İdlib'deki yerel halkın Türkiye'ye olan güveni artmıştır. Yıkıcı bir bombardımandan korunan halkı kazanmış olmak, Türkiye için duygusal değil stratejik bir kazanımdır. Beşincisi, Türkiye bu kazanımları elde ederken Esed rejimini muhatap almamış, bölgede çatışan çıkarlara sahip olduğu İran'ı ise kısmen devre dışı bırakmıştır. Ancak bu kazanımların yanı sıra Türkiye'nin HTŞ ile mücadelede büyük bir yükün altına girebileceği ve bu yükün yeni güvenlik sorunlarına neden olabileceği söylenebilir.
ANLAŞMANIN KAYBEDENLERİ
Anlaşmanın en önemli kaybedeni HTŞ'dir. Bir yıldır iç anlaşmazlıkları artan ve yeni grupların desteğini alırken diğer yandan kırılmalar yaşayan, çok sayıda orta düzey elemanını suikastlerde kaybeden HTŞ, kritik bir kararın dönemecindedir. HTŞ'yi iki yol beklemektedir: Ya silah bırakacak ve kendisini fesh edecek ya da ağır bir operasyonla karşı karşıya kalıp yok olacaktır. Daha önce belirtildiği gibi örgütün henüz net bir karar vermediği söylenebilir. Ancak, en yüksek olasılık, bir grubun kendisini feshedip HTŞ'den ayrılırken, önemli bir kısmın kalıp savaşmayı tercih edeceğidir. Bu olasılık bölgede yeni çatışma ve provokasyonlar ihtimalini artırabilir.
Anlaşmayla diğer bir kaybeden ülke İran'dır. İran'ın anlaşma yapılırken devre dışı kalması, bu konuda çıkarlarının Türkiye ve Rusya ile ters düşmesinin sonucudur. Zeytin Dalı Harekatı sırasında da benzer durumlar yaşanmış, İran gerek taktiksel ve operatif seviyede gerekse diplomatik seviyede pozitif katkı sağlamamıştır. Ayrıca Batı Halep kırsalındaki önemli direnç noktalarını kaybetmiş ve etki sahasının sınırlanmasıyla yüzleşilmiştir.
Anlaşmanın kaybedenleri arasında ABD ve PYD de bulunmaktadır. Bunun nedenleri şöyle sıralanabilir: Öncelikle, hem Türkiye hem de Rusya, İdlib meselesinde büyük bir krize sürüklenmekten sıyrılmıştır. Bu durum gerçekleşseydi, ABD'nin Suriye'nin kuzeydoğusunda inşa etmeye çalıştığı PYD bölgesi yaşanan krizin eşiğinde kolaylıkla kurulabilecekti. Oysa, şimdi koordineli bir biçimde ve eş zamanlı olmasa da Türkiye ve Rusya, doğuda PYD'yi köşeye sıkıştıracak hamleler yapabilecektir. Ancak bunun çok kısa bir sürede değil orta vadede gerçekleşmesi beklenmeli.
RİSKLER
Pek çok anlaşmanın olduğu gibi Soçi'deki anlaşmanın da riskleri bulunmaktadır. Bu risklerin başında silahlı muhalif grupların ya da terör örgütlerinin anlaşmaya uymayı kabul etmemesi gelmektedir.
HTŞ silah bırakmayı ya da dağılmayı kabul etmezse Türkiye ve ÖSO'nun yapabileceği operasyonlarla bölgede birkaç hafta ile birkaç ay sürebilecek yerel ve dağınık çatışma dinamikleri ortaya çıkabilir. Anlaşmanın ikinci riski ise muhaliflerin ağır silahlarını terk etmesi halinde, rejimin siyasi pazarlık sürecindeki şartlarını ağırlaştırmasıdır. Soçi'yle başlayan sürecin başarıya ulaşması halinde, Suriye'de siyasi sürecin başlaması beklenmektedir. Ancak ağır silahlarını terk eden muhalifler, masanın dağılması halinde rejime karşı dezavantajlı konuma gelebilirler. Rejimin pazarlık gücünün sınırlarını zorlamak için bu çeşitli kışkırtma hamleleri yapması mümkündür. Üçüncü risk ise İran ve ABD'nin YPG, bazı yerli silahlı gruplar veya kendikerine bağlı milis grupları kullanarak süreci provoke etmesidir. Bu süreçte, Türkiye ile ılımlı muhaliflerin arasını bozabilecek girişimler, sivil bölgelerin vurulması, Fırat Kalkanı ve Afrin'de PKK'nın terör eylemlerinin artması, İran yanlısı grupların Cisr'in batısından ya da Batı Halep kırsalından yapabilecekleri kışkırtma saldırıları, süreci bozma amacıyla gelebilir.
Bu nedenle Soçi'deki uzlaşının, özellikle yaklaşan savaşın durdurulması, büyük göç hareketlerinin engellenmesi ve yıkımın önüne geçilmesi gibi nedenlerle önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmesi gerekmekle birlikte henüz tamamlanmış bir süreç olmadığını, sancılı geçebileceğini aklımızda tutmamız gerekmektedir.
[Doç. Dr. Serhat Erkmen Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi (JSGA) Uluslararası Güvenlik ve Terörizm Anabilim Dalı öğretim üyesidir]