Yaz sıcağında İstanbul’dan Boğaziçi’ye yolculuk: Sayfiye kültürü
İstanbul’da yaşayanlar için yaz ayları diğer mevsimlere göre oldukça zorlayıcı bir mesele olarak geçer. Halkın bir bölümü yaz aylarını İstanbul dışında – memlekette veya tatil bölgelerinde – geçirirken bir kısmı da şehirde kalıp klima ve pervanelerle serinleme yoluna gider. Bugün şikayet edilen İstanbul’un nemi ve sıcağı eski İstanbul halkının da ortak derdiydi. O dönemde de sayfiyeye gitmek meseleyi çözerdi.
Yazlık ev ya da kente yakın kır kesimi anlamlarına gelen "sayfiye", İstanbul'da Bizans Dönemi'nden başlayarak görülen 1980'lere kadar varlığını sürdüren bir yaşam geleneğiydi.
"ŞEHİRLİLERİN, YAZLARI TATTIĞI KIR HAYATI ZEVKİ"
Orta Çağ soylularının, yazın arazilerini denetlemek ve mevsimin yaşanmaz hale getirdiği şehirden uzaklaşmak için kırlara göç etmesi, şaşırtıcı da gelse bugünkü turizmin çıkış noktalarından birisiydi. "Şehirlilerin, yazları tattığı kır hayatı zevki" anlamına gelen sayfiye de bu şekilde ortaya çıktı. Aslında, Bergama Krallığı'nın, Roma İmparatorluğu'nun, Antik Mısır'ın da sayfiye yerleri vardı ama 19'uncu yüzyılla beraber burjuvazi sayfiyeyi bir sosyal statü, yani performans olarak algılamaya başladı.
Başta padişah olmak üzere üst düzey devlet görevlileri, gelir düzey yüksek olanlar sefer de yoksa Suriçi denilen İstanbul'dan ayrılarak sayfiyeye giderler ve mümkün oldukça sıcak ve rutubetten uzak durmayı tercih ederlerdi.
DÖNEMİN PADİŞAHI SAYFİYE İÇİN DE ÖRNEKTİ
Sayfiye mevsimi bir İstanbullu için havanın durumuna göre nisan veya mayıs aylarında başlar, ekim ayına kadar sürerdi.
Eski İstanbul hayatında sayfiye alanında da örnek alınan kişi dönemin padişahıydı. Onun zevkleri, eğlence anlayışı, yaşam tarzı halk için belirleyici unsurdu. Ancak bu durum sadece terbiye ve rehberlik seviyesinde kalır; her şeyin bir düzen dahilinde yaşandığı bir dönemde kimsenin padişahı taklit etmesi veya onunla yarışa girmesi söz konusu olamazdı.
ÖNCE SAYFİYE SONRA SÜRGÜN
İstanbul'un yoğun ilgi gösterdiği en önemli sayfiye alanı Boğaziçi idi. İstanbul'un fethinden sonra hızlı bir yapım faaliyetine sahne olan Boğaziçi, özellikle Lale Devri'nden itibaren devlet adamlarının gözde sayfiye mekanı haline gelmişti. Batılılaşma ile Boğaziçi'ne ilginin artmasında İstanbul'da bulunan yabancı elçiliklerin saraylarının Tarabya ve Büyükdere'de olmasının da etkisi yadsınamaz. Bu ilginin sonucunda hanedan üyeleri için Tophane ve Ortaköy arasında yazlık saraylar inşa edildi.
Boğaziçi, bir sayfiye yeri olmasından ziyade, bazı durumlarda tam tersi amaçla da kullanılıyordu. İstanbul'da bulunmasından rahatsız olunan, ama yaptığı hizmetler dolayısıyla saygı gören devlet erkânı için Boğaziçi artık sayfiye yeri değil, sürgün anlamına geliyordu.
PADİŞAHTAN İZİN ALMADAN SAYFİYEYE GİDİLEMEZ
Devlet adamlarının ise mevkilerine göre Rumeli ve Anadolu yakasında yalılar ve bahçe içinde köşkleri yapıldı. Hatırlatılması gereken bir unsur var ki bu dönemde sayfiyeye gidecek devlet adamların padişahtan izin almak zorundaydı. Padişahın izni olmadan şehir içinde de olsa üst düzey bir devlet adamının evini değiştirmesi mümkün değildi. Sayfiyeye gitmesine izin verilenlerin adları ikamet edecekleri yedin adresleri bostancıbaşı siciline kaydettirme zorunluluğu vardı. Bu uygulama Tanzimat sonrası yürürlükten kaldırıldı.
Eski İstanbul'da sayfiyeye gitmenin de kendisine has kaideleri vardı. Özellikle padişah ve hanedan saraylarında dip bucak temizlik yapılır, eksikler giderilir ve eşyalar tertip edilirdi. Gitme günü yaklaştıkça müneccimbaşı tarafından uygun gün belirlenirdi. Önemli işlerde uğurlu zaman tayini meselesi üst düzey devlet görevlileri için de geçerliydi.
SARAY İÇİN SAYFİYE TATİL DEĞİLDİ
Topkapı Sarayı'ndaki idari teşkilatı da padişah sayfiyeye taşırdı. Boğaziçi'nde yaptırdıkları muhtelif kasır, köşk ve bahçelere de günübirlik ziyaret gerçekleştirirlerdi. Kağıthane, Üsküdar, Çamlıca, Bulgurlu, Çengelköy, Göksu, Paşabahçe, Büyükdere, Sarıyer, Bentler padişahların günübirlik ziyaret ettiği sayfiye mekanlarıydı. Günübirlik ziyaretlerinde sadece havanın ve tabiatın güzelliğinden değil istifade edilmez, aynı zamanda padişahın huzurunda çeşitli eğlenceler, spor karşılaşmaları düzenlenirdi. Cirit ve tomak oyunları, pehlivan güreşleri, hüner gösterileri, okla ve tüfekle yapılan atışlar bu gösterilerden bazılarıydı.
Ok ve tüfek gösterilerinde bazen devrin padişahı da silah kullanmada ve nişancılıkta hünerini göstererek halkın kendisine olan güvenini tazelerdi.
Devlet büyüklerinin yaz aylarında mekan değiştirmesi tatil anlamına gelmiyordu. Devlet işleri aynı ağırlıkla görülmeye devam ediyordu. Savaş, ayaklanma, isyan gibi olağanüstü durumlarda, yaz aylarına denk gelen mübarek günlerde padişah Topkapı Sarayı'nda bulunurdu.
SAYFİYENİN GÖZDESİ DENİZ VE MEHTAP
Yaz mevsimini Boğaziçi'nde geçiren varlıklı ailelerin en önemli eğlencesi mehtap âlemleriydi. Hava müsait olduğu zamanlarda sandallara binen İstanbullular sazlar ve şarkılar eşliğinde gece boyunca eğlenirlerdi. Tanzimat'tan sonra özellikle moda olan bu eğlencelere yalılardan katılmayan hemen hemen yok gibiydi.
Şirket-i Hayriye'nin kurulmasıyla beraber Boğaz köyleri ve İstanbul arasındaki ulaşım vapurlarla sağlanmaya başlandı. Bu sayede yalılar sayfiye olmaktan çıktı ve yaz kış oturulan meskenler haline geldi.
Vapur seferleriyle Boğaziçi'nde nüfus yoğunluğu arttı. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Adalar, Kadıköy, Moda, Erenköy, Fenerbahçe, Bakırköy ve Yeşilköy zengin kesimlerden başlayarak İstanbul halkının ilgi gösterdiği mekanlar haline geldi.
HALK PLAJINDAN EVVEL DENİZ HAMAMLARI
Osmanlı sayfiye kültüründe yer alan önemli unsurlardan biri de deniz hamamlarıydı. 19'uncu yüzyılın ilk çeyreğinden sonra gündelik hayatımıza giren deniz hamamları, Osmanlı insanının deniz kültürü açısından önemli bir aşamaydı. Toplu alanlarda yüzmenin hoş karşılanmadığı ve yasak olduğu dönemlerde deniz hamamları ihtiyaca cevap vermişti. Mütareke ve Cumhuriyet ile birlikte plajların hayatımıza girmesiyle deniz hamamları da yavaş yavaş ortadan kalktı.
İstanbul'un belli yerlerinde bir işletmeci nezaretinde açılan deniz hamamlarının, tahta perdelerle dört tarafı çevriliydi ve hamamlar bir iskeleyle karaya bağlıydı. Denizin bir buçuk metre derin olduğu yerde inşa edilirdi ve birbirine bitişik localardan ve ortadaki doğal havuzdan oluşurdu. Tahta perdeler ve denizin dibinde de ızgaraların bulunmasından dolayı kimse kimseyi göremezdi. Kadın ve erkeklerin ayrı deniz hamamları vardı ve peştamal ile denize girilirdi.
(İstanbul Yazıları - Ali Şükrü Çoruk)