Hayaller ve imkanlar: Akıl, heva ve irade
Arzusunu ilah edineni gördün mü?
Furkan, 43
Gördük! Bir engellenme karşısında öfkelenen veya bayağı bir menfaat uğruna izana sığmayacak yollara baş vuran veya geçmişin muhasebesiyle yaşanan anı heba eden birini gördüğümüzde arzular önünde kurban olmanın anlamını fark ederiz. Biz aklımızı hırsımızın ve hevanın önünde kurban edince insan olduk. İnsanın iradesi ne kadar güçlü aklı ne kadar yetkin olursa olsun arzu gücünün yaptıramayacağı ne olabilir ki? Mevlana 'heva/şehvet merkebi Yusuf gösterir' derken arzu gücünün üzerimizdeki etkisini en nefis şekilde betimlemişti. Kur'an-ı Kerim'de 'onlara güzel gösterildi, 'süslendi', 'sevdirildi', 'içirildi' gibi ifadeler arzu gücünün üzerimizdeki etkisine dikkatimizi çeker: bir şeyi beğeniriz, bize güzel görünür, lakin gerçekte onu bize güzel gösteren şey, arzumuzla ilişkisini fark etmemizdir. İnsan yaşadıkça kendisini yönlendiren esas amilin arzuları olduğunu fark eder. 'Keşke' dediğimiz durumların çoğalması, itirazlarımız, karşı çıkmalarımız hatta uyumumuz, arzu gücünün olan bitenden memnuniyetsizliğidir: ne kadar çaba gösterirsek gösterelim hiç beğendiremeyiz kendimizi içimizdeki heveslere. Çünkü gerçekte ne istediğini bilmeden sadece ister, bitmez tükenmez hırsıyla bizi koşturur.
İçimizdeki en güçlü saik var olma arzumuzdur, bunda tereddüt yok. Var olma arzusu bizi yönlendiren asıl saik olduğu kadar haddi zatında en meşru ve makul arzumuzdur. Bir insanın var olmasından büyük lütuf, varlığına tutkun olmasından daha tabii bir hal ve onu koruma güdüsünden meşru ve makul bir şey olabilir mi? Birçok erdem o arzunun meşruiyetinden beslenir: can güvenliği, mal güvenliği, akıl güvenliği bu arzunun meselelerdir. Din, hukuk ve ahlak kuralları bu güvenliklerimizi temin için tesis edilmiş müşterek uzlaşmalar kümesidir. Haddi zatında cemiyette yaşama ihtiyacı bu arzunun karşılanma ihtiyacından doğar. Varlığımızı kendi kendimize koruyabilseydik cemiyette yaşamaya mecbur olmazdık. Heva gücünün meşru yanı varlığımızı koruma arzusu ile irtibatıdır. Heva varlığımızı korumak kadar varlığımızdan duyduğumuz hazlarla ilgilidir. Bu itibarla biz varlığımızı sadece korumakla yetinmeyiz; onu göstermek, zenginleştirmek, varlığını tahkim ve tesis etmek, çoğunlukla da ispat etmek isteriz (ispat-ı vücud). Bu ispat veya izhar kime karşı yapılır? Varlığımızı gölgelemek isteyene karşı izhar-ı vücud ederiz, lakin onu yok sayarak varlığımızdan kendimizin bile kuşku duymamıza yol açacak olana da ispat-ı vücud ederiz. Bunu 'ben de buradayım' diye tevazu sadedinde değil, 'burada olan benim' şeklinde baskılayıcı ve had tanımaz bir üslupla yaparız. Sonra fark ederiz ki gerçekte varlığından emin olmayan ve ondan kuşku duyan bizzat insanın kendisidir: Bağıran, çağıran, kendinden emin edayla esip gürleyen her insan masumdur, çünkü sadece var olduğuna kendini ikna etmek istiyor!
Heva gücü varlığımızın faydasına olabilecek işleri celbetmek veya ona zarar verecek şeylerden uzak kalmak üzere bizi yönetir. Hevanın gerçekte yegane maksadı bir itminandır. Maksadını elde ettiğinde tatmin olur, memnun ve razı olur; engellendiğinde de mutsuzluk ve mağlubiyetle üzerimizdeki baskısını sürekli artırır. Haddi zatında arzu yerine gelince başka arzuya yönelmek hevanın özelliğidir; böylece hayatımız bir arzudan ötekine koşmakla tükenir. Arzu gücümüzün temel özelliklerinden birisi herhangi bir otorite veya dış kuralı tanımamasıdır. Heva kendinden başka otorite bilmez, kendinden başkasının kuralını kabullenmez. Kural ve otorite tanımazlık mutlak bir ibaha (mubah görmek) duygusu ortaya çıkartır: her şey mubah ve meşrudur. Dostoyevski 'Tanrı yoksa her iş mubahtır' derken buna işaret eder. İnsan heva gücünün tesiri altındayken bir temyiz ve derecelenme yapmadan arzunun gereklerinin peşinden koşar. Arzu içimizdeki potansiyeldir ve potansiyeller ortaya çıkmak isterler. Çünkü varlık bilfiil olmayla tamamlanır; arzumuzun sınırsızlığının sebebi budur.
Arzu gücünü sınırlayan ise ya imkanlar veya dıştaki kurallardır. İmkanlarımız sınırlar, çünkü hayal edebileceğimiz kadar gücümüz yoktur. Bu bizde en büyük üzüntülerin kaynağıdır. Ancak bundan başka bir engel daha vardır: dışımızdaki gerçekler ve kurallar. Biz hevamızı engelleyen kuralları toplumdan veya aklımızdan veya dinden öğreniriz. Bunlar bir şekilde birbiriyle bağdaşabilir veya hepsi birbirine irca edilebilir: Hepsi bize dünyanın arzu ettiğimiz kadar geniş ve sınırsız olmadığını, gücümüzün ise hayallerimizi yerine getirmekten aciz ve zayıf olduğunu anlatır. Mesela bizim sınırsız arzumuz öteki insanın sınırsız arzusu sebebiyle olabildiğince daralır. İnsanın ikinci krizi ise –birincisi güçsüzlük sebebiyle arzunun engellenmesi idi- tam burada ortaya çıkar: acizliğimiz sebebiyle sınırlı olan arzularımız bile kayıt ve kural altına girmelidir. Sınırsız arzularımızı kontrol etme mecburiyeti bizi mutsuz kılar, içten veya dıştan saldırgan yapar. 'İçten saldırganlık', haset, kırıklık, kin tutmak, yalancılık gibi ahlaki zaafların sebebidir. Dıştaki saldırganlık ise çatışmalara yol açar. Çünkü her heva kendini hak sahibi saymada ısrar eder.
Akıl burada heva gücünden bağımsızlaştığı ölçüde devreye girerek insana başka bir yol gösterir. Bu yolun ana ilkesi 'hemen-şimdi ve şu' diye ısrar eden arzuya şimdiki ile gelecekteki menfaatler arasındaki çatışmanın gösterilmesidir. Akıl bize 'şimdi ve burada' diye ısrar etmenin müstakbel zararlarını göstermekle büyük ve kapsamlı var oluşun yolunu açar. Bu kez ahlaki hayatın ana ilkelerinden birisi ortaya çıkar: irade gücü! İrade gücü aklın 'bekle' demesi ile hevanın 'git-yap' buyruğu arasındaki itidaldir.
İbnü'l-Arabi'nin 'Allah'ı arzumuz gibi görmek' şeklindeki yorumunu konu edinen yazının ikinci kısmı haftaya inşallah.
Ekrem Demirli