Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların fevç fevç Allah'ın dinine girerken görürsün. Sen Rabbinin hamdini tespih eyle ve istiğfar eyle.
Nasr Suresi
Bir insan düşünelim: Mekke'nin güçlü kabilelerinin birisinin evladı olarak doğuyor, önce baba ardından anne cihetinden yetim kalıyor. Kırk yaşına kadar adı hiçbir bir kötülük ve erdemsizlikle anılmıyor, herkesin ittifak ettiği tertemiz ve örnek bir hayat yaşıyor. Bilinen lakaplarından birisi tahir idi: temiz insan! Şehrin en güveniliri sayılarak insanlar ona 'emin' dediler: öylesine bir lakap değil, maldan başka değer tanımayan insanlar emanetlerini ona teslim edebiliyorlardı. Hanîf dini adeti ve Hz. İbrahim'in sünneti olmak üzere, inzivaya çekilmişken Allah kendisini elçi olarak görevlendirdi. Önce endişelenmiş –çünkü mağaraya giderken bir beklentisi yoktu, herhangi bir amaçla çekilmiyordu mağaraya-, içine kapanmış, tereddütler yaşamıştı. Sonra ayrım gözetmeden yakınlarından başlayarak dini tebliğ etmeye başlayacaktı. Tevhit merkezli bir dinde birlik sadece Allah'ı birlemekle sınırlı olmaz: Allah'ı birlemek insanları, hayatı ve en genel anlamıyla varlığı ayrıştırmamada kendini gösterir. O güne kadar kendisine 'emin' diyenlerin ne kadar yüzeysel ve dil ucuyla 'emin' dedikleri tebliğle birlikte ortaya çıkacaktı. Ona 'emin' diyenler menfaatleri zarar görünce bu kez yalancı, sihirbaz, mecnun demeye başladı, etrafındaki ittifak halesi dağılmaya başlamıştı. Bu tecrübe insanlığa bir feraset ve akıl olarak miras kalacaktı: İnsanların kanaatleri menfaatlerine ilişen durum ortaya çıktığında belli olur; hükümler kar-zarar sınanmasından geçmeden karara bağlanmış sayılmazlar.
Hz. Peygamber'in tebliğiyle birlikte Müslümanlık Mekke'de yayılmaya başlıyor, on üç sene içinde nispi başarı ortaya çıkıyor. Daralan tebliğ imkanlarını genişletmek için şehirden ayrılıyor. Bu kez Medine'de tebliğ yeni insanlara ulaşıyor, cemaat büyüyor, sorunlar da büyüyor: Önce Bedir savaşı geliyor. Bedir Mekkelilerle savaşmaktan öte bir şeydi: Medine'de kalabilmenin göstergesi bu savaş olacaktı. Bedir'de mağlubiyet yaşansaydı Müslümanlar sadece Mekkelilere yenilmiş olmayacak, Medine'de barınma imkanı da kalmayacaktı. Birinci başarının ardından Uhud mağlubiyeti geldi: Müslümanlar bu kez mağlubiyetteki nimeti ve Allah'ın farklı tecellilerini tanımış oldular: gururları kırıldı, kime güveneceklerini iyice öğrendiler. Yenilerek kazandılar. İslam'ın yayılış tarihinde en önemli merhale muhtemelen Uhud idi. O savaşı kazansalardı Mekke ile aralarına öyle bir kan davası girecekti ki onların kinlerini aşarak İslam ile tanışmaları mümkün olmayacaktı. Hendek kuşatması, Hudeybiye barışı –ikinci kritik evre burasıdır- derken Mekke'nin fethi geldi. Şehirden kovulan küçük cemaatin başındaki Peygamber yanındaki büyük bir ordu ile vatanına geri döndü:
Özetle hikaye budur: Böyle bir hikayenin kahramanı kovulduğu şehre ordusuyla dönerse nasıl bir manzara ortaya çıkar? Muhtemelen öyle bir insanın şehre dönüşünü anlatırken şu cümleleri kullanabilirdik: Beyaz atının üzerinde mağrur, bası dik şekilde ilerliyordu. Etrafında kendisinden merhamet dileyenler doluşmuştu. Niçin böyle deriz? Çünkü insanlık tarihinden bildiğimiz bütün örnekler böyle veya bundan daha kötü işler yaparak şehre girmişlerdi. Kovulanlar muzaffer edayla şehirlerine dönmüş veya yeni fethettikleri şehirlere gururla ayak basmışlardı. Belki de insanlara sıkıntılar karşısında direnme gücü veren ve onları motive eden şey 'geri dönebilme' umududur. O beklenen gün geldiğinde ise ertelenmiş ve bastırılmış ne kadar hayvani duygu varsa kendini dışarı vurur. Saklanmış duygular bir cerihanın patlaması gibi ortaya saçılır. Kaybedenler için ne kötü bir gündür o gün!
Muzaffer bir komutanın şehri ele geçirmesiyle Peygamber'in şehre dönmesi arasındaki fark tam burada belli olur. Mekke'yi ele geçiren kişi herhangi bir insan olsaydı hiç kukusuz o şehre beyaz atının üzerinde mağrur ve rövanş alma hakkını elinde tuttuğu her halinden belli kibirli bir edayla girerdi. Yanındaki askerlerde intikam duygusu olur, 'kan, kan' diye naralar atılır, bir zamanlar ezilmişlikleri tavırlarına yansır, gözlerini kan ve öfke bürür, 'devran bizimdir' diye feryat ederlerdi. Lakin şehre Peygamber girerse işin çehresi büsbütün değişir. Haddi zatında Peygamberin şehre nasıl döneceğini şehirden nasıl çıktığına bakarak da anlayabilirdik: Vakıa Peygamber şehirden nasıl çıktı ise tam da öyle dönmüştü. Hz. Peygamber şehirden 'kovulurken' öfke ve kinle dolu değildi; bir gün sıra bize de gelir diyerek ezilmiş veya bastırılmış duygularla Medine'ye hicret etmemişti. Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicreti yeni bir tarihin başlaması idi: haddi zatında yeni demeye gerek bile yok! geçmişi olmamıştı ki yeni diyelim. Her gün yeni bir gün idi. Mekke'den ayrılırken düstur 'mahzun olma' ayetiyle belirlendi: bıraktığına, ayrıldığına, yaşadıklarına veya yapamadıklarına mahzun olma! Mahzun olma ki, yaptıklarınla, başardıklarınla ve seninle olanlarla gururlanmayasın. Hz. Peygamber şehirden çıkarken mahzun değildi ki (bir insan olarak yaşadığı Mekke'den ayrılmanın getirdiği yüzeysel üzüntü mekana ve zamana saygıdan ibarettir) Mekke'ye girerken mağrur olabilsin. Bu nedenle Allah şöyle buyurdu: 'Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde.' Bu ayetin karşısında insanın başı sadece secdede olabilir.