Erdemli şehir olarak şeriat
Şeriat, tarikat, hakikat ilişkileri tasavvufun tartıştığı konuların başında gelir. Menkıbelerin ortak özelliği tarikatın şeriat ile bağlarını anlatmak kadar insana öğretmek istediği büyük fedakarlık ve erdemlere dikkat çekmektir. Bir menkıbede bu ilişkiler iktidar ve mülkiyet kavramı üzerinden beyan edilir: Şeyh efendi bu üç konunun ilişkilerini merak eden müridini bir yere gönderir, oradaki üç kişinin enselerine sırayla birer tokat atmasını ister. Mürit söylenenden pek bir şey anlamasa bile, emri yerine getirmek üzere yola çıkar. Birinci adama tokat attığında adam da misliyle karşılık verir. İkinci kişiye tokat attığında adam sadece kimin tokat attığına bakar, herhangi bir karşılık vermez. Üçüncü adama tokat attığında ise adam hiç oralı olmaz. Mürit bir rüya görmüşçesine olan bitenden bir şey anlamadan şeyhine dönmüş, hadiseyi anlatmış. Şeyh ise müridin uyanık gördüğü rüyayı tabir ederek söyle demiş: 'Birinci kişi şeriat ehlidir, kısas yapmış, attığın tokada karşılık vermiştir. İkinci kişi tarikat ehlidir, tokadı Hak'tan bilmiş, Hak'tan gelen fiilin vesilesini görmek istemiştir. Üçüncü kişi hakikat ehlidir, Hak'ta müstağraktır; vesileye bile bakmamıştır.' Ardından sözlerini özetlemek sadedinde şunu eklemiştir: 'Şeriat seninki senin, benimki benim der; tarikat seninki senin benimki de varsın senin olsun der; hakikat ise her şey Hakkındır der.'
Menkıbenin amacı bellidir; tarikat ve hakikat yolundaki değişime müridin dikkatini çekerek nasıl bir yola girdiği konusunda onu uyarmak, belki de vazgeçirmek için bu menkıbe anlatılır. Tarikat iktidar amacı güdülerek, maddi veya manevi güç devşirmek için kat edilecek bir yol değildir. İşin bu kısmına daha sonra değineceğiz fakat menkıbenin gerçekte bir yanılsama üzerine kurulu olduğunu, zamanla da zihnimizde tahrif ettiği şeriat telakkisine bakmak gerekiyor.
Mülkiyet ve tasarruf
Her şeyden önce şeriat insanın mülkiyet arzusunu tahkim etmek üzere kurulu bir kurallar kümesi değildir. Belki tam aksini düşünerek, şeriatın değiştirmek istediği şeyin menkıbede dile getirilen mülkiyet olduğunu söylemek gerekir. Hayat şartları içerisinde bir insan kendi kazancının sahibidir, güç ve iktidar devşirmek için çalışır, bunun sonucunda da başarılı sayılır ve övülür. Öte yandan insan varlığını korumak güdüsüyle hareket eder, saldırıya uğrarsa karşılık verir, iyilik görürse mukabele eder vs. Hepsinden önemlisi bir hafıza oluşturarak bütün yaşadıklarını o hafızada özenle saklar. Bu hafızanın önemli bir kısmını ise tevarüs ettiği değerler veya öfkeler oluşturur. Bütün bu davranışların amacı kişinin kendi varlığını korumak, bunun sonucunda bireysel ve toplumsal huzurudur. Fakat bunun için din gerekli değildir; Farabi'nin erdemli şehrin mukabilinde 'cahil şehirler' tabirini hatırlamak gerekir. Cahil şehirler, bireyin ve toplumun iktidarını amaçlayan toplumlardır. Böyle bir toplumda erdemin yerini iktidar, doğruluğun yerini korunma güdüsü, akli hazların yerini ise beden hazları alır. Şeriatı - Farabi'nin düşündüğü ölçüde ve gerekçelerle olmasa bile - bir tür erdemli şehir kabul edebilirsek, menkıbenin dile getirdiği seviyeleri yeniden tanzim etmek gerekir. İnsanın normal hali menkıbenin birinci halini temsil eder; burada şeriat veya yüksek ahlak yoktur, insan güdüleriyle ve örfüyle hareket eder, varlığını ve mülkünü korumayı birincil amaç edinir. Buna 'gelenek' seviyesi demek gerekir. İnsan buradan şeriata, yani erdemli şehre intikal ettiğinde önce mülkiyet ve iktidar ilişkilerinde değişim yaşanarak kişinin bir varlık yorumuna kavuştuğunu hatırlamak gerekir. Bu durumda her insan bilinci ve idraki ölçüsünde mülkiyetin gerçek sahibinin başkası olduğunu düşünmekle şehre adım atar. Delphi mabedinin kapısına 'Matematik bilmeyen buraya giremez' diye yazılmıştı (metafizik ve matematik ilişkisi). Şeriat şehrinin kapısına da 'mülkiyetin kime olduğunu bilmeyen giremez' yazıyor olabilir. Her bakımdan ve her durumda mülkiyet hiç kuskusuz Allah'a (CC) aittir ve insana düşen pay mülkiyet değil, sınırlı tasarruftur.
Mülkiyetin mutlak ve koşulsuz sahibini tanıyan insan kendini ve dünyayı yeniden tasarlamak zorundadır. Şeriatın hemen her kuralının ana fikri mülkiyetin mutlak sahibini bilmek üzerine kuruludur. O zaman menkıbedeki sıralamayı yeniden düşünmek gerekir: Bu haliyle menkıbe şeriat ve tarikat ilişkisini değil, din ve gelenek ilişkisini açıklıyordur. Başka bir anlatımla menkıbe Farabi'deki 'erdemli şehir' ile 'cahil şehir (gelenek)' ilişkilerini düzenleyen bir hikayedir. Menkıbenin en doğru kısmı ise mülkiyet üzerinden tanımlama yapma niyetidir çünkü insan için esas ve vazgeçilmez mesele tam olarak budur. 'Ben kimim?' sorusunu 'benim neyim var veya neye sahibim?' sorusu üzerinden düşünmeye başladığımızda cahil şehre girdik demektir. Buna mukabil 'ben kimim?' sorusunu bir mahiyet ve hakikat sorusu şeklinde tasavvur ederek var olma amacım ve anlamıma odaklanırsam uyanmaya başladım demektir. Uyanmaya başlayan insan önce mülkün sahibini tanır. Onu tanıyan insan birinci kademede kendisine ait olanı savunmak için tepki vermez, eşyayı emanet telakki ederek hareket eder. O zaman menkıbe şöyle düşünülmelidir: Birinci adam 'mülk Allah'ındır (CC); bana ve sana verilen tasarruf iznidir; ikinci adam 'mülk de O'nun tasarruf da O'nun' der. Üçüncü adam ise başka bir zamanda ve bir mekansızlıkta yaşar gibi her şeyi - kendini ve ötekini de dahil olmak üzere - Hak'tan bilir, Hak ile bilir.
Şeriat insandaki yerleşik kanaatleri sarsmamışsa, tarikat insanın sadece hayallerini güçlendirir.
Ekrem Demirli