Yeni Avrupa'da değer ve ideal yok
Hitler başta olmak üzere ırkçı söylemler ile meydana çıkan liderlerin bir umut haline geldiği dönem ile günümüz Avrupası arasında pek çok paralellik bulunsa da, bu dönemde yaşanan sağcılaşma savaş öncesi dönemden daha tehlikeli bir potansiyele sahip. Avrupa, iki yüz senedir bilinçli bir biçimde inşa ettiği ve savaş sonrası elli sene dizginlediği ırkçılığı, 11 Eylül paradigmasının sağladığı ortam ile serbest bıraktı, kendisine 'öteki' olarak ise Müslümanları seçti.
19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca yoğun biçimde tercüme edilen eserler Avrupa ile ilgili algılarımızı şekillendirmesi bakımından hala son derece müessir. Avrupa hakkındaki kanaatlerimizi bu eserler ve bu eserlerin tesirinde kalmış nesillerin söylemleri oluşturuyor.
2. Dünya Savaşı sonrası bu alakanın giderek Amerika'ya kayması, sonraki dönemde Avrupa'yı yakından ve aktüel bir biçimde takip etmemizi bir lüks haline getirdi. Oysa Avrupa sürekli dönüşüyor ve her kuşakta birbirinden farklı refleksler ortaya koyuyor. Şu halde Avrupa'yı bizden öncekilerden devralınan malumatlarla tanımamız internet çağına yakışmayan anakronik bir algıyı neticelendiriyor. Batılı değerler olarak terviç edile duran ve Avrupa'nın bir parçası olarak algıladığımız demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları gibi kavramlar bir zamanların hikayelerine dönüşürken, Türk kamuoyunun bir kısmı Avrupa'yı halen bu özellikleri ile tanımayı ve tanıtmayı tercih ediyor.
Buna mukabil, Avrupa her daim aynı karakteri ortaya koyan ve durmadan akan bir nehir değil; aksine girdiği her evrede birbirinden farklı, hatta kimi zaman yüz seksen derecelik dönüşler ile farklı refleksler ortaya koyan bir tiyatro sahnesini andırıyor. Bizlere tanıtılan ve kendisini halen o şekilde tanıdığımız Avrupa, esasen tarihin bir kısmına ait bir dönemden başka bir şeye tekabül etmiyor. Şu halde bu sahneleri sırasıyla tanımaya gayret etmemiz bizleri Avrupa'yı değişmez sabite sahibi bir yapı olarak tanıma hatasından kurtaracaktır. Avrupa tarihinin köşe taşlarını hatırlamalıyız.
AVRUPA MİLLETLERİNİN OLUŞUMU: 1848
Napoleon'un büyük Avrupa ideali 1815'teki Viyana Kongresi'ni neticelendirmişti. Gelgelelim Viyana Konferansı ilgisini Avrupa milletlerinin istiklalinden ziyade monarşilerin selametine yöneltmiş, dolayısıyla Avrupa'da yükselen asıl dalgayı es geçmiştir. 1817 yılında Wartburg kalesinde düzenlenen festival Alman halkı için bir millet olma idealini ortaya koyan büyük bir hadisedir ve Avrupa açısından da bir dönüm noktasıdır. İktisadi buhran sebebiyle kıtadan Amerika'ya dalgalar halinde yaşanan göçler ve millet idealinin önündeki engeller Mart 1848 devrimlerini neticelendirmiş, Orta Avrupa halkları millet olmak yolunda bir şuur ortaya koymuştur. Napoleon'un büyük Avrupa ideali, bu hadiseden sonra yerini Avrupa'nın büyük milletleri idealine terk etti. Millet, Avrupa toplumları için aynı zamanda dışlayıcı bir kavram olarak bir zihni duruşun ifadesidir. Wartburg festivalinde "Alman olmayan" kitapların yakılması hadisesi bunun güzel bir misalidir.
Millet kavramı diğer milletler ile arasına sınırlar koyan ve dışlayıcılığı sayesinde kendisini var eden bir kavram olarak karşımıza çıktı. Buna mukabil bu dönemde Avrupa'daki algı her milletin biricik ve mualla olduğu yönündeydi.
İNSAN EŞİTSİZLİĞİNİN BELGELENMESİ: KONGO KONFERANSI
Türkçe literatürde daha çok Berlin Konferansı olarak tanıdığımız bu hadiseye verilen Batı Afrika yahut Kongo Konferası isimleri konferansın ortaya koyduğu hakikatin daha iyi anlaşılmasını sağlamakta. Konferansta Afrika kıtası yedi Avrupa ülkesi arasında pay edildi. Bu, Fransız İhtilali ile ortaya konan "hür insan" resminin ve 1848'de savunulan her milletin biricikliğinin aslında ne anlama geldiğini ortaya koydu: Birinci dereceden önemli insan ve onun hizmetine bakacak ikinci dereceden önemli yahut önemsiz insan! Avrupalı milletler kendi aralarına belli sınırlar çizerken bir centilmenlik anlaşmasına imza atmış, yekdiğerinin birinci dereceden oluşunu kabul etmiş, ikinci dereceden olanları ise kendi aralarında pay etmiştir.
Kongo Konferansı'nı yalnızca devletler arasında bir parsa paylaşımı olarak görmek doğru bir tespit olmayacaktır. Aksine Konferans, Avrupa insanına bir bilinç kazandıran, evrimci bilinci besleyen önemli bir köşe taşıdır. Bu bilinç meyvelerini etnolojik sergiler olarak vermiş, Paris'te 1889'da kurulan zenci insanat bahçeleri yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar Brüksel gibi Avrupa başkentlerinde varlıklarını sürdürmüştür. Çitler arkasına konan zenci çocukların şempanzeler gibi beslendiği bu bahçeler; ikinci dereceden insanın birinci dereceden insana yalnız ekonomik olarak hizmet etmediğini, aynı zamanda bir eğlence kaynağı olduğunu da ortaya koydu.
SAVAŞI VE SONRASI: İNSANİ İDEALLER PARANTEZİ
Büyük savaş insanlık tarihinin en büyük katliamlarına sahne oldu. Dünya tarihinin hiçbir evresinde siviller savaşın bu oranda paydası olmamış, tüm dünyayı bu kadar derinden etkileyen acılar çekilmemişti. Bu olağanüstülük olağanüstü bir dönemi beraberinde getirdi. Avrupa başta olmak üzere Batı, aslında olmadığı bir kimse gibi davranmak durumunda kaldı.
Bu parantez Dünya Savaşı'nın yol açtığı ağır vicdani yük sebebiyle açılmış, insan olmaktan utanan Avrupalı, insanlık idealleri adını verdiği şeyleri amentüsü olarak ilan etti. 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hemen her maddesi ile Batı'nın hakikatte olmadığı, ancak olmak zorunda hissettiği şeylerin ortaya konmasından başka bir şey değildir. Bu tavır müraice değildir; zira savaş sonrası jenerasyonlar hakikaten böyle bir ideale iman etmişti. 68 olayları ve hippilik hareketinin yayılması bu imanın Avrupa'da zirveye ulaştığı bir dönemi gözler önüne serer. Elbette uluslararası politikada bu vicdani yükün etkisi toplumsal sahadaki nisbette hissedilir olmamıştır. Bununla birlikte siyasetin dili özellikle Batı'da idealist bir karakter arz etmek durumunda kaldı.
PARANTEZ KAPANDI, AVRUPA ORTAYA ÇIKTI
Bu idealist dili sonlandıran etkenler hakkında pek çok tespit ortaya konulabilir. Buna mukabil Avrupa'nın içine girdiğinin bir parantez olduğunu kabul etmemiz, savaş sonrası sahip olunan vicdani yükün bir jenerasyon meselesi olduğunu ve savaşın yol açtığı manevi yüklerin ancak birkaç kuşak devam ettiğini ortaya koyar. Batı'yı ağırlığı ile ezen vicdani yük özellikle Avrupa'da birkaç kuşak devam eden ve bu kuşakların yerini alan yeni kuşakların içinde hissetmediği, dahası anlamsız bulduğu bir yük. Yeni nesiller Avrupa'nın içine girdiği bu paranteze dahil olmadığı için, Kıta bu parantezin kapandığı ve insani değerleri öteleyen aslına döndüğü günleri yaşıyor. Bu iddiamızı destekleyen en önemli veri seçmen yaşının on altıya indirildiği Orta Avrupa ülkelerinde aşırı sağcı partilerin oy oranlarını büyük oranda artırmış olmaları.
Parantezin savaş sonrası açıldığını iddia etmemiz, parantez sonrası Avrupa'nın savaş öncesi dönem ile paralellikler arz etmesini gerektirmekte. Hitler başta olmak üzere ırkçı söylemler ile meydana çıkan liderlerin bir umut haline geldiği dönem ile günümüz arasında pek çok paralellik görmekle birlikte günümüzde yaşanan sağcılaşmanın daha tehlikeli bir potansiyele sahip olduğunu iddia etmek mümkün. Zira savaş öncesi dönem, Avrupa'nın büyük bir ekonomik kriz ile boğuştuğu, sosyal devletin olmadığı, büyük kitlelerin açlık ile cebelleştiği bir dönemdi. Faşist liderler toplumun önemli bir kesimi için kurtuluş umudu olmuş, bir noktadan sonra ırkçılık bir tercihten ziyade zaruret halini almıştı. Zaten ötekileştirmeye ve ayrıştırmaya yatkın olan Avrupalı bu zarureti bir fırsata çevirerek, tabiatındaki ırkçı eğilimi beslemiş ve asıl hüviyetini ortaya koymuştur.
Günümüz Avrupasında yükselen ırkçılık bu bakımdan savaş öncesi dönemde olduğu gibi reaksiyoner bir tavır olarak karşımıza çıkmıyor. Aksine başta Türkler olmak üzere Müslümanlara yönelik yükselen düşmanlık bir öteki üzerinden beslenme ihtiyacı sebebiyle ortaya çıkmış aksiyoner bir tutumdur. Avrupalı iki yüz senedir bilinçli bir biçimde inşaa ettiği ve savaş sonrası elli sene dizginlediği ırkçılığı, 11 Eylül paradigmasının sağladığı ortam ile serbest bırakmış; kendisine öteki olarak ise Müslümanları seçmiştir. Dolayısıyla anlamamız ve mucibince davranmamız gereken gerçek Avrupa'da yükselen ırkçılığın dönemsel bir süreç olmadığı, aksine hep var olan bir potansiyelin bundan sonra da varlığını sürdürecek şekilde serbest bırakılmış olmasıdır. Pandora'nın kutusu açıldı. Karşımızdaki sağcılaşmış Avrupa insanları birinci dereceden kıymetli ve ikinci dereceden kıymetli, hatta kıymetsiz olarak tasnif eden algısını yeniden ortaya koyuyor. Barselona'da, Paris'te yaşanan terör saldırılarının çapları Ankara'da, İslamabad'da yaşanan terör saldırılarıyla kıyaslanmayacak oranda küçüktü. Buna mukabil saldırılan şehirlerin birinci dereceden önemli kabul edilen Avrupa şehirleri olması tüm dünyayı ayağa kaldırmaya yetmiştir. Filistin'de, Suriye'de, Irak'ta akan kanın bu zihin yapısı sebebiyle Avrupalı için hiçbir kıymeti yok. Bu Avrupa kendi içinde de hukuku birinci dereceden kıymetli insanlar için farklı, ikinci dereceden kıymetli insanlar için farklı şekilde işletmekte bir beis görmüyor. Avusturya'da ırkçı saldırıları araştıran Zara Enstitüsü (www.zara.or.at) Avusturya çapında ırkçı saldırıların her geçen gün arttığını ve bunların bir kısmının resmi makamlar tarafından örtbas edildiğini raporlamakta. Yani Avusturya devleti sistematik bir şekilde ırkçı saldırıları gizlemekte ve saldırganlar bu sebeple korunmakta.
AVRUPA YENİ BİR PARANTEZ AÇAR MI?
İnsani değerlerin yeniden yükseleceği ve eşit insan algısının yeniden hakim olacağı bir Avrupa ile yakın zamanda karşı karşıya gelmemiz çok güç görünüyor. Bunun en önemli sebebi, Avrupa toplumunun söz konusu değerlere iradi bir tercih ile sahip çıkmadığı, aksine bir zorunluluk olarak bu değerleri sahiplendiği gerçeğidir. Bu değerler Avrupa toplumunun doğal değerleri değildir; dolayısıyla bunlara sahip çıkmak yeni bir zorunluluk sonrası ve ancak kuşak dönüşümünden sonra mümkün olacaktır.
Avrupa'da mevcut kuşak, siyaseti mümkün olan en sağ noktada yürümeye zorlamakta. Buna mukabil gelecek kuşakların da temel bir refleks değişikliği ortaya koyacağına dair en ufak bir emare yok. Aksine daha da keskinleşecek bir jenerasyonun gelmesi son derece muhtemel; zira bu kuşağın içinde büyüdüğü toplum her geçen gün birinci-ikinci dereceden önemli insan algısını besliyor. Avrupalı çocuklar komşularına, sınıf arkadaşlarına karşı büyük bir önyargı ile büyüyor. Bu kuşağın bir algı dönüşümü ortaya koyması hiç mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Avrupa'nın dönemsel olarak bir sağcılık sürecinden geçtiği söyleminin hiçbir karşılığı kalmıyor.
Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay, Türk-Alman Üniversitesi Araştırma Görevlisi.