Hayat ve hedeflerini İslâm’a adayan Müslüman filozof Muhammed İkbal
Pakistan'ın milli şairi ve yirminci yüzyılın büyük Müslüman filozofu Muhammed İkbal, 1877-1938 yılları arasında yaşamış, son dönem İslâm düşünürleri arasında hakkında en çok inceleme, araştırma ve yayın yapılan şahsiyetlerin başında geliyordu. Yazı ve şiirlerinde Müslümanları derinlemesine İslâm’ı öğrenmeye çağırırdı. Çünkü “Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâm’ın asıl kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’tedir” diyordu.
"Bizim kalbimizde Hind, Rûm veya Şâm diyarlarının sevgisi yoktur, Bizim için, İslâm'dan başka sınır da yoktur, vatan da…"
İlahi aşkın son derece tutkulu bir savunucusu olan Muhammed İkbal, içtihadın nasıl yürütülmesi konusunda birçok fikir üretmiş, Müslümanların neden bir düşüş sürecine girdiğini analiz etmeye çalışmıştır. İçtihadın yıllardır uygulanmadığını, herkesin kendinden öncekini taklit etmeye çalıştığını, bu taklidin tam da İslam ümmetinin düşüş sürecine girmesine neden olduğunu söylemiştir. Bu düşüşten çıkabilmek ve tekrar yükselişe dönmek için Müslümanların bağımsız düşünce tarzını benimsemesi gerektiğini, taklitten sakınması gerektiğini söylemiştir.
TÜRKİYE'DE İLK DEFA ZİKREDEN MEHMED ÂKİF
Şimdiye kadar yapılan araştırmalara göre, Muhammed İkbâl'in ismini Türkiye'de ilk defa eserinde zikreden Mehmed Âkif'tir. Hem Akif hem de İkbal Müslümanları birleştirmek ve Batı emperyalizminden kurtarmak istiyordu. Eğer İkbal Mevlana'yı ruhani öğretmeni olarak kabul ettiyse aynısı Rumi'ye yoğun saygısı olan Akif için de geçerliydi.
Âkif, İkbâl'den bir dörtlüğün tercümesine, Safahat'ın "Gölgeler" başlığını taşıyan Yedinci Kitabı'ndaki "San'atkâr" isimli şiirinde yer vermiştir:
"Diyordu şâiri Hind'in o feylesof İkbâl:
"Heyecâna verdi gönülleri,
Heyecanlı sesleri gönlümün;
Ben o nağmeden müteheyyicim;
Ki yok ihtimâli terennümün."
"SEHER VAKTİNDE SOĞUK SUYLA ABDEST ALMAK"
Muhammed İkbal, Kur'an eğitimini medresede tamamladıktan sonra, Arapça ve Farsça hocasının yönlendirmesiyle İslam edebiyatıyla ilgilenmeye başladı. Lahor'da yükseköğrenimini tamamladıktan sonra Doğu Dilleri Fakültesi'ne hoca olarak tayin edildi. Bu yıllarda Muhammed İkbal'in şiirleri de yayınlanmaya başlandı.
1905'de Londra'daki Chambrich Üniversitesi'nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi'nde hocalık yaparken, bilhassa Londra'da ilgi görmesine sebep olacak çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Yine Londra'da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal, savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya'ya giderek Münih Üniversitesi'nde felsefe dalında doktora yaptı. Kendisi, Londra'da kaldığı üç yıl içerisinde bir kere bile teheccüt namazını geçirmediğini, en büyük zevkinin de seher vaktinde soğuk suyla abdest almak olduğunu belirtirdi.
1908'de Hindistan'a döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.
RÖNESANS GERÇEKLEŞTİRME FİKRİ
İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, diğer Hintli müslüman aydınlar gibi İkbal'i de İslâm milletlerinin bir rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yöneltti. 1922'de İngiliz yönetimi tarafından kendisine "sir" unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926-1929 yılları arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929'da Madras, Haydarâbâd ve Aligarh üniversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930'da Allahâbâd'da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Birliği'nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti'nin kuruluşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal'in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılında yapılan II. Milletlerarası İslâm Konferansı'nda Dünya İslâm Kongresi'nin başkan yardımcılığına getirildi.
MUHAMMED İKBAL VE ENDÜLÜS
Muhammed İkbal, 1932 yılında yine Londra'da gerçekleştirilen III. Yuvarlak Masa Konferansı'na katıldı ve toplantının ardından Paris'e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile görüştü. Buradan İspanya'ya geçen İkbal'in Kurtuba Ulucamii'ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin alarak camide namaz kılması onun unutamadığı bir hâtıra oldu, bununla ilgili olarak "Mescid-i Kurtuba" başlıklı şiirini yazdı.
Ey Kurtuba Camii senin varlığın aşktandır
Aşk büsbütün devamlılıktır, onda fânilik yoktur.
…
Ciğer kanıyla taş sütunları gönül olur,
Ciğer kanından ses yanış, neşe ve nağme olur.
…
Ey Kurtuba! Güzelliğin ve azametin kahraman bir insanın alametidir
Sen güzel ve azametlisin, seni yapan da güzel ve azametlidir.
HASTALANSA DA İSLÂM'IN GELECEĞİYLE İLGİLENDİ
İkbal 1934'te gırtlak kanserine yakalandı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de iyice zayıfladı, maddî problemler yaşamaya başladı. Buna rağmen gerek halkının gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi. 1937'de, ülkesindeki müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah'a, Hindistan Müslümanlarının bağımsızlığı ve güvenliği hususundaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Nisan 1938'de vefat etti ve Lahor'daki Mescid-i Şâhî'nin minaresi dibine defnedildi. Üç evlilik yapan Muhammed İkbal'in ikinci evliliğinden olan oğlu Câvid İkbal, babasının eserlerini ve düşüncelerini tanıtma yönünde önemli çalışmalar yapmaktadır.
"Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak, müminin alametlerindendir."
CİHAD VE ÇALIŞMADA HAYAT; TEMBELLİK VE UYUŞUKLUKTA ÖLÜM
İkbal, cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı olarak nefsini zorluklara karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir. Kişinin kendisine güvenmesi konusunda ise şöyle diyordu:
"Başkalarının nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun. Hiç kimseden su bile isteme. Allah'a güven ve çalış. Bu şerefli İslâm ümmetinin yüzünü utandırma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçısı düştü. O, etrafındakilerden hiçbirinden kamçısını vermelerini istemeyip, bizzat atından inerek kendisi almıştı."
MUHAMMED İKBAL'İN EDEBİ YÖNÜ
İkbal'in şair olarak şöhreti Lahor'da bulunduğu sırada yayılmaya başladı. Mahzen adlı edebi dergide yayımladığı ve şiir gecelerinde okuduğu şiirlerle büyük bir heyecan uyandırıyordu. Ancak ona şöhretin asıl kapısını açan İslam'ı Koruma Derneği ve Keşmirli Müslümanlar Derneği'nin yıllık toplantılarında okuduğu şiirler oldu. Bu toplantılardan birinde Nale-i Yetim adlı şiiriyle bütün dinleyicileri ağlatmış, Hindistan Marşı, Himalaya ve Yeni Mabet adlı şiirleri ise Hint Müslümanları arasında ciddi bir uyanışın başlamasını sağlamıştı.
1910'da yazdığı "Gülistân-ı Şâhî" (Şah'ın Kabristanı) ve "Bang-ı Dara" (Kervan'ın Çağrısı) ismiyle yayımlanan toplu şiirlerinde Müslümanlar arasında belli bir bilinç düzeyi oluşturmaya çalışmıştır. 1915 yılının başlangıcında, Urduca kaleme aldığı fakat sonra daha tesirli olacağını düşünerek Farsça tekrar yazdığı, benlik felsefesini anlatan "Esrar-ı Hodi"(Benliğin Sırları) adlı eserini yayımlanmıştır.
Esrâr-ı Hodi'nin İngilizce tercümesi yayımlanınca ilk dikkat çeken şey, İkbal'in "insân-ı kâmil" anlayışı ile Nietzsche'nin "üstün insan"ı arasında bazı benzerliklerin bulunmasıydı. Bu yüzden Edward G. Browne, Radhakrishnan, P. T. Raju gibi yazarlar, İkbal'in felsefesini Nietzsche'nin neredeyse bir adaptasyonu şeklinde değerlendirdiler. Bu iddianın cevabını İkbal'in kendisi vermektedir. Buna göre her şeyden önce Nietzsche "ben"in ruhaniyetini inkâr eder; âlemde mânevî ve ahlâkî bir amaç görmez. Nietzsche'nin insanı "lâ"da (inkârda) karar kılmış, "illallah"a (tasdike) ulaşamamıştır.
1923'de Peyam-ı Maşrık'ı yayımlamıştır. Bu eser meşhur Alman şairi Goethe'nin (d.1749-ö.1832) Doğu-Batı Divanı adlı eserine doğulu bir şairin cevabı olarak yazılmıştır. İkbal, bu eserini derinden saygı duyduğu Afgan Kralı Emanullah'a ithaf etmiştir. Esrar-ı Hôdi' nin 1920'de Nicholson tarafından İngilizceye tercüme edilmesi, İkbal'in hem Avrupa'da şöhret kazanmasını hem de ülkesindeki itibarının son derece yükselmesini sağlamıştı.
Onun şiirinin bir tek temel hedefi vardır: Müslümanlara, gerek fert gerekse ümmet olarak kendi kişiliklerini geliştirip güçlerini yeniden kazanmalarını öğretmek.
TÜRKİYE VE TÜRKLERLE İLGİSİ
Türk milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilenen İkbal, bu ilgisini daha 1911'de Trablusgarp Savaşı şehidleri için yazdığı şiiriyle terennüm etmiştir. Burada İkbal, huzuruna çıktığı Hz. Peygamber'in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehidlerinin kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah'a sunar. İkbal, sömürgecilik döneminde bağımsızlığını koruyabilen tek müslüman millet olarak övdüğü Türkler'i aynı zamanda "İslâm rönesansını" gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir.
Türkler'in gerek İslâm tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ve Millî Mücadele'deki kahramanlıkları İkbal'in hayran olduğu ve gelecek için ümit beslediği özelliklerdir. Saltanatın kaldırılıp hilâfetin ilga edilmesi de İkbal tarafından alkışlanmış ve cesur bir ictihad olarak İslâm dairesinde değerlendirilmiştir. Ona göre müslüman milletler içinde sadece Türkler dogmatizm uyuşukluğundan kurtulabilmiş ve entelektüel hürriyet bilinciyle kendilerini yenilemek yolunda mesafe almışlardır. Ancak İkbal, sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir geçiş dönemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı neticesine varınca bunları Câvidnâme'de açık şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile getirmiştir.
"Devletler şairlerin kalbinde doğar, politikacıların ellerinde büyür ve ölürler."
İkbal'e göre taklitçi bir anlayış içinde Batı'ya yönelmek kendinden uzaklaşmaktır. Batı'nın kuvveti eğlencede değil ilim ve fendedir. İlim ve fen için Avrupalılaşmaya değil kafaya ihtiyaç vardır. Hikmet, ilim ve hünerin kıyafetle ilgisi yoktur. Fakat İkbal bütün bu ifadelerine rağmen Türkler'le ilgili olarak nihai noktada bir kararsızlık içindedir. Bir taraftan laikleşme ve Batılılaşma'yı eleştirirken diğer taraftan bu sürecin gerçek İslâm'a yönelişle noktalanacağı ümidini taşımaktadır. Nitekim Nehru'nun, Türkler'in din bağından kurtularak ilerleme yoluna girdikleri şeklindeki bir ifadesine tepki olarak "Türkler'in dinlerinden vazgeçmediklerini, aksine daha gerçek bir İslâm'a yöneldiklerini" söylemektedir.
Muhammed İkbal, son dönem İslâm düşünürleri arasında hakkında en çok inceleme, araştırma ve yayın yapılanların başında gelir. Karaçi'de bir İkbal akademisi kurulmuş olup bu akademi 1960'tan itibaren Ikbal Review adlı bir dergi çıkarır. Ayrıca başta Pakistan olmak üzere çeşitli ülkelerde değişik vesilelerle, özellikle de İkbal'in ölüm yıldönümü münasebetiyle ilmî toplantılar düzenlenir.
Kaynak: TDV, İKBAL, Muhammed - Mehmet S. Aydın
İslamveihsan, Muhammed İkbal kimdir?