İki Küçük Hafız arasında
Korona aramızdan bir yiğidi daha aldı götürdü. Bu, adıyla müsemma yiğitlerden Osman Zeki Soyyiğit. Mahrumiyet devrinde ve günlerinde ilim ve irfanın peşinden Arap diyarlarına uzanmış birisi. Osmanlı'nın yıkılmasından sonra ilim ile din ile insanların arasına bariyerler konulduğu bir sırada dünyaya geliyor ve yetişiyor. Sonra da irfan susuzluğunu gidermek üzere Şam'a yollanıyor. Yarı resmi biyografisini 'sözlü tarih görüşmesinden' aktarayım: 1934 yılında Trabzon'da (Araklı/Yeşilköy) doğan Osman Zeki Soyyiğit, babası İstanbul'da imamlık yaptığı için bir süre amcasının yanında kalır. İstanbul'a geldiğinde başladığı hafızlığı 9 yaşında bitirir ve icazetini alır. 1950 yılına kadar Fatih Camii başimamı Ömer Efendi'den, Fatih dersiamlarından Hüsrev Hoca'dan, Eminönü Müftüsü Ali Yekta Efendi'den ders alır. Tekirdağ ve Yalova'da çalıştığı sırada kaçak olarak Halep'e giden Soyyiğit, Ulum-u Şeriyye Medresesi'ne kaydolur. Daha sonra Şam'a geçip aynı isimli başka bir okuldan mezuniyetini alarak 1956 yılında İlahiyat Fakültesi'ne girme hakkı kazanır. Üniversiteye devam ederken bir yandan da köy öğretmenliği yapar. Yine aynı dönemde Şam Radyosu'nun Türkçe yayın servisinde çalışır. 1966 yılının sonlarında Türkiye'ye dönen Soyyiğit, askerliğini yaptıktan sonra Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde çalışmaya başlar. Bir yandan da yüksek lisans ve doktorasını tamamlar. 1993 senesinde Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar.
Benim hayatımda iki Küçük Hafız vardır. Bunlardan birisi Oflu hocam Mehmet Topal idi. Ben Arap diyarında iken vefat etmiştir. Suriye'ye gitmeden önce güzide dostlarımızla birlikte hocam Küçük Hafız'ın helalliğini almak için yaşadığı semte; Sakarya'daki Kara Kalpağa gitmiştik. Çok tatlı ve asude bir gündü. Ruhlarımız coşmuştu. Başımızda Terzi Ali Taşçeken ağabey vardı ki ben kendisini Erzincanlı Terzi Baba'ya benzetirim. Hizmet, sahavet ve sabır kahramanı bir zattı. Hocam Küçük Hafız da cevher gibi bir zattı. Dışarıdan nüfuz edilmesi zor bir insandı. İçine nüfuz ettiğinizde ise pamuk gibi idi ve ondan ayrılmak istemezdiniz. Adeta edebiyat diliyle sehl-i mümteni idi. Allah'a çok bağlı bir zattı. Her yıl Orhan Cami'de itikafa girerdi. Zaten kendisiyle itikaf vesilesiyle tanışmıştık. Dualara çok meraklı bir zattı. Gidenden gelenden dua mecmuaları ısmarlardı ve mümkün mertebe onları ezberlerdi. Bu ilgisinin bir numunesi olarak nafakasından Seyyidu'l İstiğfar ile salat-i tefriciye dualarını bastırır ve halka dağıtırdı. Ben de ona bu dağıtım işleminde bir iki kez eşlik etmiş olmalıyım. Dua kitaplarına kendisini çok kaptırmıştı ve adeta bir koleksiyon yapıyordu. Lakin bu meşgalesinin kendisini Kur'an'dan uzaklaştırdığını fark edince yine Kur'an'a yönelmişti. Kendisini yeniden Kur'an'a verdi. Yine nazarını ve bütün gayretini Kur'an-ı Kerim'e teksif etti. Furkan Suresi 30'uncu ayetteki uyarıyı dikkate aldı, ona göre yol tutturdu. İlgili ayetin meali şöyledir: Resul, "Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı büsbütün terk ettiler" dedi. Tekrar duaların da kaynağı olan ve bir nevi sürekli Allah ile muhabbet ve münacat olan Kur'an'a yöneldi. Peygamberden ve büyüklerden gelen dua demetlerine 'me'surat' deniliyor. Kur'an-ı Kerim'de yer alan münacat ve dualar ise peygamberlerin Allah'a yakarışlarından ibaret. Birinci dereceden kaynak dualar. Burada Adem, Nuh, İbrahim, Yakup ve Yusuf gibi peygamberlerin içten yakarışları ve duaları var. Dolayısıyla Kur'an'daki dualar insanı diğerlerinden müstağni kılabilir. Bu itibarla hocam ihtiyar ömründe yeniden Kur'an-ı Kerim'e dönmüştü. Osman Zeki Soyyiğit gibi lakabının Küçük Hafız olması da erken yaşlarda Kur'an-i Kerim'i ezberlemesinden kaynaklanmış olmalıdır.
Dostumuz Mustafa Güven bu yazının kaleme alınmasına vesile oldu. Şöyle ki, telefonda 'sana acı bir haber duyuracağım' dedi. Doğrusu merak ettim ve kendimi bu acı habere hazırladım. Müşterek dostumuz Osman Zeki Soyyiğit'in koronavirüs nedeniyle vefatını haber verdi. Biz de bu vesile ile istirca çektik ve Allah'a adanmışlığımızı yine ona döneceğimizi hatırladık.
Hayatımdaki ikinci Küçük Hafız olan Osman Zeki Soyyiğit'ten de Demokrat Partinin ilk yıllarına dair bazı hatırat dinledim. Osmanlı'dan yeni kopan ve derisini değiştiren Cumhuriyet rejiminin kodamanları din ile barışık değildir. En azından 28 Şubat sürecinin meşhur deyimiyle kamusal alanda öyle görünmekten kaçınıyorlardı. Lakin alt kademede içten içe dini şeaire önüne geçilemez bir hasret vardı. Askerler de Kur'an tilavetini özlemişlerdi. Bu nedenle Küçük Hafız'ın Yalova'da okuduğu tilaveti can kulağıyla dinlemişlerdir. Kendisini Celal Bayar'ın da olduğu Yalova'daki bir etkinliğe götürürler ve burada Kur'an okuturlar ve askerler çok mütehassıs olurlar. Lakin Celal Bayar gibi eski kuşak veya Cumhuriyet rejiminin kurucuları bu vasattan ve ortamdan hoşlanmazlar. Ama yine de küçük rütbeli subaylar kendisine siper olurlar. Korur ve kollarlar. Şam dönüşünde askerlik günlerinde kışladaki komutanı din ile Mustafa Kemal münasebetine ve barışık olduklarına dair dair milli bayramlarda okunmak üzere bir değini yazısı kaleme almasını ister. Lakin vakit yoktur, Osman Zeki Soyyiğit hoca da hamasi bir yazı kaleme alır. Vatan gibi dini de onun kurtardığını falan yazar. Komutan ise yazının afaki değil gerçekçi olmasını ister. Bunun üzerine kütüphaneye kapanır ve araştırmaya başlar. Lakin vardığı sonuçlar bu kez ilk yazdığının tam hilafına neticelenir; bu da komutanın hoşuna gitmez. 'Mustafa Kemal anlattığın gibi olamaz' der ve ilk hazırladığı metne dönmesini ister. İkinci metinde Kaynak Yayınlarının deşifre ettiği ve yayınladığı hususlar vardır. Afet İnan'ın ilgili kitaplarından ve Mustafa Kemal'in el yazılarından derleme yapmıştır. Onlardan yararlanmıştır. Lakin resmi tezlere ve tarih yazımına pek uygun düşmez. Sonrasında Hoca sivil hayatta askerde iken yazdıklarını yayınlamaya kalkışır ama kimse bunu yapmaya yanaşmaz.
Yazıya ve okumaya merakımdan dolayı Hocaya Almanya günlerinden aşina olmaya başlamıştım. İlk Kur'an öğretmenlerimden olan dönemin Mudurnu Müftüsü Hüseyin Kavukçu olmalı Yunus Emre Yayınları sahibiyle arkadaş olduklarını söylemişti. Kataloglarını gözden geçirirken alınması gerekli kitap listesine Tirmizi Tercümesini de koymuştum. Sonrasında Sakarya'ya döndüğümde bu kitabı edindim. Kitabın çevirmeni ise merhum Osman Zeki Soyyiğit idi. Şam Üniversitesinde okumuştu. Ezher meşhur olmakla birlikte dağınıktı. Şam Üniversitesi ise derli toplu bir okuldu. Hoca burada Şamlı bir bayanla da evlenmişti. Bundan galiba iki kızı ve iki erkek evladı dünyaya gelmişti. Bunlardan birisi Minimak asansörlerinde birlikte çalıştığım ve mesai arkadaşım olan Kemal Soyyiğit idi. Ben o günlerde Kadıköy Göztepe istikametinde tek başıma ikamet ediyordum. Dini veya sosyal her türlü ortamdan uzaktım. Kemal beni bir iki defa sohbete evine davet etti. Bu vesile ile babası ile de tanıştık. Ben çok meraklı idim ve sürekli kitaplarla haşir neşir oluyordum. Yalnızlığımı öyle gideriyordum. Osman Zeki Soyyiğit de bazen kitabiyat konularını ilk kez benden duyuyor ve merakıma hayran oluyordu.
Sonrasında yatay olarak gazeteciliğe geçtik. Eski irtibatlarımızı kaybettim. Lakin Mustafa Güven gibi arkadaşların delaletiyle Osman Zeki Soyyiğit hoca ile birlikte bağlantımızı yeniden kurduk. Kendisiyle küçük oğlu Celal ilgileniyordu. Hoca Şam'dan döndükten sonra bir müddet Osmanlı arşivlerinde çalışmıştı. Bununla birlikte hoca her daim hayıflanırdı ve ' keşke maaşını küçümsemeden babam gibi imam olsaydım' derdi. Gönlü öte dünyaya mihrapta gitmiş olmalı. Manevi dünyası da zengindi. Vaktiyle Ramazanoğlu Sami Efendiye intisap etmişti. Yolun sırlarına agah olmuştu. Sami Efendi gerçekten de hem alim hem abit bir zattı. Mürit gönüllü bir şeyhti. Zamanın yektası idi. Ali Yakup Cenkciler bütün müritleri önünde ellerini öptüğüne tanıklık etmektedir. Yol mahviyet yolu olduğundan Sami Efendi de şeyhliğini ayaklar altına almıştı ( Hocamla Yıllarım, Ali Yakup Cenkciler'in İlim ve Fikir Dünyası, cilt II, s: 120). Hatta bu yüzden bazı müritler şeyhlerini küçük düşürdüğü için Ali Yakup Cenkciler'i paylamaya kalkışırlar! Böyle yüce ruhlu mürit gönülle şeyhler olduğu gibi ham ruh müritler de vardır. Halbuki o isim şeyhi değil gönül şeyhi idi. Gönlü de Ali Yakup Cenkciler'e akmıştı. Zaten başka türlüsü yolun töresine ters düşer.
Osman Zeki Soyyiğit hoca biraz o yolu da boşladığına hayıflanırdı. Galiba abitler yoluna sülük ettiği ilk dönemlerde olmalı merhum Ömer Kirazoğlu ile birlikte müştereken 'HAK DİNİ -Erkek ve Kadın Her Müslümanın Bilmesi Gereken- DİNÎ MESELELER' kitabını yazmışlardı. Sami Efendi'nin damadı bu kitapta ve sair kitaplarda müstear isim olarak Ömer Kirazlı'yı kullanmıştır. Yüksek mimar olan Ömer Kirazoğlu Medine'de Mescid-i Nebevi'yi genişletme çabalarında da görev almıştır. İstanbul'da da yapımına nezaret ettiği İhramcızade Camii gibi camiler vardır. Hem kitabiyat hem de mimari sahasında güzel eserler vermiş ve Müslümanlara hizmet etmiştir.
Soyyiğit Hoca vefatından evvel bir Kur'an meali hazırlamıştı ve gönlü gazetelerden birisinde ramazanda tefrika edilmesini ve okurların da değerlendirmelerini alarak interaktif bir şekilde son şeklinin verilmesini ve öyle yayınlanmasını murat ve arzu ediyordu. Bu arzusuna nail olamadı ama meali Siyer Yayınları tarafından bastırıldı ve okurlara arz edildi. Meal tarzına bazı yenilikler kattığını, getirdiğini düşünüyordu.
Sami Efendiyle bağlantısının yanında bir de Arapların deyimiyle fevri yani simültane çeviriler yapardı. Bu da onu Erbakan Hoca ile bağlantıya götürmüştür. Onun gençlik yıllarında mütercim kıtlığı vardır ve özellikle de simültane çeviri hususunda. Piyasada araştırır ve onu bulurlar ve Erbakan hocaya çevirmenlik yapar ama altından kalkmak ne mümkün! Erbakan Hoca motor eğitimi almıştır ve motor gibi konuşmaktadır. Osman Hoca şöyle derdi: Allah bizi affetsin! Erbakan Hocaya yetişmek ne mümkün. Biz de bildiğimiz gibi tercümanlık yapardık. İmam neticede bildiğini okur. Yani hangi cümlesine yetişirsek onu çeviriyorduk. Simültane değil de serbest çeviri yaptıklarını söylerdi. Başka türlü altından kalkmak da mümkün değildir. Ön hazırlık yapmadan şiir söyleyen ve kalıba döken hoca ne yapsın Arapça bilmediğinden değil hocaya yetişemediğinden böyle yapar.
Osman Hoca mealden sonra tefsir çalışmasına da başlamış lakin koronavirüs Hocadan daha hızlı çıkarak onu başta sevdiklerinden sonra çalışmalarından ayırmıştır. Bu son çalışması natamam kaldı. Virüs onu dünyadan ve aramızdan söküp aldı. Biz mahrum kaldık ama Küçük Hafız'lar ötede buluştu!
İstidrak ve düzeltme: 'Mee too furyası mı?' başlıklı yazımızda bir iltibas ve karıştırma vaki oldu. 5 kardeşten en büyükleri olan İbrahim Çolak'ı Sakarya günlerinde Akit ile Yeni Şafak dağıtıcılığından tanıyorum. Bu münasebetle sık sık İstanbul'a gazete merkezine de uğrar, gelir ve bu vesile ile hasbihal ederdik. Doğrusu onun Ankara'ya taşındığını ve yerleştiğini bilmiyordum. Dolayısıyla ilişkilerde boşluk, bilgilerde kopukluk hasıl oldu. Kendisi değil öğretmenlik geçmişi olan küçük kardeşi Atilla Bey İxir Sahaf Kitabevinde çalışmış ve dolayasıyla İran- Suriye ekseninde Arap Baharı münasebetiyle Aziziye Camii çevresinde sohbeti onunla yapmıştık. Uzun yıllar münasebetimiz kesik olduğundan kardeşleri birbirine karıştırdık lakin yaptığım bir soruşturma ile telafi ettik, toparladık. Rahmet tomurcuklarının tazelenmesine vesile olur inşallah.
Mustafa Özcan
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Ayrılık yarası: Aras ve Gülistan (15.12.2020)
- Me too furyası mı? (13.12.2020)
- Mescid-i Aksa hatibinin feryadı! (12.12.2020)
- 33 yıllık İntifadanın tortuları ve mirası (09.12.2020)
- Nükleer mengene! (09.12.2020)
- İran’ın nükleer silahları! (06.12.2020)
- Önleyici vuruş! (03.12.2020)
- Mazlumların ahı ve işkencecinin ölümü (02.12.2020)