İslam düşünce geleneğinin sürekliliği sorunu (2)
Cumhuriyet tarihi boyunca etkinliğini şu veya bu ölçüde sürdüren cemaatler, bir çırpıda sayılamayacak kadar çeşitlilik arz eder. Önde gelen cemaatler, tek parti iktidarı dönemlerinde dinî tedrisatın resmi eğitim kurumlarından dışlandığı zamanlarda şekillendiğinden neredeyse tamamının hedefleri, iki maddede özetlenebilir: (i) temel dinî bilgilerin yeni nesillere aktarılması ve (ii) İslam'ın yeni dönemde varlığını idame ettirmesinin önündeki engellere karşı duyarlılık oluşturulması. Bu maddelerden birincisi, İslam'ın asgari düzeyde yaşanmasını temin edecek bilgiler kümesine tekabül ederken, ikincisi, siyasi ve toplumsal düzende dinin inşa edici konumunu yeniden diriltmeye yönelik, siyasallaşmaya da elverişli, bir arzu ve çabayı ifade eder.
Temel dinî bilgilerden aslında ilmihal seviyesinde bir dinî malumat kastedilmelidir fakat herhangi bir cemaatin kendi mensuplarına nadiren ilmihal bütünlüğünde bir dinî malumat sağladığı söylenebilir. Saadet-i Ebediyye ölçüsünde, kuşatıcı bir ilmihal bilgisi, hususi bir ilgi gerektirir ve herhangi bir cemaatin mensupları arasında nadir değil, ender görülür. Bu bakımdan cemaatlerde genel olarak halk arasında yaygın olan dinî bilgilerin kısmen tamamlanması ama bilhassa dinî konularda hassasiyet oluşturulması amaçlanmıştır. Kimi cemaatlerde küçük bir grubun eğitimini amaçlayan medrese benzeri bir tahsil düzeni oluşturulduğu söylenebilir. Lakin bu türlü eğitimler de daha ziyade ortalama İmam-Hatipliden bir derece daha ileri düzeyde Arapça bilen imam yetiştirmekten öteye nadiren geçebilmiştir.
Bunun bir kısım köklü sebepleri olduğunu belirtmek gerekir. Kurân eğitiminin yasaklandığı dönemlerde kurulan cemaatlerden Süleymancılık, asıl itibariyle Kuran öğretimini amaçlar. Doğrusu, 1930-1950 arasında böyle bir amacın isabetli olduğu da söylenmelidir. 1950 sonrasında İmam-Hatip okullarının açılmasından itibaren resmî olarak Kurân talimi sorunu peyderpey çözülmüştür. Bilhassa ilahiyatların açılması ve Diyanet teşkilatının imkânlarının artmasıyla birlikte gerçekte bir cemaatin Kurân öğretimi üzerinden kendisini tanımlaması fiilen anlamını kaybetmiştir. Fakat bu tanımlama, ısrarla sürdürülmüş ve dinî ilimler mirasıyla daha ileri bir irtibat kurma çabasına evrilmemiştir. Süleymancılar, İmam-Hatip okullarıyla resmi olarak barışmadığından Kurân öğretimini bir destek kurumu çalışmasına dönüştürememiştir. Şayet böyle bir çalışmaya dönüştürülebilseydi resmi kurumların öğrenciye verdiği talim ve terbiyeye ilave ve katkı olacağından süreç içinde güçlü bir Kurân tahsili mümkün olabilirdi. Ama cemaatin kendi resmiyeti içinde başlangıçta kendisini tanımlamayan kıstası güncellememesi, elindeki imkânları daha dar kullanmasına yol açmıştır. Bu sebeple maalesef Türkiye'de Süleymancılarla anılmaya değer bir Kurân tilaveti veya Kurân kültüründen söz edilemez. Oysa Nakşibendî tarikatlar, İLAM ve İSAR gibi destek kurumlarını geliştirmenin yanı sıra İmâm Mâtürîdî'nin Te'vîlâtü'l-Kurân'ını basabilecek hatta Arapça yayınevi kurup uluslararası yayıncılık yapabilecek şekilde ilmî faaliyetler gerçekleştirdiler. Bütün bunlar, Türkiye'de İslam düşünce mirasının tevarüsü ve geliştirilmesi yolunda resmî ve gayrı resmi kurumların işbirliğini gerektiren önemli çalışmalardır.
Süleymancılıkla aynı dönemlerde teşkilatlanan Nurculuk, oldukça farklı tavır ve meşrepleri doğurmasına rağmen, esas itibariyle Risale-i Nur'la kendisini tanımlamıştır. Risale-i Nur'un henüz ciddi bir kritiği yapılmamıştır ama yakın dönemde kaleme alınan eserler içinde kanaatimce en ilginç olanıdır. Zira tezleri itibariyle Ehl-i Sünnet çizgisini izlese de tamamen kendi içine kapalı bir referans sistemine sahiptir ve kendi kendisine yeterli olduğu iddiasındadır. Bu iddia, Risalelerde öylesine güçlü dile getirilir ki, olanca farklılıklarına rağmen Nurculuk bünyesinde yer alan cemaatlerden hiçbiri, İslam düşünce geleneğine yönelik hakiki anlamda nazarî bir ilgi geliştirememiştir. Risale-i Nur'u okuyan bir kimse, İslam düşünce geleneğinden hangi düşünürü merak eder ve kimleri okuma ihtiyacı duyar sorularının cevabı önemli ölçüde belirsizdir. Bu sebeple Nurcular arasında Risale dışında ortak bir kaynak kültürünün geliştiği görülmez. Kanaatimce Nurcuların bu tavrı, Said Nursi'nin son dönem âlim ve aydınlarından bir olarak Türkiye'de ortak bir kabule mazhar olmasının önünde engeldir ve hala engel olmaya devam etmektedir. Bu durum, zannedildiği gibi resmi bir engelin sonucu değildir.
Gerek Süleymancılık gerekse Nurculuğun edebî bir neşvesi yoktur. Bu sebeple edebiyat kanalıyla da İslam geleneğiyle irtibat kurma çabası sergiledikleri görülmez. Bu akımlar içinde özellikle 80'li yıllardan sonra ilahiyatçılar yetişmeye başlamış ve cemaatler, süreç içinde ilahiyatlardaki birikimle tanışma imkânına kavuşmuştur. Buna rağmen her iki grubun da İslam nazarî mirasına karşı genel tavrının değiştiği söylenemez. Ayrıca bu cemaatler bünyesinde gerek edebiyat kanalında gerekse tasavvuf kanalında İslam mirasına ilgi duyan insanlar var olagelmiştir. Fakat böylesi durumlar, şahsî ilgileri gösterir ve cemaatin genel tavrının sonucu olmaktan uzaktır. Zira cemaat içinde ortak bir tavır geliştirmeye ve bu tavrın sonucu olan bir yayına dönüşmemiştir.
Fakat Nurculuk oldukça çeşitli gruplardan oluşur. Tahminlerin ve bizzat Nurcu gruplar arasındaki üstünkörü değerlendirmelerin aksine Türkiye'de İslam düşünce mirasının resmî kurumlar aracılığıyla gelişmesi yolunda en önemli katkılardan biri, aktif siyasetle işbirliği yaparak 90'lı yıllara kadar Süleyman Demirel'i destekleyen Nurculardan gelmiştir. Çünkü Demirel, 90'lara kadar en fazla İmam-Hatip okulu açan siyasetçidir. Resmi kurumların İslam mirasının anlaşılması ve üretilmesindeki katkısını ilerde ele alacağım. Kuşkusuz bu durum, İslam düşüncesi kaynaklarını anlama, yorumlama ve yeniden üretmeye dönük doğrudan olmasa da dolaylı bir çaba olarak değerlendirilmelidir. Mesela 90'lı yıllardan 15 Temmuz darbe teşebbüsüne kadar Nurcular hatta genel olarak cemaatler arasında kurumsal olarak en güçlü cemaat görüntüsü veren FETÖ hareketi, siyasetle ilişkisini asıl itibariyle kendi kurumlarını geliştirmek ve maddî imkânlarını artırmak için kullandı. Güçlü kurumları ve yayınevleri olduğu halde bunların hiçbirisini mesela İSAR, İSM ve Haşimi Yayınları gibi bir destek kurumu veya bağımsız yayın kurumu olarak tasarlamadı. Bundan dolayı FETÖ'ye yönelik operasyonlarda İslam düşünce mirası adına kurumsal kayıptan söz etmeyi gerektirecek bir durum henüz ortaya çıkmamıştır.
Süleymancılık ve Nurculuğun yukarıda zikredilen ikinci madde söz konusu olduğunda başarılı olduğunu söylemek gerekir. Bu cemaatler bünyesine aldıkları fertlerin dinî duyarlılığını dönüştürmeyi başardıkları gibi çoğunluğunu ömür boyu müntesibi haline getirmede de son derece başarılıdırlar. Süleymancılıktan farklı olarak Nurculuk bir kitap etrafında örgütlendiğinden neredeyse tamamen Said Nursi etrafında örülen bir yakın tarih okumasına sahiptir. Bu durum, müntesipleri, farklı ideolojilerin informatif etkisine açık hale getirir. Aslına bakılırsa bu durumun, Türkiye'de cemaatlerin ortak sorunu olduğu da söylenebilir. Cemaatler, bu açığı, bir tür negatif yaklaşımla kapatmayı tercih edegelmiştir. Negatif yaklaşımdan kastım, dinî duyarlılığın, muhalif zümrelerin görüşlerin etkilenmeme tavrını içerecek şekilde genişletilmesidir. Kuşkusuz Nurettin Topçu hareketi gibi İslam mirasıyla bilhassa edebiyat, yakın tarih ve tasavvufî neşve üzerinden irtibat kurmayı amaçlayan akımları bundan istisna etmek gerekir. İlerde belirtileceği üzere istisnalar Topçu hareketiyle de sınırlı değildir.
Hem Süleymancılığın hem de Nurculuğun dinî duyarlığı diri tutma çabasına eşlik eden ve diğer bütün cemaatlerle ortak paydasını oluşturan bir başarısı daha vardır: Yurtlar ve evler açarak barınma ihtiyacını karşılamak ve maddî imkânları yetersiz öğrencileri burslar ve yardımlarla desteklemek. Türkiye'de 90'lı yıllara kadar nüfusun yüzde yetmişten fazlasının köylerde yaşadığını dikkate alırsak bunun ne denli değerli bir hizmet olduğunu takdir etmek gerekir. 2000'li yıllardan itibaren Türkiye'de köyde yaşayan nüfusun çoğunluğu şehre taşındı ve demografi köklü bir şekilde değişti. Şu anda nüfusun sadece yüzde on beşi köylerde yaşıyor. Her ne kadar öğrenciler, üniversite okumak için şehir değiştirmek zorunda kaldığından genel olarak hala yurt ve barınma ihtiyacı devam etse de bu durumun bir cemaatin en önemli hizmeti olarak sürdürülmesinin makul olmadığını belirtmek gerekir.
Neredeyse yüzyıllık tarihinde Süleymancılık ve Nurculuk dinî duyarlılığı kendi bünyesinde canlı tutma gayretini sürdürse de İslam'ın nazarî mirasına doğrudan ilgi göstermemiştir. Dinî duyarlılığı diri tutma çabası ve bundan ortaya çıkan dindarlık formu ise ilk bakışta zannedildiği kadar belirli ve açık değildir. 19. ve 20. yüzyıllar, nazariyede Müslüman olmanın krize girdiği yüzyıllardı. Cumhuriyet devrimleri, krizi akide ve amelde de Müslüman olmaya taşıdı veya böyle bir hissi canlı tuttu. Bu sebeple Cumhuriyet devri cemaatleri, akide ve amelde Müslüman olmak çabasını sürdürdü, toplumsal ve siyasi ortam değişmesine rağmen bundan daha öteye geçmek için gayret göstermedi. Hala da böyle bir çaba gösterdiği söylenemez. Bu cemaatlerin hakiki anlamda bir dindarlık formu oluşturup oluşturmadığı dindarlıkla ilgili hususi bir tartışmayı gerektirmektedir. Zira bu sorun, hem dindarlığın nasıl anlaşılabileceğine hem bütün cemaat ve tarikatları da içerecek şekilde müesses yapıların dindarlığı oluşturmaya ne derece elverişli olduğuna yönelik bir tartışmayı gerektirmektedir.
Prof. Dr. Ömer Türker
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.