Zamanın derinliklerinden bir irşad kutbu
Hz. Peygamber’in soyundan gelen Arvasi Hazretleri, hem zahiri hem de batıni ilimlerde icazet alan bir eğitim neferiydi.
"Peygamberlerden sonra insanoğlunun en büyüğü Hz. Ebû Bekir'e Sevr Mağarası'nda teslim edilen has oda sırrını otuz üçüncü olarak devir ve teslim alıp, onun yirminci asırda; makine, türlü keşif, ruhî buhran, içtimâî muvazenesizlik, sar'a, cinnet, hasret ve gurbet asrında bu asrın ortasına kadar zerresini feda etmeksizin, en kemalli veraset hâlinde temsil etmeye memur eşsiz velî…"
N.F.K
Abdülhakim Arvâsî, Van'ın Başkale kazasında doğdu. Babası Seyyid Mustafa Efendi'dir. Soyu anne tarafından Abdülkadir-i Geylânî'ye ulaşır. Hülâgû, 1258'de Bağdat'ı istilâ ettiğinde Musul'a hicret eden ataları daha sonra Urfa ve Bitlis'e, oradan da Mısır'a gittiler. Ailenin büyük oğlu Molla Muhammed, bir süre sonra Van'a gelip şehrin güneyinde yüksek dağlar arasında bir köy kurup bu köyde büyük bir dergâh ve iki katlı bir cami inşa ederek oraya Arvas adını verdi. Kadirî tarikatına mensup olarak faaliyet gösteren ve "Arvas seyyidleri" diye tanınan aile, altı yüz elli yıl varlığını devam ettirerek bugüne ulaştı.
Abdülhakim Arvâsî, ibtidâî ve rüşdiyeyi Başkale'de okudu. Daha sonra Irak'ın çeşitli bölgelerindeki tanınmış âlimlerden icâzet alarak Başkale'ye döndü. Kendisine miras kalan servetle bir medrese yaptırdı ve zengin bir kütüphane kurdu. Bu medresede yirmi yıla yakın ders okuttu. 1880 yılında intisap ettiği Hâlidiyye tarikatı şeyhlerinden Seyyid Fehim'den Nakşibendiyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kadiriyye ve Çiştiyye tarikatlarından hilâfet aldı. Tarikat silsilesi Seyyid Fehim, Seyyid Tâhâ vasıtasıyla Nakşibendiyye'nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye ulaşır.
"Ey insan! Acaba sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakaret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zaman, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin rahatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emanet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir gülşen serây-ı ismete tevdi' etti ve nice zaman himâyene uğraştı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mes'ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, ni'metlerinden ona ve yaratanına bir şükr payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin kirlettiği çöplüklere döküyorsun?"
Abdülhakim Arvâsî, I. Dünya Savaşı'nın başlarında Rusların Başkale'yi istilâ etmesi ve Ermenilerin silahlanarak Müslüman halkın mallarını yağmalamaya başlamaları üzerine, hükümetin emriyle, yüz elli kişilik ailesiyle birlikte daha emin bir yere göç etmek zorunda kaldı. Bağdat'a yerleşmek amacıyla yola çıkan aile, Revândiz-Erbil yoluyla Musul'a ulaştı. Burada iki yıla yakın bir süre kaldı. İngilizler Bağdat'ı işgal edince oraya gidemeyip ailesinden sağ kalan altmış altı kişiyle birlikte Adana'ya geldi. Adana'nın da düşman eline geçmesi ihtimaline karşı Eskişehir'e göç etti. Nisan 1919'da İstanbul'a geldi.
"Dini işlerde bid'atlerin türemesi öyle bir fitnedir ki, zararı bütün mahlûkları sarar. Bunlardan biri de cihad ve gazada gevşeklik ve tembelliktir. Burada bir nükte vardır ki, münafıklığın alameti olmaya kadar gider. O da şehitlik nimetinden kaçınmak… Şehitlik, İslam'ın kuvvet bulması yolunda can vermektir. Her mümin fert, bu yüksek makamı kalb ve zevk yoluyla benimsemeye, istemeye memurdur. Bu sır icabı olarak Resul ve nebilerin birçoğu, sahabiler ekserisi ve Peygamber evladının hepsi şehadeti arzulamış ve o yolda ruhlarını teslim etmişlerdir."
Bir süre Evkaf Nezâretince Eyüp'teki Yazılı Medrese'de misafir edildikten sonra yine Eyüp'teki Kâşgarî Dergâhı şeyhliğine tayin edildi. Medresetü'l-mütehassisîn'de tasavvuf tarihi dersi okuttu. Dergâh şeyhliğinin yanı sıra ayrıca Kâşgarî Camii'nin imamlık ve vâizlik görevi de kendisine verildi. Tekkeler kapatılana kadar bu görevlere devam etti. Daha sonra tarikat faaliyetlerini bırakarak eve dönüştürdüğü dergâh binasında tasavvufî sohbetlerle meşgul oldu.
Aralık 1930'da Menemen hadisesi ile alâkalı görülerek tutuklandı ve Menemen'e gönderildi. Ancak olayla ilgisi olmadığı anlaşıldı. Soyadı kanunu kabul edilince Üçışık soyadını aldı. Beyoğlu Ağa Camii ve Beyazıt Camii'nde dersler verdi.
Eylül 1943'te sıkıyönetimin emriyle İzmir'e gönderildi. Bir süre sonra Ankara'ya gitmesine izin verildi.
NECİP FAZIL İLE TANIŞMA
Hz. Peygamber'in soyundan gelen Arvasi Hazretleri, hem zahiri hem de batıni ilimlerde icazet alan eğitim neferiydi. "Bizim meclislerimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar." derlerdi.
"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum"
N.F.K.
Cumhuriyet döneminin önemli fikir ve sanat adamlarından Necip Fazıl Kısakürek'in kendisiyle tanışıp sohbetlerinde bulunması, aydın çevrelerde de tanınmasını sağladı. Necip Fazıl'ın hayatında önemli bir dönüm noktası olan Abdülhakim Arvâsî'yi tanıması ise şöyle gerçekleşir: 1934 yılı içinde bir gün Avrupa yakasından karşıya geçerken, vapurda bir adam ile tanışır. Sohbet esnasında dinden, dine bağlılığın günden güne zayıfladığından bahseder. Necip Fazıl onun bu anlattıklarından hayli sıkılır. Bir neticeye varmak ister ve tasavvuf bahsini açar. Adam bu konu üzerinde fazla konuşmak istemez. Bunun üzerine Necip Fazıl, "Zamanımızda irşada ehliyetli bir kimse var mı? Böyle birini tanıyor musunuz?" diye sorar. O da böyle bir kimse var diyerek, Beyoğlu Ağa Camii'nde cuma günleri vaaz veren Abdülhakim Arvâsî'yi işaret eder ve ona: "Orada dinleyecekleriniz halk için, nâs için söylenen sözler. Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmeti görmeye bakın!" der. Aynı haftalarda Necip Fazıl, bir cuma günü yakın arkadaşı Abidin Dino ile Beyoğlu Ağa Camii'ne gelerek Abdülhakim Arvâsî'yi ziyaret eder. Bu ilk tanışmada Abdülhakim Arvâsî, ona Eyüpsultan'da Gümüşsuyu mevkiinde ikamet ettiğini belirterek bir davette bulunur. Mânevî yönden büyük kapıya dâhil edildiği anlamına gelen bu davet karşısında, Necip Fazıl oldukça sevinir. Yaşadığı o tarifi imkânsız sevincini şu ifadelerle zikreder: "Kabul edilmiştik. Ama henüz, iç içe giden iç daireye değil... Dış daireye, güvenilir insanlara mahsus ilk sohbet, konuşma dairesine avluya…"
Aradan haftalar geçtikten sonra Necip Fazıl, tekrar Abidin Dino ile birlikte Eyüp Sultan'daki dergâhına gider. Abdulhâkim Efendi Hazretleri, Necip Fazıl'ın tasavvuf hakkındaki bilgisini ve düşüncelerini örenmek için ona; "Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu?" diye sorar. Necip Fazıl ise Semerat-ül Fuad ve Divan-ı Nakî kitaplarından söz eder. Son zamanlarda da Marifetname'yi okumuştur. İlk ders: "Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?" sözleri ile yapılmış olur.
Necip Fazıl'ın beni kurtarın çağrısına "Sık sık gelin, sohbet sizi açar, inşallah feraha kavuşursunuz!" ifadeleri ile karşılık verir.
Necip Fazıl, mürşidini tanımaya başladıktan sonra kendisinde meydana gelen büyük değişimi ise şu cümlelerle özetler: "Hayatımda öyle bir gün doğdu ki; kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti."
Abdülhakim Efendi kimseyi kendisine "Halef" ve / veya "Vekil" tayin etmedi. 27 Kasım 1943'te vefat etti. Ankara'da Bağlum Mezarlığı'nda meftundur.
GÖRÜNMEYEN CEMAAT
"Anlamak değil, inanmak lazımdır."
Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
"Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."
ESERLERİ
- Râbıta-i Şerîfe: Râbıtanın mahiyeti ve uygulanması hakkında özlü bilgiler veren eser, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlandı.
- er-Riyâzü't-tasavvufiyye: Tasavvuf, tasavvuf tarihi ve ıstılahları hakkında bilgi veren eseri, Medresetü'l-mütehassisîn'de hocalık yaptığı sırada kaleme alındı. Eser, Tasavvuf Bahçeleri adıyla Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlandı.
- Bu iki eserin dışında tasavvufî ve dinî konularda kendisine sorulan sorulara cevap olarak yazdığı mektuplar, Tam İlmihal-Seâdet-i Ebediyye adlı kitapta yer alır.