Dünün Ebrehe’si Ka’be’ye bugünün Ebrehe’si Kur'an'ı Kerim'e saldırıyor!
Müslümanların mukaddes kitabı Kur’ân-ı kerimi bilinçli ve planlı olarak tahkir ve tezyif edenler, ülkemizde Müslüman etiketi kullanarak, rahat bir şekilde üniversitelerde ders verebiliyor, TV’lerde programlara çıkabiliyor, hatta üst yöneticilerden takdir, tebrik ve ödül alabiliyorlar. Mustafa Öztürk de Oryantalistlerin ve Misyonerlerin ortaya attıkları hezeyanları bire bir kullanıyor.
Çeşitli Üniversiteleri dolaştıktan sonra şu anda Marmara Üniversitesi kadrosunda bulunan Mustafa Öztürk, İslam düşmanlarının, Oryantalistlerin ve Misyonerlerin ortaya attıkları hezeyanların bire bir aynısıyla ve sözde Müslüman araştırmacı kimliğini kullanarak Müslümanların iman rükünlerine, özellikle muazzez Kur'ân'a saldırıyor. Müsteşriklerin İslam ülkelerindeki kripto etki ajanlarının yaptıkları gibi tekzip ve istihza yöntemini kullanıyor.
Âyetlerle alay ediyor
Mustafa Öztürk, internetteki "video"da aynen şöyle diyor:
Bana cennet âyetleri geliyor. Bak oğlum diyor, öbür dünyada Allah bizi nerede ağırlayacak, biliyor musun, diyor. Altından ırmaklar akan cennet… Koltuklara kurulacağız, sırf muhabbet edeceğiz, sohbet edeceğiz. Cennet, koltuk! Oysa şu anda bile ben koltukta oturuyorum.
Müttekıîne aleyha Mütekâbilîn (Vakıa,16). Koltuklara yaslanacaklar. Bir de daha sıkıntılı bir şey var:
Altın bileziklerle süslenecekler. İpek elbise giyecekler (İnsan, 21; Fatır, 33). Allah aşkına! İpek elbise giy. Bir de altın bilezik tak. Dışarı çık. Sana ne diyeceklerini ben söyleyim: Gey (homoseksüel) diyecekler. (Kahkahalı gülüşmeler) Bizim tefsir çıkınca ben size epeyce malzeme aktaracağım.
Tehıyyetühüm fiha selâm (Yunus,10). Cennette gidecekler, görecekler, birbirine selam verecekler. Allah Allah, orada hiç şaka yapmayacaklar, latife olmayacak. Allah Allah, selam! Bir de ciddi olacağız. Bu ne hâl, ben ne yapayım cenneti, dedim ve akademik hayata intibak ettim. "İslamiyat"ta bir yazı yazdım: Bu cennet, Arab'ın cennetidir. (https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=542559962848026&id=1458476507800161)
"Kur'ân lafızları, Peygamberin cümleleridir" diyor
Mustafa Öztürk, Kur'ân'ın bütünüyle ilgili olarak şöyle diyor:
Kur'ân vahyinin mahiyeti ve Hazret-i Peygamber'e hem lafız, hem mana mı, yoksa salt mana ve mefhum tarzında mı indirildiği meselesi de tartışmaya değer niteliktedir. Zira Kur'ân'ın hem lafız, hem mana itibariyle inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtal meselesinde kullanılan "politik dil"in bizzat Allah'a ait olduğunu söylemeyi gerektirir.
Vahyin salt mana ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise, söz konusu dilin Hazret-i Peygamber tarafından formüle edildiğini, dolayısıyla Allah katından genel muhteva ve perspektif olarak aldığı vahyin ışığında konjoktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir ki, bize göre bu ikinci ihtimal daha makul görünmektedir. Aksi takdirde, "Allah'ın ahlakiliği" meselesi gündeme gelir. (İslam Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad, "Mustafa Öztürk, Cihad Ayetleri: Tefsir Birikimine, İslam Geleneğine ve Günümüze Yansımaları", 29 Mayıs Univer. KURAMER yayını, İstanbul 2016, ss.174-199)
Sonra bu cümleleri, daha anlaşılır hâle getiriyor:
Kur'ân'ın Mekke döneminde Ehl-i Kitap, özellikle de Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe suresi 29. âyette aynı zümrenin "Allahsızlar" diye nitelendirmesi arasındaki uçurum, az çok anlaşılır hâle gelir. Kur'ân'daki bu keskin üslup ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lafzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah'ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah'ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren âyetlerin Hazret-i Peygamber'in zihnindeki genel ve külli vahiyden istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim" (s. 201)
Eleştiriye aldığı âyet-i kerimede yüce Allah, şöyle buyuruyor:
O kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Peygamberin haram ettiğini haram saymayan ve hak din (İslâm)'i din edinmeyen kimselerle; onlar hor ve küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın. (Tevbe, 29)
"Allah'ın ruh hâli" ifadesini kullanıyor
"Kur'ân, Vahiy ve Nüzul" isimli eserinde de M. Öztürk şöyle diyor:
Bize göre Kur'ân'daki lafızlar, Hazret-i Peygamber'in kendi diliyle Allah hakkında konuşmasıdır. Bilindiği gibi dil/lisan insanın duygu, düşünce, idrak ve kültür dünyasından bağımsız değildir. Bu yüzden Hazret-i Peygamber'in kendi varlık tecrübesinden hareketle Allah'ı gazap, rahmet, beddua gibi insan biçimci (tabiatı) sıfatlarla anlatması gayet tabiidir. Ayrıca insanlık hâlleri tabirinin de ifade ettiği gibi bir insanın halet-i ruhiyesi sabit ve stabil değil, ahval ve şeraite göre değişkendir. Hâliyle, Kur'ân'da hem affedici ve bağışlayıcı olmaya yönelik teşviklerin, hem de birçok beddua ve tel'in ifadesinin yer alması, -hâşâ- "Allah'ın ruh hâli"ndeki değişikliğin değil, Hazret-i Peygamber'in yaşadığı iyi kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hâllerin yansıması gibidir." (M.Öztürk, Ank. Okulu Yay. 2016, s. 226)
Mustafa Öztürk, şeytani bir mantık yürüterek, "Tevbe suresi 29. âyetinin, şayet lafızlarıyla Allah tarafından indirildiği kabul edilirse, Allah'ın ahlakiliği gündeme gelmiş (-hâşâ- O'na "ahlaksızlık" isnat edilmiş) olur, diyor. Kendine göre Kur'ân'ı korumuş oluyor. Allah, "kıtal"i emretmez, ehl-i kitapla savaşın, demez, kâfirlere beddua etmez, onları tel'in etmez, bir yerde rahmetten, diğer bir yerde azaptan bahsetmez, çelişkili ifadeler kullanmaz, diyor.
Öztürk, ancak bir İslam düşmanının kullanabileceği "Allah'ın ahlakiliği", "politik dil" ve "Allah'ın ruh hâlindeki değişiklik" gibi çirkin ve terbiyesizce sarf ettiği şizofranik ifadeler kullanıyor. Böylece Nemrut aklıyla Allah'a neyin doğru, neyin yanlış olduğu denâetini göstermiş ve bir bakıma firavunca yüce Mevla'ya akıl vermiş oluyor. Bütün bu zannınca olumsuz gördüğü fiilleri, Peygamber'e yüklüyor. Peygamber'i, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi düşünüyor. Daha doğrusu kendisi gibi zannediyor. İslam'ı ve onunla ilgili vahyi, insan aklının ürünü Totemizm ve Brahmanizm gibi algılıyor.
Aynı mantığı Allah'a karşı İblis de kullanmıştı. Âdem'i topraktan, beni ateşten yarattın. Ateş topraktan daha hayırlıdır (bkz. A'raf,12). Ben niye Âdem'e secde edeyim, şeklinde mantık yürütmüştü.
Öztürk, neticede kendini haklı gösterebilmek için "Tevbe, 29. âyetinin lafızlarını, mevcut siyasi ortama göre Peygamber kurmuştur ve onun cümleleridir" diyor.
Kur'ân'daki kıssalar, hayalidir, diyor
Öztürk, Kur'ân'daki kıssalarla ilgili olarak da şu hezeyanda bulunuyor:
M. Ahmed Halefullah, "el-Fennü'l-Kasasî fi'l- Kur'âni'l- Kerim" başlıklı doktora tezinde Kur'ân kıssalarını edebî açıdan incelemek suretiyle bazı kıssaların mitolojik (uydurma) karakterli olduğu sonucuna vardı. (M.Öztürk, "Demitolojisasyon ve Kur'ân", s. 77)
Öztürk, devamla, Kur'ân kıssalarının mitolojik temalar içerdiği fikrinin mucidi kesinlikle Halefullah değildi. Çünkü daha önce aynı muhitte Muhammed Abduh da buna benzer şeyler söylemiş, hatta Hint alt kıtasında Seyyid Ahmed Han ve Muhammed İkbal gibi Modernist düşünürler, bu konuda daha uç görüş ve düşünceler üretmişlerdi. Kısaca, Halefullah'ın yaptığı şey, geçmişte mevcut olan bir görüşü açıkça telaffuz etmeyi denemekten ibaretti. (s.78)
Öztürk, kıssalarla ilgili bu fasit fikrî altyapıyı hazırladıktan sonra:
"Muhatapları kıssadan hissedar kılmak için ille de tarihin bir devrinde olmuş bitmiş bir hâdiseyi anlatmak gerekmez. Dahası, insanlar hiçbir tarihsel gerçekliği bulunmayan bir menkıbe, efsane ve mitolojiden de pekâlâ hissedar kılınabilir." diyerek, Kur'an kıssalarının hepsinin "hakikat" olduğunu kabul etmenin yanlış olacağını açıkça şu cümlelerle ifade ediyor:
"Bizce bu noktada yapılacak en büyük yanlış(lık), Kur'ân kıssalarının tümünü birer tarihî hakikat veya tümünü kurgusal/mitolojik/fiktif/uydurma kapsamında mütalaa etmektir." (bkz. Aynı makale, "Sonuç")
Diyanet'in cevabı
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu, Mustafa Öztürk'ün her satırı küfür kokan bu hezeyanlarına ve aynı imansızlığı paylaşan bazı Modernist İslamcılar ile Oryantalist bağımlılarına şu cevabı vermiştir:
Son zamanlarda Kur'ân'ın mahiyeti konusunda kamuoyunda tartışmalara yol açan birtakım iddiaların ileri sürüldüğü görülmektedir.
Söz konusu iddialara göre, Kur'ân'ın sadece manası bir öz olarak Hazret-i Peygamber'e indirilmiş, o da bunu kendi kültürünün kelimeleriyle söze dönüştürmüştür.
Yüce Allah'ın bütün insanlığa gönderdiği son vahyi olan Kur'ân-ı kerimde yer alan birçok âyet, onun bütünüyle, yani hem manası, hem de lafzıyla Yüce Allah'a ait olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
İnzal sırasında Kur'ân'ın lafzı ve manası üzerinde Hazret-i Peygamber'in herhangi bir tasarrufunun kesinlikle söz konusu olamayacağı hususu da birçok âyette belirtilmiştir.
Âyet-i kerimelerde buyuruluyor:
Şüphesiz bu Kur'ân sana, hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir. (Neml,6)
Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılınca, bizimle karşılaşacaklarına (Hesap gününe) inanmayanlar, "Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir" dediler. Onlara şöyle de: "Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer rabbime itaatsizlik edersem, şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım." (Yunus,15)
Eğer Peygamber bize (yüce "Zât"ıma) atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız. (Hâkka, 44-47)
Kur'ân kıssalarının gerçekliği olmayan kurgusal ifadelerden ibaret olduğu iddiasına gelince, bu yorum da yine bizzat Kur'ân'ın kendi ifadelerine ters düşmektedir. Zira Kur'ân-ı kerim, kıssalarla ilgili olarak kâfirlerin "öncekilerin masalları/uydurmaları" iddialarını birçok âyetinde reddetmektedir: Furkan, 5-6; Nahl, 24-25; Kalem, 15-16.
Yine pek çok âyetinde anlatılanların "gerçek ve yaşanmış" olduğu açıklanmaktadır:
Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken, sen yanlarında değildin. (Yine bu konuyu) tartışırlarken de sen yanlarında değildin. (Al-i İmran, 44)
İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman, sen onların yanında değildin. (Yusuf, 102) (DİB, Din İşl. Yük. Kur. Başk. Fetvaları, 19 Aralık 2018)
Ülkemizde, özellikle üniversitelerimizde İslam'a karşı aynı batıl ve saldırgan fikirler taşıyan birçok "dinî anarşist" bulunmaktadır.
Sonuç
Müslümanların mukaddes kitabı Kur'ân-ı kerimi bilinçli ve planlı olarak tahkir ve tezyif edenler, ülkemizde Müslüman etiketi kullanarak, rahat bir şekilde Üniversitelerde ders verebiliyor, TV'lerde programlara çıkabiliyor, hatta üst yöneticilerden takdir, tebrik ve ödül alabiliyorlar. FETÖ, devleti ele geçirmek için silaha sarılınca, devletin ilgili birimleri, ülke genelinde zecrî tedbirlere başvurmuşlardır. 1.5-2 milyar Müslümanın mukaddes Kitabını tekziple yargılamaya kalkanlar, diğer İslam ülkelerinde Batı'ya sığınarak ancak canlarını kurtarabilmişlerdir. Ülkemizde devletimizin ilgili kurumlarının İslam'ı tahrip eden bu dinî anarşistlere karşı acilen harekete geçerek Anayasal (Mad. 5) görevlerini yapmalarını bekliyoruz.
Dr. C. Ahmet Akışık