Bizans ve Osmanlı mimarisinin Türkiye’deki otorite ismi Prof. Dr. Semavi Eyice
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi sanat ve kültür tarihçisi, Bizans ve Osmanlı mimarisinin Türkiye’deki otorite ismi Prof. Dr. Semavi Eyice, 96 yaşında hayatını kaybetti.
Prof. Dr. Semavi Eyice, 2011 yılında "sanat tarihi" dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülmüştü. 96 yaşında hayatını kaybeden Eyice, Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde organ yetmezliği dolayısıyla tedavi görüyordu. İstanbul, Osmanlı ve Bizans tarihi uzmanı olan Eyice, ardında 400'ü aşkın bilimsel makale ve çok sayıda eser bıraktı. 30 Mayıs Çarşamba günü öğle namazına müteakip Fatih Camii'nden kaldırılacak Eyice'nin cenazesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın talimatıyla Fatih haziresine defnedilecek. Prof. Dr. Semavi Eyice kimdir? Prof. Dr. Semavi Eyice hayatı... Prof. Dr. Semavi Eyice eserleri...
PROF. DR. SEMAVİ EYİCE KİMDİR?
Bizans ve Osmanlı mimarisinin Türkiye'deki otorite ismi Prof. Dr. Semavi Eyice, İstanbul'da doğdu. İlköğrenimini Kadıköy Saint-Louis ve Saint-Joseph Fransız 'okullarında tamamladıktan sonra 1943'te Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu. Aynı yıl arkeoloji ve sanat tarihi okumak üzere Almanya'ya gitti. 1944'te Viyana Universitesi'nde, 1944-1945'te Berlin Universitesi'nde öğrenim gördü. 1945'te yurda dönerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde yükseköğrenimini sürdürdü ve 1948'de mezun oldu. Aynı yıl Sanat Tarihi Kürsüsü'nde asistanlığa atandı ve 1952'ye değin bu görevi sürdürdü.
Asistanlığı süresince, Profesör E.Diez, Profesör P.Schweinfurth ve Profesör K.Erdmann'm Almanca, Profesör A.Gabriel'in Fransızca verdiği ders ve konferansları Türkçe'ye çevirdi. 1950-1953 arasında Profesör A.M.Mansel başkanlığında Side'de yapılan arkeolojik kazılara katıldı. 1952'de Side'deki Bizans yapıları üzerine hazırladığı tezle doktor, 1955'te İstanbul' daki son dönem Bizans yapılarım konu edinen teziyle de doçent oldu. 1958-1959'da Humboldt bursu ile Münih Üniversitesi'nde çalıştı. 1964'te ilk Osmanlı Devrinin Dinî- İçtimaî Bir Müessesesi: Zaviyeler başlıklı tezi ile profesörlüğe yükseltildi ve bir yıl önce kurulmuş olan Bizans Sanatı Tarihi Kürsüsü'nün başkanlığına getirildi.
BEDESTENLER KONUSUNA İLK DEĞİNEN TARİHÇİ
Edebiyat Fakültesi'ndeki derslerinin yanı sıra, Türkiye'nin çeşitli yerlerinde ve yurt dışında, özellikle de Balkan ülkelerinde inceleme ve araştırmalar yaptı. Bedestenler konusuna ilk kez eğilen sanat tarihçisi oldu. Bu konudaki araştırmalarının sonucunu 1964'te bir konferansta sundu. 1972-1974 arasında Hacettepe Üniversitesi'nde, 1974'te bir dönem konuk öğretim üyesi olarak Bochum Üniversitesi'nde, 1976'da Paris'te Sorbonne Üniversitesi ve College de France'ta,1983'te yine Paris'te Ecole de Hautes Etu-des'de ders verdi.
Yurt içinde ve yurt dışında verdiği pek çok konferanstan başka uluslararası kongre ve toplantılara bildirilerle katıldı. Ayrıca 1958'den, 1982'ye değin Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu üyeliği yaptı. 1983'te yeni kurulan Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları İstanbul Bölge Kurulu üyeliğine atandı ve kurul başkanı seçildi. 1982'de Yüksek Öğrenim Yasası'yla Bizans Sanatı Tarihi Kürsüsü'nün kaldırılmasından sonra Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü başkanlığına atandı.
500'DEN FAZLA BİLİMSEL MAKALE VE ARAŞTIRMA
1957'de Türk Tıp Tarihi Enstitüsü, 1968'de Alman Arkeoloji Enstitüleri ve Türk Tarih Kurumu, 1974'te de Belçika Kraliyet Akademisi üyeliklerine seçildi.
Türk sanat ve kültür tarihçisi olarak araştırmalarını özellikle Bizans sanatı konusunda yoğunlaştırdı. Türkiye'de Bizans sanatını bilimsel bir bakışla ele aldı. Türk sanatı üstüne de incelemeler yaptı ve makaleler yazdı. Ayrıca Türkiye'ye gelmiş Avrupalı sanatçı ve gezginleri konu edinen yayınlar da yaptı. Sanat tarihi konusunda, 400'e yaklaşan yayınıyla en verimli bilim adamlarından biridir.
Yurt içinde ve dışında konferanslar verip, kongre ve toplantılarda bildiriler sundu. İlk yazısının yayınlandığı 1946 yılından günümüze gelinceye kadar, Türkçe ve yabancı dillerde olmak üzere 15 kitap, 500'den fazla bilimsel makale ve araştırması basıldı.
ERDOĞAN'DAN ÖNEMLİ MESAJ
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Prof. Dr. Semavi Eyice'nin vefatı dolayısıyla yayınladığı mesajda, "Sanat tarihi alanında ülkemizin yetiştirdiği en önemli isimlerden olan Prof. Dr. Semavi Eyice Hocamızın vefatını büyük bir teessürle öğrendim. Kıymetli Hocamıza Allah'tan rahmet, yakınlarına, sevenlerine ve akademi dünyasına başsağlığı diliyorum" dedi.
Erdoğan'ın mesajı şu şekilde: "Sanat tarihi alanında ülkemizin yetiştirdiği en önemli isimlerden olan Prof. Dr. Semavi Eyice Hocamızın vefatını büyük bir teessürle öğrendim.
Hocamız, 96 yıllık ömründe, Bizans ve Osmanlı sanat tarihi başta olmak üzere, ülkemizin kadim mirasının anlaşılmasına ışık tutacak pek çok araştırmaya, çeviriye, makaleye ve kitaba imza atmıştır. Şüphesiz Hocalar, vefat etseler dahi yazdıkları eserleriyle ve yetiştirdikleri öğrencileriyle gönüllerde daima yaşarlar. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi de olan Prof. Dr. Semavi Eyice Hocamız da birbirinden kıymetli eserleri, Türk kültür ve bilim hayatında ufkumuzu açmaya ve yeni kuşaklara yol göstermeye devam edecektir. Kıymetli Hocamıza Allah'tan rahmet, yakınlarına, sevenlerine ve akademi dünyasına başsağlığı diliyorum."
SEMAVİ EYİCE RÖPORTAJLARI
Semavi Eyice anlatımıyla hayatı:
"Ben Amasralıyım esas itibariyle. Amasra'yı biliyorsunuzdur, Bartın'ın bir ilçesi. Deniz kıyısında bir liman şehridir. Karayla pek irtibatı olmayan bir yerdir. Halkı yüzlerce yıldır, binlerce yıldır hatta sadece denizle uğraşmışlardır. Benim dedelerim de denizle alakadar olan kişilerdi. Sülalem babama gelinceye kadar hep denizciydi. Babam son görevi deniz subaylığından emekli olduktan sonra Deniz Ticaret Okulu'nda kaptan yetiştiriyordu. Bir amcam deniz albaylığından emeklidir. Amcamın bir oğlu Deniz Kuvvetleri Komutanı oldu. Oramiral Celal Eyiceoğlu... Bu şekilde ailemiz denizcidir.
Fakat ben karayla uğraştım. Yani ne olduysam kendi gayret ve çalışmalarımla oldum. Yani bir amcaya, bir teyzeye, bir halaya sırtımı verip de yükselmedim. Kendi kafamla, kendi bilgimle, kendi gayretimle ne olduysa oldu. Babam "Bu memlekette bir insanın bir şey olabilmesi için dil bilmesi gerekir" diyordu. Bu arada Kadıköy'de büyüğümü de söyleyeyim, o zaman Kadıköy'de Fransızların bir okulu vardı. O sıralar yabancıların ilkokul kurabilmeleri serbestti. Oraya girdim. Orada iyi kötü Fransızca öğrendim. Fakat hükümet bu ilkokulları kapatmaya başlayınca onun üzerine Galatasaray'a geçtim. Ve bu şekilde 1943 senesinde Galatasaray'dan mezun oldum.
Sanat tarihi işine de merakım vardı. Fakat Allah rahmet eylesin babam bu işe girmemden pek de memnun olmadı. Onun arzusu benim siyasal bilimlere girerek hariciyede bir vazife bulmamdı. Fazla da direnmedi tabi. Bunun üzerine ben de bunu okuyacağım dedim. Tabi Türkiye'de o zaman o dal yoktu. Sanat tarihi bölümünü çat pat kurmaya çalışmışlar, Avusturyalı yaşlı da bir hoca getirmişlerdi. Fakat o hoca da fazla devam edememişti zaten. Harp dönemiydi biliyorsunuz. 1939'da başlayan II. Dünya Harbi devam ediyordu. Bu işin tahsilini yapmak üzere, zaten o zaman da tek açık kapı olan Almanya'ya gitmeye karar verdim. 1943'de liseden mezun olduktan hemen sonra, Ankara'ya müracaat ettim. Epey bir müddet bekledikten sonra izin çıktı, pasaport aldım ve Almanya'ya gittim. Harp sonlarına yaklaşmıştı ama henüz bitmemişti. Almanca bilmiyordum, Fransızca biliyordum ben. Lisedeyken ikinci dil olarak da İngilizce öğrenmiştim. Bunun üzerine oradaki ilk işim Almanca öğrenmek oldu. 4 – 5 ay kadar biraz Almanca öğrendikten sonra, istediğim dalı okuyabileceğim üniversite aramaya başladım. O zaman 20 küsür üniversite vardı Almanya'da. Fakat bir kısmı tehlikeli bölgedeydi. Her gece üstlerinden uçaklar geçiyordu. Nisbeten gece rahat uyunabilecek bir şehir aradım. Özellikle de istediğim dallar var mı diye 5 – 6 kadar üniversite dolaştım. Sonunda Viyana'ya kadar gittim." (Dünyabizim)
İSTANBUL'UN SUYA ULAŞMA TEDBİRLERİ
Prof. Dr. Semavi Eyice, "Bizans Devri ve Su" konulu röportajında, İstanbul için suya ulaşma problemini ve geliştirdiği tedbirleri şöyle ifade ediyor:
"Bir tarafında Haliç bir tarafında Marmara olan ve zirve kısmı da Sarayburnu olan bir üçgen İstanbul. Konstantin zamânında yapılan surlardan îtibâren Sarayburnu'na kadar uzanan bu üçgen içerisinde su kaynağı yok, ancak toplama su elde edilebiliyor. Fakat İstanbul'un halkı en eski devirlerden beri nerede yaşıyordu? İncelenmesi gereken işte bu. Bunu bilhassa belirtmek isterim. Benim görüşüme göre, İstanbul'un ilk insanları çok daha verimli olan, suyu da, seli de daha mebzul ve bu hâliyle Altın Boynuz adını hak eden yerde yaşıyordu. Burası, Haliç değil, doğrudan doğruya iki tatlı suyun, iki derenin, Alibeyköy deresi ile Kâğıthâne deresinin boynuz şeklinde birleşip aktığı bir noktadadır. Orası, üzerinde bir zamanlar elektrik fabrikasının olduğu, sonra da üzerine üniversite binâlarının yapıldığı üçgen yarımadadır. Arkeolojik bakımdan toprağın derinine inildiğinde ne vardı ne yoktu bilinir. Esas nüve, hâlâ tespit edilmiş değil. Belki Sarayburnu'nda halkın yaşadığı, köy nev'inden 20-30 evlik bir yer vardı, fakat onun da derininde su var. İstanbul'da bugün sekiz metrede filan su çıkıyor. Bu bahsettiğim üçgende, surlarla çevrili olan İstanbul'da, arâzinin tam etüdü yapılmış değil.
Şehrin surlarla çevrilmesi antik devirden îtibâren başlıyor; yâni İlkçağ'ın oldukça yakın döneminde. Meselâ daha geç devre âit olan yazarların kitaplarından öğrendiğimize göre, Silivritepe denen ve şu an üzerinde Silahtarağa Elektrik Fabrikası binâsının bulunduğu yerde bir yerleşim mevcuttu. Bu bilgi araştırılmalı. Orası çok daha avantajlı. Bir defa burada, iki tatlı su kaynağı su yüzünden Haliç'in tuzlu suyunun tesîri az oluyor. Türk devrinde, XVII. yüzyılda bile balıkların, hatta midye, istiridye gibi deniz canlılarının oralarda çıktığı ve bunların gâyet lezzetli olduğu biliniyor. Bugün oralardan çıkan midyeyi yiyemezsiniz. Ama eski devirde bu insanlar yemişler; bugün toprağı kazdığınızda eski yerleşimin izleri arasında en sık rastlanan şey kabuklu deniz hayvanlarının kabukları. Bizanslılar bol miktarda istiridye ve midye yemişler. Ve bunlar da iç kısımlarda bulunuyor.
İstanbul halkının ilk olarak nerelerde yaşadığını bilmek önemli. Yarımburgaz mağarasının verileri çok kıymetli. Mağaraların varlığından XVII. yüzyılda yaşamış olan Evliyâ Çelebi bahsediyor. "Bu mağaraların ucu Bulgaristan'dadır." diyor. Doğru mu değil mi bilmem; ama muazzam bir mağara olduğu ve Trakya'nın altında hayli ilerilere gittiği muhakkak. Nereye kadar gidiyor? Bu mağaranın varlığını yabancılar bulmuş. İlk makâleyi de bir yabancı yazmış hatta bir krokisini de çizmiş; ama o da en dibe kadar gitmemiş." (Zeytinburnu Dergisi)
İSTANBUL'UN TARİHİNE SAHİP ÇIKMAK ADINA ÖNERİLERİ
Prof. Dr. Semavi Eyice, İstanbul'un tarihine, kültürüne sahip çıkmak adına neler yapmamızı gerektiğini şöyle açıklıyor.
"Bizler sildik süpürdük İstanbul'un tarihini kültürünü. Bugün Florence'ye Paris'e gidin hala o kültürü duruyor. Birgün genç bir meslektaşıma mektup yazdım Paris'e geleceğim bana ucuz bir otel bul diye. Kendisi zaten yazlığa gideceği için evinin anahtarını bana verip kendi evinde ağırlamıştı beni. Eve bir geldim ki sanki ev Fransız İhtilali'ni görmüş. Gacır gucur merdivenlerden yukarıya çıkılıyor. O eski tarihi hali ile hala ayakta. Gidin bir tepeden silüetine bakın o kültürü tarihi kalmadı İstanbul'un.
Bizim milletimiz kadar mezarına saygısız bir millet yeryüzünde yoktur. Mesela Almanya, birçok harp geçirdi, topraklarının hemen hemen yarısını kaptırdı. Doçent olduğum zamanlar Almanya'da bir seneden fazla kaldım. Alt katımda Doğu Almanya'dan kaçmış, genç ve bekâr bir adam oturuyordu. Birgün sohbet ederken bana, eski bir Alman şehrinde doğup büyüdüğünü anlatmıştı. Tabi bu şehir daha sonra Polonya'ya geçmiş. Yıllar sonra gittim evimi aradım, dedi. Biz oradan kaçtıktan sonra Polis Merkezi olmuş, bir müddet kullanmışlar sonra ondandan vazgeçmişler şimdi özel mülkiyet olmuş dedi. Evinin fotoğraflarını çekmiş, burası odamız, burası salonumuz diye bana evini gösteriyordu. Hala kafasında o anılarını yaşatıyordu. Ayrıca şehrin mezarlığına gittim, orada işte annemin, babamın falan mezarları olması lazımdı onları aradım, mezarlar duruyordu dedi. Bir Polonyalı'lı dedi, hiç üstüne vazife olmasa da ailemin mezarlarını temizliyormuş, bakıyormuş dedi. İşte bu kadar önemsenen şeyler bunlar. Ama işte bizde durum farklı. Mesela eskiden Malkara'da bir sadrazam idam edilmiş, oraya gittim. Bir baktım bütün mezar taşlarını mezarlıktan sökmüşler, bir caminin yanındaki duvara istiflemiş taşları. O taşlar ellenir de kime ait olduğu öğrenilebilir mi?" (İstanbul Tarih)
PROF. DR. SEMAVİ EYİCE İLE ESKİ ZAMAN İSTANBUL'U
Prof. Dr. Semavi Eyice çocukluğundaki İstanbul'u ve kültürünü şöyle açıklıyor:
"Eski eserlerle küçük bir çocukken ilgilenmeye başladım. Eski her şeye karşı bir merakım vardır. Nedendir bilmiyorum. Ben daha dünyaya gelmeden birkaç ay önce evimiz bütün mahalleyle birlikte, büyük bir yangınla yanmış. Kadıköy'ünde, Haydarpaşa'ya yakın bir yerde. Acaba o yangının bir tesiri midir, nedir? Eski harap yapılara, binalara, eşyaya karşı bir merakım vardır. Muhakkak görmek, içine girmek isterim. Daha ilkokuldayken ufak tefek bir takım teşebbüslere giriştim. Fazla bir şey anlamadım, bir şey de öğrenmiş değilim o sayede.
Gördüğüm binalara bakardım, içine girerdim falan. Ortaokula başladığımda, 6'ncı sınıftan itibaren doğrudan doğruya gördüklerimi küçük notlar halinde yazmaya giriştim. Falan yerde harap bir bina gördüm mesela, notunu yazardım. Uyduruk bir fotoğraf makinam vardı. 3 liraya satın almıştım. Kodak, kutu derlerdi onlara. O makineyle fotoğraflarını çekmeye uğraşırdım. Tabii param da yetmediği için bir film alır, onunla idare ederdim. Bir taraftan da İstanbul'u dolaşmaya giriştim.
Bir defa o zamanki nüfusu 700 - 800 bin civarındaydı. Şimdiki gibi devlet kadar nüfusa sahip değildi. Belirli mahallelerde belirli kişiler otururdu. Bir eski İstanbul vardı, henüz tamamen kaybolmamıştı. Sokaklarda yürümek bile enteresandı. Evler, bahçeler, evin babasının gecelik entarisiyle, hırkasıyla çıkıp kahve içtiği kahvehaneler görülürdü. Onlar bitti, yok artık. İstanbul'un kendisine mahsus bir manzarası, havası vardı. İstanbul'da yaşayan bir İstanbullu vardı, onu da hesaba katın. Şimdi onların hiç biri yok. Gezdim, gördüm, notlar aldım, resimlerini elde etmeye çalıştım. Elimden geldiği kadar fotoğraflar çektim. O makinelerle doğru dürüst bir şey çekilmiyordu tabii…" (Nadir Kitap)
BİZANS ARAŞTIRMALARI BÖLÜMÜ VE SEMAVİ EYİCE KİTAPLIĞI
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, üçüncü katta bulunan "Bizans Araştırmaları Bölümü"nün kitaplığını, çağdaş Bizans incelemeleri ve Semavi Eyice Kitaplığı oluşturuyor. Türkiye'de Bizans araştırmalarının öncüsü kabul edilen ve İstanbul Üniversitesi'nde Bizans Sanatı Anabilim Dalı'nı kuran, aynı zamanda Osmanlı mimarisi ve sanatı üstüne de sayısız yayını bulunan Prof. Dr. Semavi Eyice'ye ait nadir baskı eserlerle otuz bini aşkın kitap, süreli yayın, ayrı basım ve çok sayıda arşiv malzemesi, bu bölümde araştırmacıların konulu kitaplar hizmetine sunuluyor. Semavi Eyice Kitaplığı'nda Bizans tarihi ve sanatıyla ilgili kitapların yanı sıra, bu çok yönlü bilim adamının değişik ilgi alanlarını yansıtan İslam, Türk, Osmanlı tarihi, sanatı ve edebiyatı, çeşitli dönemleri inceleyen arkeoloji-sanat yayınları ve seyahatnameler yer alıyor.
BAŞLICA ESERLERİ
İstanbul Minareleri, Son Devir Bizans Mimarisi, Galata ve Kulesi, Bizans Devrinde Boğaziçi, Eski İstanbul'dan Notlar, Tarih Boyunca İstanbul, Atatürk ve Pietro Canonica, Bursa, Fotoğraflarla Fatih Anıtları (M.Tunay-B.Tanman'la), Istanbul Petit Guide, İstanbul: City of Domes, Karadağ ve Karaman Çevresinde Arkeolojik İncelemeler, Semavi Eyice Armağanı:İstanbul Yazıları.
Derlenmiştir.