Prof. Dr. Ömer Türker

İslam düşünce geleneğinin sürekliliği sorunu (1)

Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte İslam düşünce geleneğini devam ettirmek isteyenler, temelde iki gruba ayrılmıştır. Birinci grup, resmi müesseselerden bağımsız olarak kendi imkânları ölçüsünce dinî hayatı sürdürmenin şartlarını oluşturma gayretine girmiştir. İkinci grup ise resmî müesseselerde dinî tedrisâta bir yer açma mücadelesi vermiştir. Her iki grup da hem oldukça geniş bir yelpaze oluşturur hem de birbirinden bağımsız şekilde benzer amaca yönelen cemaat ve fertleri içerir. Kuşkusuz sanayileşme ve kapitalizmle kurulan yeni dünya düzeninin etkisinden bağımsız bir hayat artık imkânsızdır. Dolayısıyla herhangi bir hareketin klasik dünyadaki toplum düzeniyle irtibatı ister güçlü ister zayıf olsun, şu veya bu ölçüde yeni dünya düzenin etkisini taşıyacaktır. Bununla birlikte iki grup arasında esaslı bir takım farklılıklar vardır.

Birinci gruptakiler, esas itibariyle tarikat ve cemaatlerden oluşur. Tarikatlar, modern dönemde zuhur eden diğer yapılardan farklı olarak, geleneksel yapılarını devam ettirerek varlığını sürdürmüştür. Bu sebeple tarikatların ana hatlarıyla geleneksel kabulleri devam ettirdiği ve klasik dünyadaki çeşitliliği barındırdığı görülür. Bilindiği üzere tasavvuf klasik dönemin en hayati sorularından birine cevap olarak doğmuştur: Hz. Peygamber'de (s) dile gelen hakikat nasıl anlaşılacaktır? Bu soru, İslam'ın erken döneminde bir tefsir sorusu gibi görünür ve cevap da Hz. Peygamber'le bir tür zihin ve davranış birliğine ulaşmakla hakikatin anlaşılabileceği üzerine kurulur. Bu bakımdan erken dönemin zâhitleri, bir tür yaşam felsefesini temsil ederler. Soruya verdikleri cevap da en azından görünüşte bir tür ahlâkî tavır olarak değerlendirilmeye elverişlidir. Bu nedenle olsa gerek, tasavvufun erken dönemdeki zuhurunun toplumdaki dinî yozlaşmaya karşı ahlâkî bir başkaldırı olduğu sıklıkla vurgulanır. Gerçekte bu tavrı doğuran sebep, ahlâkî olduğu kadar metafiziktir. Nitekim kısa süre içinde tasavvuf, ahlâkı, marifete ulaştıran bir vasat olarak inşa edecek, bütün süreçleri Allah'a ilişkin marifete ulaşmanın basamakları değerlendirecektir. İlerleyen yüzyıllarda tasavvuf hem kurumsal olarak dönüşüm geçirerek tarikatlara evrilecek hem de kelam ve felsefe geleneğinin kazanımlarını içerip aşma iddiasıyla muhkem metafizik bir öğretiye dönüşecektir. Yine de başlangıçtaki soru tazeliğini yitirmediği gibi ahlak ve marifet ikilisinden biri lehine diğeri de zayıflamamıştır.

Modern dönemdeki gelişmeler, kuşkusuz tasavvuf düşüncesini de etkilemiş ve özellikle felsefe geleneğinin temel tezleriyle meşbu olan müteahhirûn dönemi tasavvufunu pek çok sorunla yüz yüze bırakmıştır. Tarikatlar da tecrübenin yücelttiği ama tarihsel sürecin yorduğu bir tasavvuf geleneğini tevarüs etmişlerdir. Bekleneceği üzere İslam'ın inşa ettiği medenî hayatı idame ettiren kurumlardaki zayıflamadan tasavvuf da payını düşeni almıştır. Medreselerde tedris edilen bilimlerin açıklama gücünü kaybetmesi, tasavvufî düşüncenin de konumunu sarsmıştır. Zira ilk bakışta görünenin aksine fıkıh ve kelam geleneğinin zayıflaması, daima tasavvufun aleyhine olmuştur. Tasavvufî düşünce, hem kendi sınırlarını hem de neyi başarabildiğini görebilmek ve gösterebilmek için güçlü bir bilim geleneğine ihtiyaç duyar. Sûfîler bilgilerinin satırdan ziyade sadırda taşındığı söylemekten haz alırlar, lakin sadırdaki bilgi, satırdan koptuğunda derinliğini yitirmeye yüz tutar.

Nitekim modern dönemde kelam ilminin ve klasik İslam felsefesinin açıklama gücünü kaybetmesi, tasavvufu, tecrübenin mahrem alanına sıkışmak zorunda bırakmıştır. Bu sebeple Cumhuriyet dönemi tarikatları, gelenekle bağlarını, önemli ölçüde tecrübenin mahrem alanı üzerinden kurmuşlardır. Bu durumun bütünüyle bir irtifa kaybı olduğunu da düşünmemek gerekir. Çünkü tecrübenin mahrem alanı, tasavvufun aslî sahasıdır ve tasavvuf, gücünü ve dinamizmini buradan alır. Tasavvuf zaten Hz. Peygamber (s) tarafından temsil ve talim edilen dindarlığın, ancak derunî bir tecrübeyle tevarüs edilebileceğini iddia eder. Diğer yandan tasavvufî tecrübenin nüfuz edilemezliği, bu tecrübeyi temsil eden şahıslara ve kurumlara bütün dönemlerde saygınlık, güç ve etki imkânı vermiştir. Dolayısıyla tecrübe üzerinden gelenekle irtibat, marifette yani metafiziğin idrakin sürekliliğinde zafiyeti barındırmakla birlikte, sahih bir irtibattır ve klasik velayet düşüncesindeki hiyerarşinin bozulmadan tevarüs edilmesine imkân verir.

Tasavvuf geleneğinin ve bu geleneğin kurumlaşmış hali olan tarikatların, İslam'daki diğer geleneklerde bulunmayan veya daha az bulunan bir özelliği daha vardır. Tasavvufi tecrübe zamana ve bilhassa mekâna bağımlı değildir, fertlerin şahsî irtibatları üzerinden sürdürülmeye elverişlidir, denetlenmesi de tamamen mahrem sınırlar içinde yapılabilir. Bir kişinin evinin medrese gibi işlev görmesi mümkündür ve örnekleri de bulunmaktadır. Ama bir kişinin evinin tekke işlevi görmesi, sıklıkla görülür. Yine mürid ve mürşid arasındaki ilişki, manevî yolla, mekân ve zamandan bağımsız da gerçekleşebilir. Tasavvuf tarihi bunun pek çok örneğini içerir.

Tasavvufun sözü edilen hususi yapısı, Türkiye'de tarikatların tasavvuf geleneğini tevarüs etmesine imkân vermiştir. Özellikle kesintisiz devam eden silsileye sahip tarikatlar, kurumsal yasağın zirvede olduğu dönemlerde bile az veya çok müntesiple sürekliliği sağlayabilmiştir. Fakat marifetin hem kendisine özgü kurumsal destekten hem de medrese desteğinden uzunca bir müddet yoksun kalması, 13. yüzyıldan itibaren tasavvuf tarihinde görülen kazanımların önemli ölçüde elden gitmesine yol açacak ve tasavvufî tecrübenin aslî formunun edebî olduğuna dair yanlış bir kanaat oluşmasına sebep olacaktır. Evet, tasavvufî tecrübe bütün dönemlerde şiir gibi edebî formaları serapa kullanmış hatta kendisine özgü bir edebiyat husule getirmiştir. Fakat İbnü'l-Arabî, Konevî, Davud Kayserî, Molla Fenarî ve İmâm Rabbânî, Ankaravî, Bursevî ve Nablusî gibi tasavvufun muhakkik ve düşünürleri, edebî formaları üreten düşünceyi ifşa ve idame ettirecek bir gelenek oluşturmuştu. Modern dönemde tasavvufu temsil edenler, bu hikmetin İslam düşüncesinin bütünlüğünde nereye oturduğuna dair zihin berraklığını yitirdiler. Tarihte ilk kez, tasavvuf geleneğinin teorisini, tasavvufî tecrübede iktidarı elinde tutan insanlar, temsil edemez hale geldi. Bunun Türkiye'deki eğitim tarihi açısından sebeplerini ilerde tahlil edeceğim.

Kuşkusuz bu durum, Türkiye'deki bütün tarikatlar için eşit düzeyde görülmez. Öncelikle Halvetîlik ve Kâdirîlik ile Nakşibendilik arasında klasik dönemden intikal eden bir farklılık vardır. Halvetî ve kâdirî tarikatların en azından büyük şehirlerde yaşayan gözde temsilcileri, Kur'ân, Arapça ve fıkıhtan ziyade şiir ve bilhassa musiki üzerinden gelenekle irtibat kurma yolunu tercih etmiştir. Bunda hiç kuşkusuz zikir usullerinin büyük tesiri vardır. Tasavvufî tecrübenin sürdürülme çabası, yalnızca tasavvufun öngördüğü dindarlık tipinin örneklerini yetiştirmeye değil tasavvuf musikisinin ve tasavvufî vasatta neşet eden şiirin yaşatılmasına imkân vermiştir. Maalesef, Anadolu'da çeşitli bölgelerde yaygın olan tasavvuf musikisi, Asitane kadar talihli olamamıştır. Bilhassa seksenlerin ortalarına kadar varlığını sürdüren pek çok yerel unsur, şehirleşmenin artması ve Anadolu şehirlerinin eski düzenini yitirmesiyle gün be gün ortadan kalmaya başlamıştır. Son yıllarda Çorum, Kütahya, Erzurum gibi şehirlerde bilinen ilahîlere yönelik derleme çalışmaları arttı ve hala devam etmektedir. Elimde güvenilir bir veri yok ama Anadolu, tasavvuf musikisinin pek çok ayrıntısını kaybetmiş olabilir. Halvetî ve Kâdirî tarikatlarda şiir ve musiki, İslam geleneğine açılan en önemli kapıdır. Tasavvufun nazarî mirası, şiir ve musikide ifade edilebildiği kadar kendisine yer bulabilmiştir ve saf nazari mirasla irtibat kurabilecek bir birikim oluşmamıştır.

Nakşibendîlik, tarih boyunca medreseyle yani ilim gelenekleriyle güçlü bir irtibat kurma çabasında olagelmiştir. Fakat modern dönemde medreselerin ve genel olarak dinî tedrisatın zayıflaması, Nakşibendî tarikatlarının geleneksel ilgisini iki alanla sınırlamasına yol açmıştır: Temel dinî tedrisat ve edebiyat. Bazı tarikatlar, Kuran, Arapça ve fıkıh öğretimini tasavvufî hayatın merkezine yerleştirmiştir. Bu, bir tür medrese boşluğunu doldurma çabası olarak değerlendirilebilir ve başarılı örnekleri de bulunmaktadır. Fakat bu örneklerin hiçbiri, uzunca bir süre, doksanların sonuna kadar, nazarî düşünce mirasına ilgi göstermemiştir. Hala da yeterince ilgi gösterme aşamasına varmadığını söylemek gerekir. Bazı tarikatlar ise edebiyat üzerinden tasavvufî düşünceyi üretme yolunu tercih etmiş ve bir tür aydınlar ocağına ev sahipliği yapmıştır. Tarihin ne garip cilvesidir ki bu ocaklarda yetişen aydınlar, tasavvuf geleneğinin büyük düşünürlerinden ziyade çağdaş Batı edebiyatının gözde isimlerini daha fazla okumuş ve önemsemişlerdir. Bunda İslam düşünürlerinin eserleriyle irtibat kurabilecek bir altyapı eksikliğinin etkili olduğu söylenebilir. Kanaatimce teoriden kopuk edebiyatın yüzeyselleştirici karakteri de etkili olmuştur. Çünkü tasavvuf klasikleri, teorisiz okunduğunda hızlı bir şekilde gündelik tecrübenin tahliline malzeme haline getirilebilir. Bu sebeple de çağdaş şiir ve roman geleneğinin hem yaratıcı hem de yaralayıcı müdahalelerine açıktır. Dahası, çeşitli edebî türlerde üretilmiş eserler, teori ithaline son derece açıktır. Mesnevî'yi vahdet-i vücutla okumadığınızda ya edebî bir duyuşla zevk edersiniz ya da derinleşmek için modern bir teoriyi kullanmak zorunda kalırsınız. Yine de bütün örnekler, tek bir tip oluşturmamaktadır ve durumun ayrıntılı bir tahlile ihtiyacı vardır. Çünkü bu gruptakiler sadece Nakşîlerle sınırlanamayacak kadar geniştir ama hâkim çevrenin Nakşîliğin güçlü temsilcileri etrafında kurulduğu söylenebilir. Sadece şunu belirtmek gerekir: Nakşibendî çevrelerde yetişen veya bu çevrelerle irtibatlı aydınlar her ne kadar İslam'ın nazarî mirasıyla irtibat kuramadılarsa da, İslamcı düşüncenin çağdaş edebiyatını geliştirmeyi başardılar. Şimdilerde Nakşibendiği temsil edenlerin ilgisinin yavaş yavaş yön değiştirerek İslam nazarî mirasına yönelmeye başladığı gözlenmektedir.

Nakşibendîliğin siyasetle ilgisi ayrı bir bahistir ve ben, bunun Türkiye'de İslam düşüncesinin tarihi bakımından son derece etkili sonuçlar doğurduğu kanaatindeyim. Fakat bu mesele, sadece tarikat tarihi bakımından değerlendirilmeye elverişli değildir, cemaatler ve bireysel mücadelelerin kesiştiği noktayı oluşturur, dolayısıyla müstakil olarak ele alınması gerekir. Bu sebeple şimdilik bu meseleye girmeyeceğim.

Prof. Dr. Ömer Türker

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.