Kötülük taşınacak bir yük değildir
'Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduğunda.' (Yûsuf, 100)
İnsan davranışlarının kaynağını tahlil sadedinde Yûsuf suresinde dikkatimizi çeken ilk örnek ifade, oğlunun rüyasını dinleyen Peygamber'in sözleridir: Hz. Yakub "Ay, güneş, on bir yıldızın bana secde ettiğini gördüm" (Yûsuf, 4) mealindeki rüyasını anlatan Yûsuf'a "Evladım rüyanı kardeşlerine anlatma, tuzak kurarlar sana" (Yûsuf, 5) demiştir. Bir babanın çocuklarından birini, ötekilerine karşı kışkırtması anlamına gelebilecek böyle bir sözün mutlaka bir anlamı ve amacı olmalıdır. Henüz gerçekleşmemiş bir hadise karşısında sadece zanna ve tecrübeye dayanarak kesin bir hüküm vermesi, kardeşleri birbirine karşı harekete geçirmek, uyuyan fitneyi uyandırmak, 'söz tohumdur' ilkesince, kardeşin ötekilere karşı bilenmesine yol açacak bir tutum olmalıdır. En azından 'peygamber' bir babanın aile içinde böyle bir tedbir ile çocuklar arasında tereddüt oluşturması, hakîmane bir akıl olarak görülmez. Fakat sözünün ardından gerekçe olarak dile getirdikleri meseleyi tamamen başka bir noktaya taşır: "Çünkü şeytan insan için bir düşmandır" (Yûsuf, 5). Böylece Yûsuf'un kardeşlerine yönelmiş olan dikkati daha büyük, belki de kendisini de etki altına alabilecek başka bir noktaya çekilerek, özel bir hadiseden daha genel bir hadiseye yönelmiş oldu. Yakub'un dikkatimizi çektiği konu kardeşlerin, kıskançlığın etkisi altında kötülüğe yönelmesi değil, şeytanın kardeşlerini veya kendisini çeşitli yollarla tuzağa düşürme ihtimali konusunda bir uyarıdır. Böylece baba olan Yakub burada Peygamber olarak konuşmuş, günlük hayat içinde birçok şekilde değerlendirilebilecek olan bir hadiseyi Allah'ın Âdem'e söylediği "Şeytan sizin düşmanınızdır, ondan sakının" (Fâtır, 6) ifadesine bağlayarak hikmeti bize göstermiş oldu.
Şeytanın, insanın fiillerinin nedeni veya sâiki olarak kabul edilmesi bu sure içinde birçok kere tekrar edilir. Günümüzde birçok insan için 'sorumluluktan kaçmak' anlamına gelebilecek olan 'şeytanı fiillerde hatırlamak' meselesi, dinde insana telkin ve talim edilen mühim hususlardan biridir. Öyle ki şeytanın, insanın fikrini ve eylemlerini yönlendiren bir amil olarak zikredilmesi, insanın hareketlerinin ve ahlakının tahlilinde önemli bir yer tutar; tevhidin kademelerini dikkate alırsak da başlangıç seviyesi kabul edilebilir. Dindarlık insan fiilleri hakkında bir bilinçle değil, insan fiillerinin gafletle gerçekleştiği hakkındaki bir uyanmayla başlayarak dereceli bir şekilde Tanrı'ya doğru yönelmeyle başlar. İnsanı kendi fiilinin sorumluluğundan uzaklaştırmak anlamına gelebilecek olan bu yaklaşım, surede birkaç yerde tekrar edilir. Mesela Yakub Peygamber çocukları Yûsuf'u, daha sonra da Bünyamin'i kaybederek geri döndüklerinde onları tövbeye davet eder, birinci sözüne benzer şekilde onları uyarır. Hz. Yûsuf ise babasıyla konuştuğunda bu mahut hadiseye atıf yaparken 'şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtığında' (Yûsuf, 100) diyerek yaşadığı büyük haksızlığı babasının ilk öğrettiği şekilde yorumlamış, yaşarken gördüğünü doğru tevil etmiş, bununla uyumlu şekilde de kendisine 'tâbir ilmi' verilmişti. Gördüğünü ve yaşadığını yorumlamaktan mahrum bir insan rüyalarını nasıl yorumlasın ki?
İslâm geleneğinde şeytan hiç kuşkusuz Hristiyan veya öteki dinî gelenekler kadar güçlü ve gerçek etkiye sahip değildir. Bilhassa Hristiyanlığın etkisinde kalmış olduğu pagan gelenekler ile felsefî cereyanlar ezelî madde, kötülük, şeytan, cinler vs. karamsar ve kötücü bir âlem içinde insanın kayboluşundan söz eder. Dini ise böyle büyük bir kayboluş içinde insanın kurtuluşu esasına dayandırırlar. Bu bakımdan insanın kurtuluşu fikri, Hristiyanlığın özünü teşkil ederken buradaki kurtuluş fikri ile İslâm'daki kurtuluş ve necat fikrini aynı zannetmek ciddi yanılgı olacaktır. İslâm (ve onun düşünce gelenekleri) ise pagan kültürler kadar felsefî cereyanların etkisinden görece uzak bir din olarak gelişmiş, belki Hristiyanlığın tecrübesini bir öteki olarak görebilme imkanları ölçüsünde, kendini bu büyük sorunlardan daha iyi korumuştur. Öyle ki felsefe tarihçisi F. A. Lange İslâm'ın bu bakımdan mitolojilerden daha arınmış bir din olmak özelliğiyle terakkiye ve bilime daha büyük katkı sağladığını söylerken haklı görünür.
İslâm ezelî madde, yokluk, kötülük fikrini kabul etmezken şeytanı da asıl bir unsur olarak kabul etmez. "Şeytanın gücü olsa kendini kurtarırdı" şeklinde dile gelen tasavvuf deyimi Tanrı'dan başka fail yoktur inancının istilzam ettiği bir netice olarak dolanmıştır, müslümanların dillerinde. Günlük hayat içinde müslümanlar şeytandan ne ölçüde söz ederse etsin şeytan gerçek özne olarak kabul edilmez. Bunun temel nedeni hayatın ve varlığın her alanını kapsayan ilâhî isimler anlayışının din ve hayat ilişkisini tesis eden temel konu olmasıdır (Konevî bu isimlere mebadi derken ne kadar da haklıdır). Daha doğrusu müslüman toplum ilâhî isimler teorisiyle bütün fiilleri Tanrı'dan görüp Tanrı'nın dolaylı veya doğrudan fiillere iştirak ettiğini düşününce şeytanın varlık alanı azalmış, buna paralel bir şekilde etkinliği de ortadan kalkmıştır.
Bununla birlikte şeytan yine de bir nedenle insan fiillerini açıklarken 'vesile-sâik' olarak zikredilir, insanın özneliğini bölmek üzere şeytanın etkisinden söz edilir. Burada etkinin oranını tespit etmek mümkün olmayabilir fakat âyet-i kerîmelerde zikredildiği haliyle kastı anlamak mümkündür: Hiçbir insan iyi veya kötü fiillerinin gerçek ve yegâne öznesi olarak kabul edilemez. İyilikler söz konusu olduğunda Tanrı'nın hidayeti, nasibi, insanların ve meleklerin dualarıyla kendisine ulaşan lütuflar iyi fiillerin gerçek sâikleridir. Bu bakımdan insanın kendi fiilleri karşısında "ben yaptım" fikrinden uzaklaşması, dindarlığın felsefî ahlaktan ayrıştığı önemli alanlardan birini teşkil eder. Buna mukabil ilkece kötülük Tanrı'ya doğrudan izafe edilmeyeceği için kötülüklere neden, en azından bir vesile bulunmalıdır. Bu amaçla insan kötülüğün tek başına faili olarak kabul edilemeyeceği gibi hiçbir kötülük bir insanın taşıyabileceği kadar hafif olamaz. Bu bakımdan din, insanı korumak amaçlı yaklaşımında insan özneliğini kötülüklerde bölerek insan ile kötülüğü ayrı derecelerde ele alır. Bu yaklaşımda kötülüğün şeytanın dürtüsüyle ortaya çıktığı söylenerek insanın bir kurban, gafil, mazlum (kendimize zulmettik bu demektir), habersiz olduğu beyan edilerek örtük bir dille insan korunur ve hatta 'savunulur.' Bunun ardından insanı koruyacak olan Tanrı'ya yönelmesi (tövbe) emredilerek şeytanın etki alanından çıkması talim edilir. Binaenaleyh, şeytandan söz etmek gerçekte insanı korumanın ve onu kötülük ile özdeşleştirmemenin bir kademesi olarak ortaya çıkar.
Şeytan ile failliği bölmenin günümüzde hiç kuşkusuz başka fakat seküler olan benzerleri ortaya çıkmıştır. İnsan zihninin nasıl hareket ettiğini çalışan bilimlerde insanın seçerek ve bilinçle karar vermesinin genellikle mümkün olmadığını, insanın en iyi hallerde bile bilinçli veya bilinçsiz etkilerle hareket ettiği kabul edilir. Bu gerekçeler bazen hukuk dahilinde mazur görülse bile daha çok davranışı anlayabileceğimiz bir çerçeve teşkil eder. Müslümanlık ise dikkatimizi, insanın hukuk veya başka bir bağlamda mazur görülmesine değil; insanın iyiliği ile kötülüğün ârizîliğine çekerek insan için iyimser ve umutlu bir yaklaşımı temellendirir: İnsan gerçekte iyidir, şeytan ona musallat olur. İnsan bu durumu anladığında ise daha da iyi olacaktır.
Ekrem Demirli