Prof. Dr. Murat Şimşek

İslamofobi (IV): İslam-barış-savaş ve terör

Teoman Duralı hocanın ifadeleriyle söylemek gerekirse İngiliz-Yahudi medeniyeti hukuku olan savaşı kaldırıp yerine hukuku olmayan bir terörü icat etmiştir. Geçmişte olduğu gibi şimdilerde de İngiliz-Yahudi medeniyetinin tek bilkuvve rakibi ile hasmı İslâm medeniyetidir.

İslam özünde kendisini barış dini olarak görür. Savaşı bir realite olarak kabul eder ama onu sınırlandırma ve hukuki temellere dayandırma yönünde tedbirler alır. Karşı taraf fiili veya potansiyel tehdit durumunda olmadığı takdirde hiçbir zaman ilk savaş başlatan taraf olmaz. İslam düşüncesi felsefi açıdan savaşı bizzat amaç olarak değil, barışı sağlayıcı olması açısından meşru (li-gayrihi hasen) görmektedir. Ayrıca cihadın hiçbir suretle ne terörle ne de Batı'daki kullanımıyla kutsal savaşla ilişkisi veya benzerliğinin söz konusu değildir.

Hıristiyan Batı tarafından yapılan Hz. Peygamber'in dünyevi liderliği ile ilgili eleştiriler temelde onun askeri kişiliği yani savaşan bir peygamber olması üzerinden yapılmaktadır. Hıristiyan ilahiyatçıları genel itibariyle dünyevi işlere dalmayı ve de savaşmayı nübüvvete aykırı bir davranış olarak görmektedirler. Akademik camiada yapılan bazı araştırmalarda Hz. Peygamber hakkındaki önyargılı sonuçlar bilimsel formatta sunulmaya çalışılmıştır. Nitekim Kanada Kraliyet Askerî Akademisi öğretim üyesi Richard A. Gabriel hazırladığı Muhammad: Islam's Firs Great Genaral (Oklahoma 2007) adlı eserinde ve ABD'de yayın yapan Askeri Tarih Dergisi'nde kaleme aldığı "Muhammad: The Warrior Prophet" adlı makalesinde Hz. Peygamber'i, "gerilla lideri", "direniş lideri", "savaş peygamberi", "İslam'ın ilk büyük generali…" vb. şekillerde vasıflandırmak suretiyle olumsuz çağrışımlar uyandırmakta, özellikle oluşum döneminde İslam askerî yapısının düzenli ordu değil, gerilla hareketi olduğunu iddia etmektedir. Bu çalışmalar, Batı'da var olan Hz. Peygamber'e karşı menfi imajın tipik örneğini sunmaktadır.

İslam tarihini objektif değerlendirmeleriyle tanınan Marshall G. S. Hodgson da Hz. Peygamber'in savaşmasını önceleri zulme uğramış bir topluluğun kendini savunma ameliyesi olarak meşru gibi göstermesine rağmen, yine de Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen askerî tedbirleri onun peygamberliğindeki temel problem olarak görmenin makul karşılanması gereğini iddia etmektedir. Şartlar ve çevreninin zorlayıcı baskılarını makul görmekle birlikte, bunu nübüvvet açısından bir zaaf noktası olarak algılamaktadır. Halbuki Hz. Mûsâ'da olduğu gibi savaşçı peygamber özelliğini Hz. Muhammed (s.a.v.) de taşımıştır. Nitekim Ahdi Kadîm misillemeyi, Ahdi Cedîd bağışlamayı tavsiye ederken, ikisinin ortasını temsil eden Kur'an şöyle der: "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük/cezadır. Fakat kim affederse ve barışı sağlarsa mükafatı Allah'a aittir." (42/40; 5/48, 87).

Hz. Peygamber'in uygulamalarında kendini gösteren "meşru savaş" olarak cihadla, Batılıların esas itibarıyla kendilerinin üretip tarih boyunca uyguladıkları, buna rağmen Müslümanlara isnat ettikleri "kutsal savaş" mefhumlarını birbirinden ayırmak gerekir. Bir kısım ayetlerin doğrudan ifadesinden (el-Hac 22/39) ve Hz. Peygamber'in hayatı boyunca gerçekleştirdiği uygulamalardan anlaşıldığı üzere "meşru savaş" bir toplumun kendisine karşı yapılan saldırı ve zorbalığa karşı kendini savunma hakkını gösterir ve tabiatı gereği savunmaya yöneliktir. Bu sebeple Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in gerek müslümanlar gerek gayr-i müslimler tarafından gelecek olan zorbalığa karşı güç kullanımında benimsediği tavır, özünde gerçekçi bir tavırdır ve savaşı kurallara bağlayan ağır şartlar koşmayı amaçlar. Dolayısıyla İslam'da temel ilke saldırıya karşı savaşmaktır ki "Size savaş açanlarla Allah yolunda savaşın. Fakat haksız saldırıda bulunmayın. Çünkü Allah haksız saldırıda bulananları sevmez" (Bakara, 2/190. Ayrıca bk. en-Nisa 4/81; et-Tevbe 9/36) ayeti bunu destekler. Klasik ve modern yorumcular haksız saldırıda bulunmama (lâ ta'tedû-aşırıya gitmeyin) emrini öncelikle savaştan ve düşmanlıklardan kaçınmak, silahlı mücadeleye ancak kendi özgürlüğünü müdafaa etmek üzere başvurmak ve savaşmak zorunda kalındığında da kadınlar, çocuklar, yaşlılar, din adamları gibi savaşa katılmayan şahısların hayatını korumak olarak yorumlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan afiyet dileyin. Karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır" (Müslim, "Cihad", 20). Zaten İslam hukukunda hâkim telakkiye göre devletlerarası münasebetlerde normal olan durum barış halidir.

Gerek Kur'an'da yer alan savaşla ilgili ayetler gerekse Hz. Peygamber'in Medine döneminde gerçekleştirdiği silahlı mücadele ile ilgili uygulamalar, dönemin şartları dikkate alınarak, kronolojik tertibi ve bütünlüğü içerisinde yorumlanmalıdır. Hz. Peygamber hiçbir zaman ilk savaş başlatan taraf olmamıştır. Fakat ilk andan itibaren Hz. Peygamber ve müminler tehdit olarak algılanmış, Mekke döneminde birçok işkencelere maruz bırakılmış, Medine'ye hicretten sonra ise daima müşrik Araplar tarafından düşman olarak görülmüştür. Hz. Peygamber'in Medine döneminde savaşma gerekçelerinin, öncelikle Bakara 190 ve Hac 39 ayetlerde geçtiği üzere saldırılara mukabele niteliği taşıyan meşrû müdafaa; Kureyş'in Hudeybiye antlaşmasını bozmasında olduğu gibi, yapılan antlaşmalara sadakatsizlik ve ihanet; Mute savaşının sebebinde olduğu gibi uluslararası dokunulmazlık esası ihlal edilerek elçilerin öldürülmesi; Hendek savaşı esnasında en kritik durumda müşriklerle işbirliğine çalışan Benî Kurayza örneğinde olduğu gibi düşmanla işbirliği; Nisâ 75 ve Enfâl 72 ayetlerde belirtildiği üzere Mekke fethinde olduğu gibi, yabancı ülkelerde yaşayıp da sırf inançları sebebiyle şiddet ve işkenceye maruz kalan Müslümanların yardım talepleri olmak üzere temelde beş sebebe dayalı ceza kastı olarak tespit etmek mümkündür.

Müsteşriklerin iddialarının aksine dâru'l-harb terimi inancı sebebiyle saldırıya hak eden, Müslümanların egemenliğine boyun eğdirilmesi gereken ülke anlamında olmayıp, Müslüman ülke ile arasında barış anlaşması olmadığından her an saldırabilecek konumda bulunan gayr-i müslim ülke demektir. Hz. Peygamber dönemi uygulamalara ve sonraki dönem hâkim telakkiye bakıldığında İslam'da savaşın meşruiyet sebebi onların Müslümanlara savaş açmalarıdır ve normal durum barış halidir. Yine bu terim hiçbir zaman iddia edildiği üzere sürekli savaş halini ifade etmemektedir. İddiaya dayanak olarak kullanılan ayet-i kerime (Tevbe 9/29) Müslümanların sürekli saldırı altında oldukları, ihanete uğradıkları bir süreç akabinde özellikle de güçlendikleri için bertaraf edilmesi gereken ciddi bir düşman olarak telakki edildikleri bir dönemde (h. 9) inmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar tarafından, karşılaştıkları gayr-i müslimlere, İslam'a girmek, Müslüman hakimiyetine boyun eğerek cizye vermek ya da savaşmak şeklinde üçlü bir teklif sunulması emri, öncelikle savaş başlamadan önce onu önlemeye yönelik bir çabayı ifade etmektedir. Klasik literatürde dâru'l-harb ilk bakışta "kendisiyle dâru'l-islam arasında savaş halinin mevcut olduğu ülke" manasını ifade ediyorsa da daha çok "yabancı ülke" anlamındadır. Bu adlandırmada ortaçağ boyunca milletlerarası münasebetlere hakim olan tarihi ve siyasi şartlar etkili olmuştur.

Modern Batı ve Hıristiyanlar din özgürlüğü kısıtlamaları, savaş ve şiddet konularında Müslümanları itham ederken, kendi tarihleri ve tecrübeleri açısından bir mukayese yapıldığında durumun hiç de iddia edildiği gibi olmadığı görülür. Nitekim teoride Hıristiyanlar ne kadar kendilerini sevgi dini olarak takdim etseler de onların diğer dinlere ve özellikle de kendi içlerinde oluşan heretik akımlara karşı uyguladıkları şiddet bir dönem neredeyse hayat felsefesi haline gelmiş, insanlığın uzun dönem dayanılmaz acılar çekmesine sebep olmuştur. Voltaire'in (ö. 1778) de ifade ettiği gibi "en çok hoşgörü aşılaması gereken din Hıristiyanlık olması gerekirken, en az hoşgörüsü olan insanların Hıristiyanlar olduğu" tarihen sabittir.Temel felsefelerini "kilise dışında kurtuluşun olmadığı", "ruhun kurtuluşu için her türlü ten cezası, her işkence hatta ölümün caiz olduğu" gibi düşüncelerin oluşturduğu şiddet anlayışı, tarihi süreçte ilerleyerek aforozdan engizisyona, oradan da iç savaşlara (otuzyıl savaşları gibi) varıncaya kadar birçok acının yaşanmasına sebep olmuştur. Nietzsche'ye "Anarşist ve Hıristiyanın kökeni birdir" ve Hıristiyanlar için "kutsal anarşistler" dedirtecek kadar şiddeti kullanmışlardır.

Uzun süren çekişme ve savaşlardan sonra en azından birbirlerine karşı hoşgörü anlayışına ulaşmışlardır. Bunu Michael Walzer istihzalı şekilde şöyle ifade eder: "İnsanlar yıllar yılı birbirlerini öldürdüler ve sonra şükürler olsun dermansız düştüler; işte biz buna hoşgörü diyoruz." Yine Hıristiyanların kendileri dışındaki diğer din ve milletlere karşı savaşırken de kural tanımaz, son derece şiddet yanlısı bir tutum içerisinde oldukları bilinmektedir. Örneğin Hıristiyan haçlı kuvvetleri 1099 yılında Küdüs'ü ele geçirdiklerinde olayı nakleden tarihçileri dehşete düşürecek derecede savunmasız durumdaki erkek, kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan kırk bin insanı kılıçtan geçirmişler, hatta Musevilerin hemen tamamını Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle sığındıkları sinagoglarda ateşe vererek canlı canlı yakmışlar ve tarihin en acımasız katliamlarından birini yapmışlardır. Ama Müslümanlar gerek Hz. Ömer'in fethi esnasında gerekse 88 yıl süren Hıristiyan zulmünden sonra tekrar fetheden Selahattin Eyyûbî zamanında savaş bittikten sonra hiçbir Hristiyan'ı dahi öldürmemiş şehirde din ve vicdan hürriyetini sağlamışlardır. Hatta Selahattin, haçlıların dahi ödeyecekleri cüzi fidye karşılığında şehri terk etmelerine müsaade etmiştir. Diğer haçlı seferlerinde hatta günümüzde bile (Bosna örneğinde olduğu gibi) Hıristiyanların kural tanımaz savaş anlayışının devam ettiği söylenebilir.

Kaynakça

Ahmet Özel, İslam ve Terör, Fıkhî Bir Yaklaşım, Küre Yayınları, İstanbul 2007.

İbrahim Kalın, "İslam ve Barış: Temel Kaynaklara Bir Bakış" (çev. Rahim Acar), İslam ve Şiddet, s. 255-289.

Marshall Hodgson, İslam'ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih: Orta Dönemlerde İslam'ın Yayılışı (trc. İzzet Akyol v.dğr.), İstanbul 1993, I-III, s. 116, 126-127.

Saffet Köse, "Cihad şiddete Referans Olabilir mi?", İHAD, sy. 10, Konya 2007, s. 37-70; "Din Özgürlüğü ve Barış Yolundaki İki Farklı Tecrübe", İHAD, sy. 5, 2005, s. 13-48.

Prof. Dr. Murat Şimşek

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.