Peygamberimizin feyizli ve bereketli ‘rahle-i tedris’i: Suffe
Peygamber Efendimiz, Medine’ye hicretinin ardından Mescid-i Nebevî'yi inşa ettirirken ailesine ait odaların yanı sıra mescidin güney tarafına düşen giriş kısmında kimsesiz fakir sahâbîlerin barınması için bir gölgelik yaptırdı. Üzeri hurma dallarıyla kapatıldığı için oraya "Suffe" adı verilmişti. Kâbe’nin kıble olmasıyla birlikte bu gölgelik mescidin kuzeyine alındı, daha sonra genişletilen Mescid-i Nebevî’ye dahil edildi. Yoksul sahâbîlerin ve kimsesizlerin barındığı Suffe, ilerleyen zamanlarda bir eğitim mekânına erişti.
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Medine'ye hicretinden sonra hemen bir mescid inşasına başlamış ve söz konusu mabedin bir kısmını eğitim-öğretim mahalli olarak tahsis etmişti. Üzeri hurma dallarıyla kapatıldığı için oraya "Suffe" adı verilmişti… Ashâb-ı Suffe olarak bilinen sahabiler işte bu mekânda gecesini ve gündüzünü geçiren kimselerdi. On yıllık süre zarfında, aralarından valiler, öğretmenler, kadılar, vergi memurları ve daha birçok alanda görevlendirilecek kimseler yetişti, Peygamberimizin feyizli ve bereketli rahle-i tedrisinde…
SUFFE'NİN ANLAMI
Sözlükte "gölgelik" anlamına gelen suffe, Mescid-i Nebevî'nin giriş kısmında Medine'de evleri ve kalabilecek yakınları olmayan sahâbîlerin barınması için yapılan mekânın adıydı. Burada kalan ve çoğunluğu muhacirlerden oluşan topluluğa "ashâbü's-Suffe / ashâb-ı Suffe" veya "ehlü's-Suffe / ehl-i Suffe" denilirdi. Ashâb-ı Suffe, ihtiyaçları Resûl-i Ekrem ve zengin sahâbîler tarafından karşılandığı için "adyâfü'l-İslâm" (Müslümanların misafirleri), çeşitli kabilelere mensup olmaları dolayısıyla "evfâd" diye de isimlendirilmiştir.
Hz. Peygamber, Medine'ye hicretinin ardından Mescid-i Nebevî'yi inşa ettirirken ailesine ait odaların yanı sıra mescidin güney tarafına düşen giriş kısmında kimsesiz fakir sahâbîlerin barınması için bir gölgelik yaptırdı. Kâbe'nin kıble olmasıyla birlikte bu gölgelik mescidin kuzeyine alındı, daha sonra genişletilen Mescid-i Nebevî'ye dâhil edildi.
Gerek Mekke muhacirlerinden gerekse daha sonra İslâm'ı kabul edip Medine'ye hicret edenlerden yoksul, bekâr ve yakını bulunmayan sahâbîler burada kalıyordu. Medine'ye gelip orada bir tanıdığı bulunmayanlar ve Medine'ye gelen heyetler de genellikle Suffe'de ağırlanırdı. Dolayısıyla heyetler çoğaldıkça burada kalanların sayısı da artıyordu. Hatta bir defasında Temîm kabilesinden seksen kişinin Suffe'de misafir edildiği zikredilir.
Resûl-i Ekrem kendisine getirilen sadakaların tamamını Suffe ehline gönderir, hediyeleri ise onlarla paylaşırdı. Onların ihtiyaçlarını aile fertlerinin ihtiyaçlarının önüne alırdı. Geçimlerini sağlayabilecekleri bir işleri olmayan ehl-i Suffe'nin geçimiyle bizzat ilgilenen Resûlullah akşam olunca karınlarını doyurmak için onları birer ikişer ashaba taksim eder, kalanları da kendi evine götürürdü. Hurmaların hasat zamanı gelince herkes gücüne göre hurma salkımlarını getirir, mescide asar, ehl-i Suffe karınlarını bunlarla doyururdu. Bu arada sürekli hurma yemekten usanıp şikâyet edenler de olurdu.
Ashâb-ı Suffe'den güç sahibi olanlar, gündüzleri mescide su taşıyarak ve dağdan getirdikleri odunları satarak ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır, geceleri de Kur'an tilâveti ve ilimle meşgul olurlardı. Bununla birlikte ashâb-ı Suffe geçim darlığı içinde zâhidane bir hayat yaşıyordu. Hatta pek çoğunun üzerine giyebilecek uygun bir elbisesi dahi bulunmadığına ve bazılarının açlıktan dolayı namazda ayakta durmakta zorlandıklarına dair rivayetler vardır. Kur'an'da "kendilerini Allah yoluna vakfedip yeryüzünde dolaşarak geçimlerini sağlama imkânı bulamayan yoksullar" ifadesiyle (el-Bakara 2/273) bütün zamanlarını Resûl-i Ekrem'i dinlemeye ayırmaları sebebiyle geçimlerini kazanamayan ashâb-ı Suffe'ye işaret edildiği bildirilmektedir.
EĞİTİM KURUMU HALİNE GELEN SUFFE
Suffe, ashâb-ı Suffe'nin vakitlerini Resûlullah'ı dinleyip ondan İslâm'ın esaslarını öğrenerek geçirmeleri dolayısıyla kısa zamanda bir eğitim kurumu haline geldi. Zaman zaman Kur'an'ın nüzûlüne şahit olan Suffe ehli, Hz. Peygamber'e sorular sorarak birçok meselenin aydınlanmasına vesile olurdu. Ashâb-ı Suffe'nin eğitim ve öğretim işleriyle bizzat ilgilenen Resûl-i Ekrem Suffe'de dersler veriyordu. Ayrıca onlara yazı yazmayı ve Kur'an okumayı öğretmek üzere Ubâde b. Sâmit gibi hocalar tayin etmişti. Ebû Hüreyre, diğer sahâbîlerin neden kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara muhacirler çarşıda ticaretle, ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken ehl-i Suffe'den biri olarak Resûlullah'ın yanından ayrılmadığını, diğer sahâbîlerin bulunmadığı meclislere katılıp onların duymadığı hadisleri duyup ezberlediğini söylemiştir. Onlar dinledikleri hadisleri diğer sahâbîlere de naklederek ilmin yayılmasına önemli katkıda bulunuyordu. Hadislerdeki birçok sened silsilesinin birinci halkasını ehl-i Suffe'ye mensup isimlerin teşkil etmesi bunun bir delilidir.
Ehl-i Suffe özellikle İslâm'ı tebliğ için ihtiyaç duyulan yerlere gönderiliyordu. Hicretin 4. (625) yılında Medine'ye gelen Benî Âmir b. Sa'saa'nın reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik, Resûl-i Ekrem'in İslâm'a davetini kabul etmemekle birlikte ondan kabilesine İslâmiyet'i anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istemiş ve onları himayesine alacağını söylemişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Suffe'de yetişmiş, Kur'an'ı iyi bilen ve kendilerine "kurrâ" denilen yetmiş kadar sahâbîyi onun yurduna gönderdi. Ancak bu sahâbîler Bi'rimaûne mevkiinde Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir b. Tufeyl ve adamları tarafından şehid edildi. Resûlullah'ın hayatının en büyük üzüntüsünü bu hadise yüzünden yaşadığı rivayet edilmiştir.
Suffe ehlinin İslâmî ilimlerin gelişmesine doğrudan etkisi olmuştur. Başta Ebû Hüreyre olmak üzere çok hadis rivayet eden sahâbîler ehl-i Suffe'dendir. İslâm hukuku alanında ortaya çıkan ehl-i hadîs ve ehl-i re'y ekollerinin ilk temsilcileri kabul edilen Abdullah b. Ömer ile Abdullah b. Mes'ûd gibi birçok sahâbî de Suffe'den yetişmiştir. Bunun yanında ilk dönem zühd hareketlerinin ehl-i Suffe ile başladığı, Suffe'nin tasavvufun nüvesini teşkil ettiği kabul edilmektedir. Bazı tabakat müellifleri eserlerinde ehl-i Suffe'yi geniş bir şekilde tanıtmış, bunlardan Ebû Nuaym el-İsfahânî, Ĥilyetü'l-evliyâ adlı eserinde Suffe'de kalan 100 kadar sahâbî hakkında bilgi vermiştir. Bu konuda müstakil bir eser yazan Şemseddin es-Sehâvî ise ehl-i Suffe'den 104 kişiyi tanıtmıştır.
Bu hususta pek çok araştırma yapılmıştır. Suffe, Hz. Peygamber'in vefatından sonraki yıllarda Mescid-i Nebevî'ye katılmış ve tamamen mescidin içinde kalmıştır. Kaynaklarda "Suffetü'n-nisâ" adını taşıyan bir başka suffeden söz edilmektedir. (TDV,İslamansiklopedisi, SUFFE - Mustafa Baktır)
BİR MUALLİM OLARAK PEYGAMBERİMİZ
Altmış üç yıllık hayatına baktığımızda Resul-i Ekrem (sav) Efendimizi, kulluk hayatında da günlük hayatında da güzel bir öğretmen olarak görürüz. Resûl-i Ekrem (sav) Hazretlerinin isimlerinden biri olan "el-Muallim" ismi aynı zamanda Peygamberimizin en önemli vasfıdır. "Ben babam İbrahim'in duasının neticesiyim." buyuran Peygamberimiz, acaba hangi duaya işaret etmekteydi diye düşünürken, Bakara suresinin 129. ayeti yolumuzu aydınlatıyor:
"Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onları günahlarından arındırsın, onlara Kitab'ı öğretsin." İşte, kulu ve peygamberi Hz. İbrahim'i bu niyaz ile dua ettiren Allah Teâlâ, onun bu dileğini, soyundan gönderdiği Hz. Muhammed (sav) ile gerçekleştirmiştir. "And olsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü onlara Allah'ın ayetlerini okuyup, günahlarından ve hatalarından arındıran bir peygamberi aralarından seçerek göndermiştir. O Peygamber, hem onlara Allah'ın kitabını ve Hikmet'i de öğretiyor." (Al-i İmran, 164)
Kendisi de bir hadisinde "Elbette ki ben, bir öğretmen olarak gönderildim." buyurarak bu vasfına dikkat çekiyordu.
"Az da olsa devamlı olan ibadetlerdir, makbul ve faziletli olan…" buyurarak ibadetlerde devamlılığın, azlığından veya çokluğundan daha önemli olduğunu öğretti bizlere. Günlük hayatında sıradan bir insan ve sade bir kul olarak yaşayarak, bu dünya hayatına fazla meyletmemeyi öğütledi âdeta… Arkasına yaslanarak zevk ve safa içinde yemek yiyen kralların aksine o büyük bir tevazu ile "Ben kulum, kul gibi yerim" diyerek, nimeti veren Rabbine karşı alçak gönüllük nasılmış, onu gösterdi insanlık âlemine…
Gençliği ne kadar nezih geçtiyse ise evliliğinde de o kadar nezaket doluydu… O'na eş olma şerefine nail olan annelerimizi, O'nun zarâfeti ve nezaketi hayran bıraktı kendisine... Türlü yokluklar içinde olmalarına rağmen, O'nun gül kokusu, güler yüzü ve tatlı sözü, dünyaya ait sıkıntıları onlara kolay getirdi. O Yüce Peygamberin yaşadığı aile hayatında akrabalığın, karı-koca hukukunun, bir hayat arkadaşı olarak eş olmanın, bir baba ve dede olmanın tüm güzel örneklerini görmek mümkün oldu. İnsanlık en mutlu aile tablosunu O'nun ailesinde gördü. Her bir davranışı ile hemen her konuda güzellikleri telkin eden ve öğreten bir muallim oldu. "Müminin bu dünyadaki cenneti ailesidir" diyerek, huzuru aile ortamında aramak gerektiğini de O öğretti bizlere…
"Çocuklarınız Allah'ın size bir armağanıdır." buyurarak, bir evlada sahip olmanın farkında olunması gerektiğine dikkatimizi çekti ve "Eğer birini diğerinden üstün tutacak olsaydım ben kız evladını üstün tutardım" diyerek, tüm zamanlarda ezilen ve hor görülen kız evladın değerini ortaya koydu. Kendi kızlarını ve özellikle küçük kızı Hz. Fâtıma'yı her tavrı ve her sözüyle yücelterek insanlara bu konuda da en güzel örnekler sundu. İnsanlık çocuk sevgisinin farkına O'nunla vardı. "Çocuklarınızı çok öpün. Çünkü her bir öpücüğünüz size cennette bir mertebe kazandıracaktır." tavsiyesiyle, çocuklarla kurulacak duygusal bağın yolunu öğretti ümmetine…
"Büyüklerimize hürmet etmeyen bizden değildir" buyurarak, onların her zaman hürmete ve ilgiye layık olduklarını öğretti bizlere… Her peygamber gibi, elinin emeğini yedi. Peygamberlik öncesi hayatında bizatihi kendisi ve mukaddes vazifesinden sonra da vekilleri vasıtasıyla ticaretle iştigal etti, rızkını helalinden kazanmaya çalıştı. Daha peygamberlikle görevlendirilmeden önce, Mekke ticari hayatında O'nu, "güvenilir biri" (el-Emîn) olarak tanıdı insanlar. Mazlumlar ve mağdurların zayi edilen haklarına sahip çıkarak bütün mukaddes değerler için, can vermenin, kısacası Allah yolunda "şehitlik" mertebesine ulaşmanın faziletini de insanlar yine O'ndan öğrendi. "İsterdim ki, Allah yolunda can vereyim. Diriltileyim, sonra yine şehid olayım. Ruhum bana iade edilsin sonra yine şehid olayım." Sözü yön verdi, şehadet arzusunu taşıyan ümmetinin er kişilerine. Kısaca, doğumundan vefatına kadar, tüm insanlık ve O'na iman eden ümmeti, hep güzellikleri ve hep iyilikleri öğrendi O'ndan… (Fikriyat, Mehmet Emin Ay, Cennet bahçesinin Muallim'i)