Kaplanoğlu, Cumbul ve muhafazakarlığın 'Sol'u
Mukabele edilmese de, duygusal reaksiyonları bir kenara bırakıp, uzatılan eli havada ve açık tutmayı sürdürmek lazım. Zira irfan kültürden, edep haklılıktan, doğruluk övgüden üstündür.
Buğday filminin esinlendiği Kehf suresinde de beyan edildiği gibi doğruluk, iyilik ve güzellik, bunlara ancak kendi varlığın-dan soyunarak "teslim" olanların kârıdır.
Geçen yıl SETA bünyesinde kaleme aldığımız "Türkiye'de Mizah Dergileri: Kültürel Hegemonya ve Muhalefet" başlıklı raporun ardından Birikim ekibinden birkaç yazarla aramızda uzaktan bir tartışma başladı. Bu tartışmayı kışkırtan "kültürel hegemonya" sorunsalının kökleri ise Birikim'in de, SETA'nın da ve bu yazının odağı olan Semih Kaplanoğlu Meltem Cumbul arasındaki el sıkışma polemiğinin de çok daha derinlerinde. Bu eksende uzun zamandır bir taraf –bu durumda o taraf biz oluyoruz- kültür ve sanat ilişkilerinde köşe başlarının sol-sekülerler tarafından (bunlara "solun muhafazakârları" da denebilir) sıkıca tutulduğunu, ayrıca bu cenahın ülkenin kurucu iktidarlarına muhalefet etmek bir yana, onları yeniden ürettiğini savunuyoruz. Esasında buna yüz küsur yıldır maruz kalıyor, yaklaşık yarım asırdır bunu dillendiriyor ve neredeyse 20 yıldır da eşit olmanın yollarını somut bir şekilde arıyoruz. Hakkımızda her geçen gün daha fazla yükselen rahatsızlığın nedeni, sanırım biraz da bu.
Diğer taraf –örneğin Tanıl Bora- ise sahip oldukları kültürel hegemonyanın tahakkümle kazanılmış bir imtiyaz değil; emekle elde edilmiş bir başarı olduğunu öne sürüyor 2017'nin başlarında verdiği bir video demecinde. Ona göre, kültürel hegemonyanın sol-muhafazakârlarca domine edilmesi bugüne kadar ülkedeki tüm zengin ve üstün işlerin bu kesim tarafından yapılmasıyla ilgili. Sol-sekülerlerin doğuştan daha yetenekli ve zeki olduğunu ima eden bu tespit, öte yandan kültür ve sanat üretiminin altyapısını inşa eden eğitim ve uygulama imkânlarından dindarların yıllarca baskı yoluyla mahrum bırakıldığını göz ardı etmiyor mu? "Tahakküm başka hegemonya başka" diyen Bora'ya yine sormak gerek: Kültürel hegemonyayı elinde tutmak adına türlü yasaklarla kamusal hayattan ve öğrenim imkânlarından mahrum bırakmak da bir tür tahakküm örneği değil midir mesela? Sol-sekülerlerin yıllarca neden daha fazla ve daha nitelikli işler çıkardığını –ki bu doğrudur- analiz etmek için biraz da fırsat eşitliğine, bu eşitliğin taksimini belirleyen ve "biz"i "siz" den daha az eşit yapan dogmatik kıstaslara bakmak gerekmez mi ya da?
Demecinin son bölümünde şöyle diyor sayın Bora: "Solun kültürel hegemonyasından rahatsız olanların yapacağı şey; çok iyi kitap yazmak, film çekmek". Doğrudur: Kendisini salt karşıtı üzerinden imar etmek, karşıtını yeniden üretmektir. Ne ki, tavsiyesinde haklı olan Bora, problemin "iyi" eserlerle çözüleceğini varsaymakta yetersizdir. Belki temsilcisi oldukları hegemonik ağın yeri geldiğinde ne denli hırçınlaşabileceğinden habersiz, belki de gerçekten "bizim" iyi film çekemeyeceğimizden ya da iyi kitap yazamayacağımızdan çok emin.
BAĞNAZLIKTA SAF TUTANLAR
Buğday filmini bu arada zikredebiliriz. Yani "bizden biri" iyi bir film yaptı. Buradaki "biz" kelimesi bir partiden ziyade inancı; ideolojiden ziyade yaşam biçimine tesir eden felsefeyi ifade ediyor. Aramızdaki ayrışmanın köklü ve fikirden ziyade hissiyat temelli olması bundan olabilir. Yoksa bir Müslüman'ın iyi film yapmasıyla aşılabilecek estetik temelli bir engel olsaydı bu kördüğüm, Kaplanoğlu'nun Buğday'ıyla yapıcı bir yöne evrilebilirdi. Ancak, öyle olmadı. Buğday, sadece "Gezi'ye karşı çıkan AK Partili bir yandaş"ın filmi olarak kodlandı ve hâkim kültür sanat çevrelerince tek hamlede ötekileştirildi. Bu nedenle önemli festivallerden dışlanmaya da mahkûm görünüyor.
Adana'da en iyi yönetmen ödülü almak için sahneye gelen Kaplanoğlu'nun uzattığı eli sıkmayan Meltem Cumbul'a gelince, şahsında sadece saflarını bağnazca etiketlemelerle sıklaştıran ve köhnedikçe huysuzlaşan rijit bir dünya görüşünü resmetmiştir. Bu tepkiyi bizim açımızdan eleştirilir yapansa, esasında tepkinin kim tarafından, kime karşı, nerede ve ne zaman yapıldığı değil; nedeni yani kategorize edici algının kemikleşmiş gerekçeleridir. Eğer bu gerekçeler, gerçekten de kendisi gibi olmayana sanatıyla ve kültürüyle kendi varlığını inşa ve ifşa etme hakkını vermemeyi haklı görüyorsa; evet bu, tahakkümden öte faşizmdir. Bunu bir de birleştirici sanatın ellerini kullanarak gerçekleştirmekse magazin popülaritesi bakımından kârlı olsa da, sanat ahlâkı olarak gayri-insanidir.
Bir dipnotla burada şunu da ekleyelim: Şayet Kaplanoğlu'na atfen Cumbul'un kullandığı "ötekileştiren, böldüren ve hor gören" sıfatlarından murat, Emir Kusturica meselesiyse, şu açıktır ki, Bosna Katliamı'nı "doğal afet" olarak tanımlamak ifade özgürlüğü olmadığı gibi, bunu protesto etmek de hedef göstermek değildir. Yok tepkinin nedeni, Kaplanoğlu'nun Gezi Şiddet Eylemleri'nde Taksim'de "görünmemesi" ise, yani bir sanatçı, sırf hegemonik kurgu ve kabullere münasip bir "rol" almadı diyeyse bu tepki; öyleyse, iyi bir film yapmanın, iyi kitap yazmanın da pek bir önemi yoktur ve hiçbir zaman da bu önemli olmamıştır.
Böyle olunca, sanatın sanatsallık kriterleriyle değil de, sanatçının sosyo-kültürel aidiyetleriyle belirlendiği bu kaygan zeminde, "buradan taraf" kalmanın tiksinti vericiliği her nereye gitseniz sizi yerleşiklerden ayırt eden bir "damga" ya da sizi her an ehlileştirmeye çalışan bir "gölge" gibi takip eder. Öyle ki aldığınız ödüller ve topladığınız takdirler, bunları size layık görenlere bile bulaşan ve onları hedef tahtasına oturtan birer "leke"ye dönüşür. Maruz kaldığınız en nesnel nezaketsizlik bile, ezberci klişelerle rezerve edilmiş ayrıksı kimliğinize istinaden bir şekilde meşrulaştırılır. Bu aşamada her eylem, eylemin kendisiyle değil; kime karşı gerçekleştirildiğine göre doğruluk veya yanlışlık değeri kazanır. Öyle ki, emeğin kutsallığını dilinden düşürmeyenlerin belli bir ücret karşılığı çıktığı sahnede, alın teriyle ödül alan birini protesto etmesinin hem bu ücreti verene hem de o ödülün sahibine karşı bir emek hırsızlığı olduğu konuşulmaz.
ELİ AÇIK TUTMAYA DEVAM
Hakkınızdaki her tanı, eylemlerinizden ve söylemlerinizden bağımsız bir oluş içinde ve tümüyle medyatik tasvirlerinize koşut olarak önceden tayin edilir ve bu basmakalıpla kültür sanat piyasasına dağıtılır. Sonunda belki de siz, aslında tam da yaftalandığınız gibi biri olmadığınızı ya da belki de gerçekte kim olduğunuzu anlatamamanın hicabıyla dışarıdakilerden çok kendi benliğinizin ikilemleriyle boğuşursunuz. Bugün Cumbul'un protestosunu kınayanların, kendilerini Kaplanoğlu'nun AK Partili olmadığını ispatlamaya memur ve mecburmuş gibi hissetmesi de böylesi içsel bir trajedidir. Oysa Erdoğan, Miloseviç değildir.
Kaplanoğlu ve Cumbul üzerinden yeniden alevlenen "kültürel hegemonya" tartışmasının, tartışmacı kitleler tarafından "onur kırıcı" bir noktaya varması, her şeye rağmen arayı bulmanın gerekliliğini ve umudunu da yitirmemelidir. Bunun için, kültür sanat dünyasını paylaşımsız idare etmeye çalışanların, saflarında kendisinden olmayanlara yer açması ya da nitelikli işleriyle kendi saflarını tasarlayanlara kimlik-saldırganlığına bulaşmaksızın saygı duymayı öğrenmesi ve içselleştirmesi gerekiyor. Beri tarafta ise mukabele edilmese de, duygusal reaksiyonları bir kenara bırakıp, uzatılan eli havada ve açık tutmayı sürdürmek lazım. Zira irfan kültürden, edep haklılıktan, doğruluk övgüden üstündür. Buğday filminin esinlendiği Kehf suresinde de beyan edildiği gibi doğruluk, iyilik ve güzellik, bunlara ancak kendi varlığından soyunarak "teslim" olanların kârıdır. Yazıyı bitirmeden önce, son olarak muhafazakârlığın hemen 'sol'unda –yani bu sıralar sık sık yanı başımızda- beliren bu arkadaşlarımıza birkaç ay içinde çıkması planlanan Ten Medeniyeti isimli mütevazı çalışmamdan bahsetmek isterim. İçinde Foucault da var; Mevlana da. Böylece "bizden" beklediğiniz "iyi kitap yazma" şartına uygun olarak; umulur ki, etrafını hor görücü bakışlarla derinleştirdiğiniz ve içinde sadece üstün eser sahiplerinin barınabildiğini düşündüğünüz yüce dünyanızda "bize" de bir yer açar ve nefret ettiğinizi söylediğiniz öz-tahakküm zincirini kırarsınız. Yalnız, barışı kazıyan avuçlarımızı bu kez havada bırakmayın, olur mu? Çünkü size benzemeyenlere her sırt dönüşünüzde karşınıza çıkacak tek şey, üzerinde "yalnızca" kendi suretinizi göreceğiniz ve size aslında diğerlerinden daha özel olduğunuzu fısıldayan, ayartıcı ve alkış-düşkünü bir yüz olacaktır.
STAR- Açık Görüş
Yrd. Doç. Dr. Sertaç Timur Demir