Gurbetin hasret dolu yüzü
Yıllar önce binlerce vatandaşımız işçi olarak yurtdışına gitti. Şimdi sayıları milyonları bulan bu insanların öyküleri çocukları ve torunları tarafından sosyal medyada anlatılmaya başladı. İşte dördüncü neslin ağzından gurbetçilerin hasret, emek, vefa ve sabır dolu hikayeleri...
1961 yılı 450 kişilik Türk işçi grubu Haydarpaşa Garı'ndan Almanya'nın Düesseldorf kentine doğru hareket etti. Ne ile karşılaşacaklarını, nasıl bir yaşamları olacağını bilmiyorlardı. Çoğu belki de ilk kez köyünden çıkıyordu. Çalışıp, para kazanıp tekrar memlekete dönmekti planları. Bir ev parası ya da kendine ait bir tarla almak yeterliydi. Bir yıl anne babadan eşten çocuktan ayrı kalmaya dayanılırdı. Lakin bu hasretin bir ömür süreceğini henüz hiçbiri bilmiyordu.
Sonrasında Avrupa'nın pek çok şehrine işçi gönderdik. Oradaki nüfusları milyonları buldu. Türkiye'yi sadece yazdan yaza gören çocukları oldu. Memleketlerine dönüşleri eli kolu hediyelerle dolu, gıcır gıcır kırmızı bir Mercedes içinde olunca, bu bayram tablosuna özenip Almanya'nın yolunu tutmaya hevesli de çok kişi oldu.
Hangimizin mahallesinde ya da ailesinde birer gurbetçi olmadı ki? Yazın gelen çikolatalar, Nivea kremler, şampuanlar, çiçekli tişörtler... Heyecanla beklediğimiz hediyeler, hatıralarımızdaki hatırı sayılır anılar oldular. Onlara bir isim de takmıştık, Alamancı!
Yazlarımızın değişmez muhabbeti kimin kaç Mark kazandığı, çamaşırı da bulaşığı da yıkayan makinelerin, koca koca marketlerin olduğu ülkeler oldu. Görünen şatafatın arkasında o paraların hangi koşullarda kazanıldığını hiç konuşulmadı. Oysa tüm bunların arkalarında memleket hasreti, anne, baba, eş, çocuk hasreti ve oluk oluk akıtılan alın teri vardı.
Aradan 58 yıl geçti. Memlekete dönenler de oldu, gurbette göçüp gidenlerde... DiasporaTürk adlı Instagram hesabı zaman içinde unutulup kaybolmaya yüz tutmuş eski göç hikâyelerini gün yüzüne çıkarmaya başladı. Üstelik bu hikâyeleri gönderenler yurtdışına giden birinci ve ikinci neslin çocukları, torunları... Türkiye'den yurtdışına giden akrabalarının gerçekte neler yaşadıklarını, hangi şartlarda çalışıp, gurbette nasıl bir yaşam sürdüklerini anlatıyorlar. İşte çocukları ve torunlarının ağzından gerçek gurbet hikayeleri...
ÇAYDANLIĞI GÖRÜP HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLADIM
Ahmet Alkan'ın hikayesi:
"1974'ün kış aylarında geldim Almanya'ya. Gitmeye karar verdiğim günü unutmam mümkün değil. Köyümüzden Almanya'ya işçi olarak giden üç-dört kişi, 1973 yılının yaz tatilinde altlarında birer otomobil ve envai çeşit hediyelerle gelince çoluk çocuk herkes köyün meydanına doluşmuştu. İşçilerin aileleri sevinçten havalara uçarken, öpüşüp koklaşılıyor, hediyeler dağıtılıyordu. Başta fark etmedim ama benim ufak kız da köşeden olup biteni izliyormuş. Akşam evde otururken, "Baba, ben de o oyuncak bebekten isterim" dedi.
Biz o zamanlar çiftçilikle geçinirdik, kışın esnafa veresiye yazdırır, yazın mahsulü kaldırınca borçları anca öderdik. Küçük kızımın söylediği karşısında, o akşamki çaresizliğim yüreğimi hayli ezmişti. Gece yastığa başımı koyduğumda Almanya'ya gitmeye karar verdim. Çok geçmeden de kabul edilip düştüm yollara. Almanya'da işçi yurdunda kalıyordum. Almanca bilmediğimden marketten alışveriş yapmasını beceremiyor, her gün ekmeğe talim ediyordum. Sonraları fabrikada Cavit Abi ile tanıştım. O akşam beni evlerine yemeğe davet etti. Ev yemeğine hasret kaldığımdan mı yoksa yenge hanımın marifeti mi bilmiyorum fakat öyle güzel mercimek çorbasını hayatımda bir daha içmedim.
Yemekler yendikten sonra ortadaki masaya bir çaydanlık kondu. Bir çaydanlığın beni perişan edeceği aklımın ucundan geçmezdi. Gözlerimi bizim oralardan getirildiği belli olan bakır çaydanlıktan alamıyordum. Ansızın karşıma çıkmış bir tanıdık gibiydi. O çaydanlık benim için; eşimdi, kızımdı, köyümdü. Cavit Abi bendeki garipliği sezmiş olacak ki: "Ahmet hayırdır, bir şey mi oldu?" diye seslendi. Cevap verecek oldum fakat sesim çatallaştı, konuşamadım. Sonra dayanamadım hüngür hüngür ağlamaya koyuldum. "Bir şey yok abi" diyebildim ama devamını getiremedim."
TEYZEMİ ANNE BİLDİM
Turgay Düzen çocukluğundan başlayan gurbet hikayesini, "Göçmenlerin kaderi pek değişmiyor" diyerek anlatıyor:
"1976 yılında ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Annem ve babam ikisi birden çalışmaya başlayınca, abimi bir bakıcıya vermişler. Ben abimden 20 ay sonra dünyaya gelince, bakıcı masrafı artmasın diye annem beni 40 günlükken Tekirdağ'daki teyzeme bırakmış. Birkaç yıl çalışıp, para biriktirip geri döneriz diye düşünmüşler ama dokuz yaşıma kadar beni teyzem büyütmüş.
İlkokula Türkiye'de başladım. Okulun ilk günü sınıfta yoklama alınıyordu. Perihan öğretmenim "Turgay Düzen" diyor, kimse ayağa kalkıp "burada" demiyor. Ben de hiç oralı olmuyorum. Bir iki defa daha isim okunduktan sonra yanıma gelip "Oğlum senin adın Turgay Düzen değil mi?" diye soruyor. Ben de hayır ben "Turgay Durmuş" diyorum. Eve gider gitmez anne bildiğim kişiye neden soyadlarımızın farklı olduğunu sordum. O da bana: "Hani yaz tatillerinde Almanya'dan bir teyze ile amca geliyor ya, onlar senin gerçek annen ve baban, yanındaki çocuk da senin abin" dedi. Benim için unutulmaz bir andı. Gerçek anne ve babamın yanına taşındığım tarih 1988'in 7 Eylül günüydü. İlk başlarda onlara "Anne ve baba" derken bir hayli zorlandım. Geceleri çok kez ağladığım olmuştur. Teyzem beni öz evladından ayırmamıştı. Ona teyze demeye bir türlü alışamadım. Teyze deyince hüzünle bakardı bana. Ölürken benim adımı sayıkladığını söylemişlerdi.
Almanya'daki ilkokul günümde beni iki sınıf geriye attılar dil bilmediğim için. Sınıftaki çocuklarda önlük olmaması çok tuhafıma gitmişti. Öğretmen sınıfa girince hemen ayağa kalktım. Diğer çocuklar gülmeye başladılar. Sonradan öğrendim ki Almanya'da böyle bir adet yokmuş.
Yedi sene önce bugünlerde annemi kaybettim. Uçakta biz yukarıda, o uçağın alt kısmında tabutta memlekete giderken, ben de artık ülkeme temelli dönmeye karar verdim. Büyük oğlum Türkiye'de 7'inci sınıftan başladı okula. O günün akşamı bana bildik bir hikâye anlattı. Öğretmen sınıfa girince bütün çocuklar ayağa kalkmış, bizimki oturur vaziyette şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışırken, diğer çocuklar gülmeye başlamış. Ülkeler, şehirler, mekânlar farklı olsa da göçmenlerin kaderi pek değişmiyor."
GÖÇMEN KADINLARIN SEMBOLÜ OLDU
Yasemin Ay, annesinin Amsterdam'da hayata tutunan hatta yılın annesi bile seçilen hikâyesini şöyle anlatıyor:
"Halil İbrahim Ay 1969 yılında Hollanda'nın Amsterdam şehrine işçi olarak gelir. İlk yıllarda farklı sektörlerde ve işyerlerinde çalışır, 1971 yılında eşi Arife'yi ve en küçük çocuklarını alarak Amsterdam'ın Noord bölgesine yerleşirler. Diğer dört çocukları ise Türkiye'de kalır. Çocuklara anneanne ve dedeleri bakar. Yerleştikleri mahalledeki ilk Türk ailesidir Ay ailesi. Mahalleye taşındıklarında Hollandalılar Türkler gelmiş diyerek özellikle bakmaya gelirler onlara. Zamanla Türkiye'den Amsterdam'a gelenlere yol gösteren, yardımcı olan ve mahallede herkesçe tanınan bir aile olacaklardır. Halil İbrahim Ay, Ford fabrikasında işe başladıktan sonra Türkiye'deki çocuklarını da yanlarına aldırır. Ailenin en küçüğü Yasemin ise Amsterdam'da doğacaktır. Bu kalabalık ailenin yaşaması için daha büyük bir ev lazımdır. Halil İbrahim Ay, gıcır gıcır mavi Cadillac'ını satar ve sekiz nüfuslu ailenin yaşayabileceği bir eve taşınırlar. Evin geçimini sağlamak için anne Arife Ay, belediyeye ait yüzme salonunda temizlik görevlisi olarak işe başlar.
Zaman zaman çocuklar da onunla gelerek havuzda yüzer eğlenirler. Çocuklardan Hüseyin Zeki ise hem mahallede hem de okuldaki diğer çocuklar tarafından içlerine kabul edilmez. O yıllarda ayrımcılığa ve haksızlığa uğrayınca kendini spora verir. Küçük yaştan itibaren kickboks yapmaya başlar ve zamanla profesyonel olarak ringe çıkar. Genç yaşta Fransa'da düzenlenen Avrupa Kickboks Turnuvası'nda Hollanda adına yarışarak şampiyonluk elde eder. Başarısı Hollanda medyası tarafından hemen fark edilir.
Gazeteciler, Hüseyin Zeki'nin hayatına mercek tutmak isterler. İşçi olarak çalışan göçmen bir ailenin çocuğu olduğunu öğrenince şaşırırlar. Anne Arife Ay'ın çalıştığı yüzme havuzuna giderek onunla konuşmak isterler. Mesai saati sırasında çekilen fotoğrafta merceğe bakamaz Arife Ay, mahcup bir gülümsemeyle fotoğrafçıya poz verir. Arife Ay hem çalışıp hem de şampiyon bir çocuk yetiştirmeyi başardığı için o sene yılın annesi seçilir. Kendisi 2008 yılında, Halil İbrahim Ay ise 2014 yılında hayata veda eder. Arife Ay'ın havuzda temizlik yaparken çekilen fotoğrafı, göçmen kadın işçileri anlatan sembol fotoğraflardan biri haline gelir."
BAŞUCUMDAYKEN DE GURBETTEYDİ
Sena Taşay, büyük anneannesi ve dedesinin ayrılık, sevda ve vefa içeren ibretlik hikayesini anlatıyor:
"Anneannemin babası 1964 yılında eşini ve üç çocuğunu İstanbul'a bırakarak Almanya'nın Hamburg şehrine gitmiş. Orada gemilerde çalışıyormuş. Bir süre ne mektup yazmış, ne de para göndermiş. Hal böyle olunca anneannemin annesi bir fabrikada işçi olarak çalışmaya ve para biriktirmeye başlamış. Almanya'ya gidip dedeyi bulmak istiyormuş. Bunun için sormuş soruşturmuş, İstanbul'daki aracıların kapısını çalmış Almanya'ya nasıl gidilir diye. Dede bunu duyunca İstanbul'a bir mektup ve fotoğraf yollamış, Almanya'da başkasına aşık olduğunu yazmış. Anneanne için büyük yıkım olmuş bu. Çok üzülmüş. Kısa süre sonra dede çıkagelmiş. Eşinin kimliğini ve pasaportunu yırtıp atmış Almanya'ya gelmesin diye. Çok kalmadan tekrar Almanya'nın yolunu tutmuş. Ama döndüğünde âşık olduğu kadını bulamamış. Kadın hiçbir iz bırakmadan sırra kadem basmış. Dede uzun süre o kadını aramış ama hiçbir iz bulamamış. Hastalandıktan sonra da mecburen Türkiye'ye temelli dönüş yapmış ve ailesiyle yaşamaya devam etmiş. Anneanne, dedenin başka kadına âşık olmasını hep yüzüne vurup durmuş. Birlikte olan fotoğraflarından kendini kesmiş. Hep kavga ederlermiş ama birbirleri olmadan da yapamazlarmış. Dede hayatını kaybettikten sonra anneannenin ona olan aşkını daha iyi anlamaya başladık. Bizi etrafına toplar onu anlatırdı. Şöyle derdi: "Bana hiç sevdalanmadı ama benim yanımda yaşlandı. Bu da sevdadan sayılmaz mı?" Anneannemiz de 9 ay önce göçüp gitti bu dünyadan. Ölümünden birkaç gün önce bile bize dedeyi anlatıyordu. Son söylediği söz belki onun hayatının kısa bir özetiydi: "Almanya'dayken de gurbetteydi, başucumdayken de gurbetteydi. Ben ömrüm boyunca hep sılanın uçurumunda yaşadım."
KISA HİKAYELER
"Almanya'dan bant gelmiş, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta iyisiniz inşallah diyor bütün ev 'iyiyiz iyiyiz' diyor, köye kar inmiştir diyor, herkes 'indi indi' diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim." (11. Peron)
"Bir gün Köln Radyosu'nda Yılmaz Güney çıktı. Türkiye'de en çok neyi özlediniz diye soran sunucuya, "Anamın kuru fasulyesini" diye cevap verince, ilk defa babamın hıçkırıklarına şahit oldum. O gün gurbet babaannemin kuru fasulyesinde anlam bulmuştu." (Osman Özaydın, Münih)
"Bizim evde akşam haberleri ayakta izlenirdi. Televizyonu aldığımız yıl Kıbrıs Harekâtı başladı. Babam da haberlerde şimdi bayrak çıkacak, Türkiye'yi gösterecek, ayıp olur diye hepimizi ayağa dikerdi." (İbrahim Özyürek, Melbourne)
"Bir kez olsun anneme doyasıya sarılamadım. 11 ay, dile kolay, 11 ay beklerdim birlikte olacağımız o bir ayı. Bütün çocukluğum anneme sarılabileceğim, sesini duyabileceğim yaz tatilini beklemekle geçerdi. Sonra bir yaz günü çıkagelirdi. Daha ben ona doymadan, bir kez olsun anneciğim diyemeden bir rüya gibi hayatımdan çıkıp giderdi. Benim çocukluğum annemi beklerken yaşlandı." (Adem)
"Türkiye'ye giderken yanımıza bir sürü yiyecek alırdık. Ama annenim özenle hazırladığı çikolata paketine hiç dokunmazdık. Kapıkule'de nöbet tutan askere verirdi onu. Asker nöbette olduğundan gözüyle işaret ederdi, ayakucuna bırakır yolumuza öyle devam ederdik." (Oğuz Tuncay, Türkiye)
"Babam Almanya'ya giderken bavulunun içine girer "ne olur beni de götür, sana orada menemen yaparım" derdim. Şimdi ben de baba oldum ve babamın buna nasıl dayandığını anlamaya çalışıyorum." (Bülent Çoruk, Türkiye)
Diaspora Türk yurtdışında yaşayan Türklerin göç hikâyelerini, anılarını ve onlara ait mektupları, kartpostalları, fotoğrafları yayınlayan bir sosyal medya topluluğu. Projenin kurucusu olan Gökhan Duman'a bugün çok sayıda gönüllü de destek veriyor. DiasporaTürk'ün Göçüp Kalanlar, ve 11. Peron isimli iki kitabı bulunuyor.
Sabah