Safa ile Merve arasında ne arayalım?
Mekke ile Medine; Müslümanların üç kutsal beldesinden ikisidir. Biri, İslam'ın doğduğu; diğeri, büyüyüp gelişerek devlet ve toplum olduğu hidayet merkezidir.
Muhammet ümmeti; dünyanın dört bir yanından gelerek, Hac ve Umre vesilesiyle buralarda buluşur. Diller ve tenler farklı olsa da gönüller bir olur; ortak bilinç oluşur.
Geçtiğimiz günlerde, bize de yeniden ziyaret nasip oldu. İbadetlerimizin lafzından manasına, manasından maksadına geçmeye çalıştık; içimiz hasretle ve hüzünle doldu.
Allah için yurdunu, yuvasını geride bırakarak Resul ile birlikte hicret eden muhaciri; onları bağırlarına basarak, sahip oldukları her şeyi kardeşçe paylaşan ensarı; Yesrib'i bir halden başka bir hale dönüştürüp, Medine yapan Peygamber(sav)'i; kısa bir süre sonra, kimsenin malına ve canına zarar vermeden Mekke'yi fetheden İslam ordularını hatırladık. Sonra dönüp, kendimize ve dünyamıza baktık; insanlara ve toplumlara hayat bahşeden "ana ruh" iksirini yitirmiş olduğumuzu anladık.
Mescid-i Nebevi ile Kabe-i Muazzama, etraflarını saran yüksek kaleler ve kuleler tarafından kuşatılmış gibiydi. İbadet aşkıyla dönüp dolaşan, yanıp tutuşan Müslümanların bu beldelerdeki işleri ve işleyişleri; büyük bir çoğunlukla dinimizin, devletimizin, vatanımızın, milletimizin, kültürümüzün, medeniyetimizin yeminli düşmanları olan gayrimüslimlerin eseriydi, esiriydi.
Onlar yatırım yapmışlar, iş kurmuşlar, "patron" olmuşlar. Gönül coğrafyamızın değişik bölgelerinden, beldelerinden gelen milyonlarca Müslüman ise; "ayak işlerini gören hizmetliler" haline gelmişler.
Bizim ibadetimiz, birilerinin ticareti olmuş. Kullanılan demirbaşlar, satılan ürünler, sunulan hizmet modelleri bile; dışarıdan gelmiş.
Gönlümüzün yattığı, kalbimizin attığı, elimizin tuttuğu yerler; yaban için yurt, bizim için gurbet. Gel de dayan buna; bir gözünü kör, bir kulağını sağır et.
Kaderimiz, kederimiz oldu; ağlamaktan yorulduk. Dalından kopmuş yaprak gibi sağa sola savrulduk.
Kendimizi, alemlerin ve içindekilerin rabbi olan Allah'ın eline bırakınca; yeni bir ümit ışığı belirdi. Gönül hanemizin kapısı aralandı; karanlık bölgeleri aydınlatan bir ışık girdi.
Safa ile Merve arasında gidip gelirken; o gün ile bu gün arasında bir mukayese yaptık. Geçmişin penceresinden, geleceğin ufuklarına baktık.
Hz. İbrahim, Allah'ın emriyle; eşi Hacer ile süt emme çağındaki oğlu İsmail'i, sonradan Mekke olacak şehrin Kâbe yapılacak bölgesine bırakıp gitmişti. Onları, ıssız bir çölde; kaderin sahibine emanet etmişti.
Suları ve ekmekleri bitince, Hz. Hacer arayışa çıktı. Safa Tepesi'nin en yüksek yerinden, etrafa baktı.
Ne bir su kaynağı, ne de kendilerine yardımcı olabilecek birini göremedi. Telaşa kapıldı, yerinde duramadı.
Bu sefer diğer tarafa yönelip, Merve Tepesi'nin üzerinde durdu. İki nokta arasında tekrar tekrar gidip gelirken; Hz. İsmail'in ayağının dibinden, bugün adına "zemzem" dediğimiz suyun fışkırdığını gördü.
Ana oğul, burayı yurt edinip yuva kurdular. Allah'ın evi Kabe'nin ve etrafında oluşup gelişen Mekke'nin, ilk sakinleri oldular.
Kur'an-ı Kerim'de, Bakara suresi ayet 158'de; bu olaya yer verilmiş. "Safa ile Merve'nin, Allah'ın alametlerinden olduğu" belirtilmiş.
Alamet; "sembol, iz, işaret" anlamına geliyor. O halde, sadece geçmişe ait bir hikâye değil; bu güne ve yarına da bir mesaj veriyor.
Hz. Hacer; inandığı ve güvendiği güce teslim olmuş, müthiş bir sabır ve sebat imtihanı vermişti. Issızlığa, kimsesizliğe aldırmadan; kızgın çöl ortamında, hayatın ana unsuru olan suyun arayışı içine girmişti.
Şimdi biz; güvenli ve konforlu ortamlarda, kalabalıklar halinde say yapıyoruz. Cilalanmış mermerler üzerinde yürüyor, ultra lüks otellerin kuş tüyü yataklarında yatıyoruz.
O, kendisi ve bebeği için bir lokma ekmek, bir yudum su arıyordu. Tepeden tepeye koşuyor; kavlen ve fiilen Rabbine yalvarıyordu.
Çölün de yolun da sahibi olan Allah; sonunda istediğini verdi. Ayağının bastığı yerleri, ümmetin ibadet güzergahı haline getirdi.
Şimdi biz, nereye ve niçin koşup duruyoruz? Safa ile Merve arasında, hangi yitik malımızı arayıp bulmaya çalışıyoruz?
İpin ucunu kaybetmiş, işin özünü bırakmış; acizliği kabullenip, kader haline getiren bir yol tutmuşuz. Safa'dan önceki gönül darlığını, Merve'den sonraki cennet bahtiyarlığını unutmuşuz.
Aradığımız şey; asırlar önce kaybettiğimiz "diriliş ve direniş ruhu" olmalı. Gözyaşlarımız, Hz. İsmail'in ayağının dibinden çıkan zemzeme dönüşmeli; Muhammet ümmeti, bu büyük ayıptan ve günahtan kurtulmalı.
İslamiyet'ten önce, Mekke müşrikleri; önemli meseleler için, Sefa Tepesi'nde toplanırlardı. Konuşurlar, tartışırlar; vardıkları sonuçları, halka buradan duyururlardı.
Peygamber(sav) Efendimiz; ilk İslam davetini buradan yapmıştı. Mekke'nin fethi sırasında, genel affı buradan ilan etmişti.
Artık biz de aynı ruhla Safa Tepesi'ne çıkalım. Hz. Hacer'in aşkı, şevki, azmi, gayreti ve Hz. Muhammed'in sorumluluk bilinci ile Merve Tepesi'ne bakalım.
Suyumuz çıksın, çölümüz vahaya dönsün. Mirasımıza sahip çıktığımız, cümle alem nezdinde görülsün.
Aksi takdirde; Haccımız da Umremiz de eksik olur. Bizim razı olup kabulleneceğimiz her zayıflık, acizlik hali; bizden sonrakilere miras kalır.
Safa ile Merve arasındaki say yürüyüşünü, böyle görelim. İlmimizle, irfanımızla, gayretimizle fedakârlığımızla, eylemimizle, söylemimizle bugünün zemzemi olup; susuz çöl haline getirilen dünyaya, yeniden hayat verelim.