Allah’ın mekanını sormak: Tenzih ve teşbih
Hz Peygamber bir cariyeye 'Rabbimiz nerededir?' diye sorar. Hanım işaret parmağıyla gökyüzünü gösterince, Hz. Peygamber sahibine dönerek 'Bu mümin bir kadın, onu azat eyle' der.
Hadis-i Şerif
Nasip işte! Başka bir açıklama, konuşma yok, sadece işaret parmağıyla göğü göstermekle Hz. Peygamber'in mümin olduğuna dair şahitliğine mazhar oldu. İbnü'l-Arabi hadisi aktardıktan sonra 'imrenerek' böyle der: İnsan kendi hakkında ne kadar hüküm verirse versin, kendini ne kadar tezkiye ederse etsin, kimin imanının şahidi Hz. Peygamberdir, diye ekler.
Hz. Peygamber'in sahabe ile sohbetinin bir kısmı bize ulaşmamış olması lazım; durduk yerde öyle bir soru sormak nebevi zarafetle bağdaşmaz herhalde! Fakat Hz. Peygamber zihnimiz için kışkırtıcı soru kiplerinden birisini niçin sormuştur? Zihnimiz mekan ve zaman ile maluldür: nerede ve ne zaman diye sormadan düşünemeyiz, bir şeyi idrak edemeyiz. Bizim için düşünmek ister zaman ve mekan kategorilerinde gerçekleşen bir süreçtir. Haddi zatında Allah hakkındaki düşüncemiz de öyledir. Allah'tan veya Allah'ın fiillerinden konuşurken 'nerede ve ne zaman' sorusu merakımıza istikamet verir. Sahabenin de Hz. Peygamber'e 'Rabbimiz nerededir/idi?' seklinde sorular sordukları rivayet edilir. O hadislerden birisindeki ifade ilginçtir: 'Alemi yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi?' diye sormuştur bir sahabe. Sanki alemi yarattıktan sonra nerede olduğunu anladık da ondan önceyi soruyoruz? Soruda alem Allah için bir zarf ve bir mekandır şeklinde bir yanılsama saklıdır. Hiç kuşkusuz alem Allah için mekan değildir, fakat zihnimiz Allah'ı mekana sığdırmadan edemiyor. Sahabenin sorusuna Hz. Peygamber 'Ama'da idi' diye cevap vermişti. Ama'nın ne olduğunu –onu bir mekan saymayalım diye- 'altında ve üstünde hava bulunmayan ama' diye belirsizleştirmiştir. Çünkü ama ince bulut demektir; bulutu ise hava olmadan düşünemeyiz. Hz. Peygamber 'altında ve üstünde hava bulunmayan' diyerek bulut tabirini –teşbih- belirsizleştirmiştir: bir yerde idi ve orası mekan değildi. Bu bakış açısının izini takip eden sufiler la-mekan (mekansızlık mekanı) diye zihnin mekanı ve zamanı aşabileceğini gösteren tabirler üreteceklerdi.
Bu soruları her birimiz sorarız. Hz. Peygamber bize 'Allah'ın zatı hakkında düşünmeyin' diye yasak koymuş olsa bile, zihnimiz zatını düşünmeden duramaz: Allah'ı düşünürüz, O'nun fiillerini zaman-mekan içinde tasavvur etmeye çalışırız. Bu düşünmenin neticesi ne olursa olsun zihnimizi bundan alı koymak mümkün değildir. Bir zaman ve mekanda olduğumuz için, düşünmemiz zamanda ve mekanda düşünmekle sınırlıdır. Ancak burada dikkate değer husus bu kez Hz. Peygamber'in öyle bir soru sormuş olmasıdır. Hz. Peygamber bir hanıma niçin böyle sormuş olabilir?
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in sorusu kadının Allah hakkındaki bilgisini tetkik, ona hakikati anlatmak üzere de durumunu görmek niyeti taşıyordu. Bu itibarla 'Rabbimiz nerede?' sorusu Allah hakkındaki inancın nedir şeklindeki iman sorusudur. Kadının verebileceği muhtemel cevapları bilmiyoruz fakat burada ne demediği daha önemlidir: Göğü işaret etmesi sembolik bir anlam taşımış olmalıdır. 'Rabbimiz göktedir' derken tenzih ve aşkınlığı anlatabileceği bir tabir olarak yukarısını işaret etmiştir. Böylece mekandaki varlık ve gözle görülür cisim olmaktan Allah'ı tenzih ederek aklınca yapabileceği soyutlamayı ve tenzihi yapmıştır. Başka bir anlatımla burada onun ne dediği değil, neyi demediği ve neye işaret etmediği daha önemlidir: O işaret parmağını yukarı kaldırmakla Allah'ı cisimler ve duyulur dünyasından tenzih etmek istemiş, böylece teşbih ve cisimleştirmekten uzaklaşarak imana yaklaşmıştır. Bu nedenle de Hz. Peygamber 'mümindir' diye iman sahibi olduğuna şahitlik etmiştir. Kadın kendi idrakine göre göğü işaret ederek 'burada ve bizim cisim dünyamızdaki cisimlerden biri değildir' demiş olmaktadır. Hiç kuşkusuz Allah her yerde hazır ve nazırdır; lakin O'nu bir cismin var oluşu gibi düşünmek tenzih ilkesiyle çelişir ve bizi paganlığa yaklaştırır.
Meselenin bu kısmı insanların idraklerine göre Allah tasavvurlarını anlamanın sınırını göstermesi cihetiyle önemlidir. Mesnevi'deki bir hikayede çoban ile Hz. Musa'nın hikayesine değinilir: Hikayede çobanın Allah'a içtenlikle yakarışını duyan Hz. Musa kullanılan dilin Allah'a layık olmadığını söyler, çobanın duasını keser. Çoban duasında Allah'a 'acıkmışsındır, sana çorba pişireyim' gibi bir insanın ancak başka bir insana söyleyebileceği bir takım tabirler kullanıyordu. Hz. Musa ise böyle bir dilin yanlış olduğunu söyleyerek çobanı ikaz eder. Mevlana'da hikayede hüküm boşlukta kalır: gerçekte burada neyi savunacağız, çobanı mı, Hz. Musa'yı mı?
Hadis-i şerifte sorunun cevabı açıktır: Hiç kuşkusuz doğru olan Hz. Musa'nın yaptığı idi. Her kim olursa olsun Allah hakkındaki dilin mutlak bir teşbih ile malül olması kabul edilemez. Allah her insana alışkanlık haline getirdiğinden daha iyisini yapabilme imkanı vermiştir. Peki nasıl olacaktır? Çobanın anlatımına gelirsek, din çobana 'Allah'a çorba yapılmaz, fakat kulu için yapılan çorba Allah'a yapılmış gibidir; Allah hasta olmaz, hasta kulu ziyaret etmek, sanki Allah'ı ziyarettir' demeyi öğretir. Böyle bir talim mümkündür, bunu öğretmekle din, herhangi bir insanı bulunduğu adet ve alışkanlık seviyesinden bir kademe ileri taşır. Din insana yüksel, çünkü yükselebilirsin der. Dindarlığın miraç ile ilişkisi budur: Dindarlık insanın hem toplumsal hem de bireysel alışkanlık ve adetlerinin sınırlamasından özgürleşme çabasıdır.
Ekrem Demirli