A'yân-ı Sâbite
Bir tasavvuf kavramı olarak, “dış âlemde var olan eşyanın görünür hâle gelmeden önce Allah'ın ilminde bilgi olarak mevcudiyeti, ortaya çıkan varlıkların Allah'ın ilmindeki gizli hakikâtleri, mahiyetleri” anlamına gelir.
Tasavvufta birlik-çokluk (vahdet-kesret) meselesi çeşitli misallerle açıklanır. A'yân-ı sâbite varlıkların modelleri (mecâlî) ve kalıplarıdır (mezâhir). Belli bir şeyin şekli, çeşitli ve değişik aynalara aynı anda farklı biçimlerde yansıyarak bir çokluk meydana getirdiği gibi, bir ayna durumundaki a'yân-ı sâbiteye akseden Hakk'ın varlığı da böyle bir çokluk meydana getirir.
Çokluk vehim ve hayal olarak vardır; birlik gerçek olarak mevcuttur. Belli bir top kumaştan farklı elbiseler vücuda getirilebilir. Bu elbiselerin hepsi varlık olarak bir ve aynıdır, çünkü aynı kumaştan yapılmıştır. Farklılık şekillerden ileri gelmektedir. Şekilleri farklı kılan, modelleri ve kalıpları yani ayn-ı sâbiteleridir. Kalıplar, hiçbir zaman elbiselerde var olmadıkları halde onlara şekil verirler.
Bunun gibi, dış âlemdeki bütün varlıkları farklı şekillere sokup çokluğun ortaya çıkmasına sebep olan a'yân-ı sâbite de hiçbir zaman dış âlemde var olmaz. Onun için a'yân-ı sâbiteye "ma'dûmât" ve "umûr-ı ademiyye" yani "yoklar" adı da verilmiştir. Dış âlemde görünen a'yân-ı sâbite değil, onun şekilleri, halleri, hükümleri, ayırıcı nitelikleri, belli özellikleri, fiilleri ve eserleridir.
A'yân-ı sâbitenin kendisi bâtın, sûreti zâhirdir. İbnü'l-Arabî, "a'yân-ı sâbite asla varlık kokusunu koklamamıştır" yani "hiçbir zaman var olmamıştır" derken bunu anlatmak ister.
*
A'yân-ı sâbitenin ilâhî isimlerin sûretleri ve dış âlemdeki varlıkların hakikatleri olmak üzere iki yönü vardır. Birinci yönüyle edilgendir (münfail); ruh için beden gibidir. İkinci yönüyle etkendir (fâil); beden için ruh gibidir. Hakk'ın zâtındaki varlıkları itibariyle ilâhî isimlerde birlik, tezahürleri itibariyle çokluk vardır. Çok oluşları itibariyle "ilâhî hazret"ten feyiz alır; zâtlarının bir oluşu itibariyle a'yân-ı sâbiteye feyiz verirler. İlâhî zâtın, bütün mümkinlerin ve şeylerin sûretinde kendine tecelli etmesine "feyz-i akdes" dendiği gibi a'yân-ı sabite de denir.
"Bir"in, çokluk halindeki varlıkların sûretinde tecelli etmesine, diğer bir ifade ile a'yân-ı sâbitenin aklî âlemden hissî âleme aksetmesine "feyz-i mukaddes" denir. Bu kuvve halinde olanın fiil suretinde, ezelde sâbit olan şeyin olduğu gibi hariçte zuhûr etmesinden ibarettir. A'yân-ı sâbite bir yönüyle Hakk'ın Hak için zuhûrudur; "feyz-i akdes"tir. Diğer yönüyle Hakk'ın zuhûr (açıklık) mertebesidir, Hakk'ın dış varlıklarda tecellîsidir; "feyz-i mukaddes"tir. A'yân-ı sâbite kendine göre "yok", feyz-i akdese göre "sâbit", feyz-i mukaddese göre "dış âlemde zâhir ve mevcut"tur.
*
A'yân-ı sâbite daima sabit olup her zaman kendi kendinin aynı olarak kalır, hiç değişmez. Bir şeyin dış âlemde var olması onun ayn-ı sâbitesinde herhangi bir değişiklik meydana getirmez; ayn-ı sâbitesi, var olmadan önce nasılsa var olduktan sonra da aynen öyledir. A'yân-ı sâbitenin değişmesi esastan imkânsız (bizâtihî müstahil) olduğundan onları değiştirmeye Allah'ın iradesi de taalluk etmez. A'yân-ı sâbite ezelî, ebedî, değişmez ve değiştirilemez mutlak bir nizam ifade eder.
İbnü'l-Arabî'ye göre, Allah'ın ilmi mâluma tâbidir. Fakat bu Allah için bir kusur değildir; çünkü hakikâtte bilen de, bilinen de O'dur. O, bir şeyi, o şey nasılsa öyle bilir ve aynen bildiği gibi var eder. Bir şeyin nasıl olacağı ise o şeyin ayn-ı sâbitesine bağlıdır. Ayn-ı sâbite ise ezelîdir ve yaratılmış değildir. İrade hürriyetini tamamıyla silip süpüren bu düşünce şiddetli bir cebirciliği ve kaderciliği hâkim kılar. Onun için ayn-ı sâbiteye inanan mutasavvıflar hep kaderci ve cebirci olmuşlardır.
*
Eşya ve hadiselerin ayn-ı sâbitelerini Allah'tan başka kimse bilmez. Bu özelliği itibariyle İbnü'l-Arabî ona "mefâtîhu'l-üvel" (ilk anahtarlar), "mefâtîhu'l-gayb" (gaybın anahtarları) adını verir, "kaderin sırrı" der. İnsanın bunları bilmesi mümkün olsa, kaderi ve geleceği de bilmiş olurdu. Bunun için Allah a'yân-ı sâbite sahasını insanlara kapatmış, onun bilgisini sadece kendisine tahsis etmiştir. Çok nâdir hallerde nebî ve velîlerin bir kısmına bazı ayn-ı sâbitelerin gösterilmesi mümkündür.
*
A'yân-ı sâbite nazariyesi çeşitli felsefî görüşlerin harmanlanmasından ortaya çıkmıştır. Meşşâîler'e göre "mümkin"lerin varlıkları başka, zâtları (mahiyetleri) başkadır, "vâcip"te ise varlık ile zât aynıdır. Bu fikre karşı çıkan kelâm âlimlerinin çoğu, "vâcip"te varlık ile zâtın aynı olmadığını savunmuşlardır.
İbnü'l-Arabî vücûdla zâtı aynı sayarken Meşşâîler'e, Mu'tezile'ye ve bazı kelâmcılara yaklaşmaktadır. Öte yandan a'yân-ı sâbite nazariyesi Eflâtun'un "ide"lerine ve Plotinus'un "Allah ve düşünceleri" nazariyesine de benzemektedir. Ancak İbnü'l-Arabî'nin a'yân-ı sâbitesi küllî-cüz'î bütün varlıkları kapsayan Allah'ın bilgileri (ma'lûmât-ı ilâhiyye) demek olduğundan Eflâtun'un idelerinden farklıdır. Çünkü ideler sadece eşyanın genel sûretleri için söz konusudur ve müstakildir, yani Allah'a bağlı değildir. A'yân-ı sâbite, Yeni Eflâtuncu Plotinus'un "bir ve ilk düşünce" (vâhid ve akl-ı evvel) görüşüne çok yakındır, hatta onun biraz değişik şeklidir de denilebilir.
*
İbnü'l-Arabî a'yân-ı sâbite nazariyesini ortaya atarken Mu'tezile'nin "yok"u (ma'dûm) "şey" sayan görüşünden de istifade etmiştir. Ebû Ali Cübbâî'nin hocası Ebû Osman Şahhâm, "ma'dûm var değil, fakat büsbütün yok da değil, var olmaya hazır ve elverişli bir 'şey', bir 'sabit' ve bir 'hal'dir" diyordu. İşte bu "ma'dûm şeydir", görüşü a'yân-ı sâbite fikrinin kaynaklarından birini teşkil etmiştir.
*
Tasavvuf tarihinde son derece tesirli olan a'yân-ı sâbite telâkkisine kelâm âlimleri ve Selefiyye mezhebi mensupları sürekli olarak itiraz etmişler ve bu görüşü şiddetle reddetmişlerdir. Çünkü a'yân-ı sâbite görüşünün kabul edilmesi halinde eşyanın yaratılması ve Allah'ın yaratıcılık sıfatı söz konusu olmamakta, yaratmanın yerini sudûr* ve zuhûr* görüşü almakta, diğer taraftan âlemin kadîm oluşu görüşü değişik bir biçimde kabul edilmektedir.
Esasen İbnü'l-Arabî de âleme "kadîm-i hâdis" (ezelî yaratık) demek suretiyle bu konudaki fikirlerini açıkça ortaya koymuştur. Diğer taraftan cebirciliğin, ibadet hayatının ve ahlâk esaslarının temeli olan irade hürriyetini ortadan kaldırdığı ileri sürülmüştür. Bu yüzden İbn Teymiyye, İbnü'l-Arabî'nin bu tür kanaatlerinin küfür olduğunu söyler. Şeyhülislâm Mustafa Sabri de Mevkıfü'l-'akl adlı eserinde İbnü'l-Arabî'nin varlık hakkındaki görüşlerini geniş bir tenkide tâbi tutmuş ve reddetmiştir.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden derlenmiştir.