Dev aynasındaki ters görüntüler: Nazire-Reddiye
Divan şiirinin estetiği içerisinde aynı disiplinin iki ayrı kolu onlar. Nazire ve reddiye… Nazire şaire hakkını verip de şiiri de şairi yüceltirken; reddiye bir o kadar eleştirici ve küçük düşürücü bir disiplin. İkisini de özel ve anlamlı kılan şey ise estetik kaygı ve zarif söyleyişi kaybetmemeleri…
"Nazire, bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı vezin, kafiye ve redifte yazılan benzerine verilen addır. Şekil mükemmelliğine dayanan Divan şiirinde nazirecilik, başlangıcından itibaren bir zaruret olmuş ve nazire temrinleri, şiiri gerçek bir atölye çalışması hâline getirmiştir."
( A. Hamdi Tanpınar)
Bir şairin şiirine sonradan bir başka şair veya şairin kendisi tarafından, kafiyeleri veya kafiye ve redifleri aynı olan, aynı vezin ve konuda yazılan, çoklukla gazel ve kasidelerde görülen benzer şiirlere nazire veya cevap denir. Nazirenin genellikle, aynı dilde ve şivelerinde olması gerekir.
CAHİLİYE DÖNEMİNDEN BERİDİR NAZİRE GELENEĞİ
Arap edebiyatında Cahiliye devrinden itibaren nazireyi görüyoruz. İslâmî dönemde Hassan bin Sabit'in hicretin dokuzuncu yılında, Temim Kabilesi'nden bir şairin söylediği şiire aynı vezin, aynı kafiye ve aynı konuda söylediği şiirle daha da açığa çıktı. Daha sonra Ka'b bin Züheyr'in "Bânet Süâd = Sevgili Uzaklaştı" adındaki Peygamber için yazdığı na'tına yazılan şiirlerle en geniş şekilde görülmeye başlanmış ve kesintisiz devam edip gelmişti.
SÖZLÜKLERDE BİRKAÇ FARKLI ŞEKİLDE
Terim olarak nazire yerine "muâraza" yanında "ihtiza" ve "muhâkât" kelimeleri de kullanılmış, çok sonraları "taklid, nazir, mesîl" terimlerine de yer verilir.
Fars edebiyatında ise, nazire, "cevab" kelimesi ile karşılanmış, ayrıca "istikbâl" ve "tazmîn" gibi terimler de kullanılmıştır. Fars edebiyatında da ilk nazire örnekleri on ikinci yüzyılda görülmeye başlandı.
Nazireyi yapan şair de "nazîre-gû" veya "nazîre-perdâz" olarak anılır.
ÇIRAK ŞAİRLERİN MESLEĞİ ÖĞRENMESİ İÇİN BİR OKUL
"Şiirde nazire geleneği, yetiştirici bir ekol vazifesi görmüş ve hemen her şair bu mektepten yetişmişti. Fuzûlî tarzında yazmaya çalışanların Fuzûlî mektebi veya Nâbî tarzındakilerin Nâbî mektebi ve benzerleri böyle teşekkül etmişti. Bu şairler üstatlarını geçemeseler bile onların yolunda yetişerek, söyleyişlerindeki sırlara ulaşarak, büyük bir şiir seviyesini korumuş; bir söyleyiş ve anlayış seviyesine yükselmişlerdir."
(N.Sami Banarlı)
Edebiyatta şairlerin yetişmeleri, güzel şiirlerin taklit edilmesi ve sanatkârın kendini her yönü ile geliştirerek ortaya özgün eserler koyması ile sağlanmıştı. Bu açıdan bakınca nazirelerin edebiyatta büyük bir itici güç olduğunu görürüz. Şair bu ilk devrinde bir çırak gibidir; hatta şiir bilgisinin genişlemesi, hayat tecrübe ve şartlarının sanata yönelmesi, bulunduğu ortama göre şairler meclisine devamı, şairlerle olan ilgisi veya çok okuması onun, kalfalık devrini de geçerek ustalık dönemine ayak basması ile şahsiyetini kazanmasına yol açar. Bütün bunlarda dili ne şekilde kullanması gerektiğini öğrendiği gibi kelime bilgisi zenginleşir, kafiyenin dar ve geniş zeminlerine de vâkıf olur.
Gönlü, aklı ve kulağı da ses ve kelimeye karşı ilgili olur ve hafızası genişler. Büyük sanatkârlara karşı duyduğu hayranlık ve saygı, şairi onların şiirlerine yönlendirir. İşte şair bu kazanımlarla sanat dünyasına girer. Böylece, güzel bulduğu şiirlere, hayranlık ve saygı duyduğu şairlere olan ilgi ile onların şiirlerine, aynı konu, aynı vezin, aynı kafiye ve redif ile şiirler yazar. Buna "nazire yazmak" veya "tanzîr etmek" ve "nazîre demek" adı verilir.
İkinci şiiri yazan şairin birinci şairi, genellikle söyleyiş, eda ve konuda geçmesi istenir. Böylece edebiyatta bir genişleme ve yarışma da başlamış olur. Hatta bunun da ötesinde belki bir atışma havası da ortaya çıkar. Atışmada bir yarış iddiası bulunduğuna göre aynı durum nazire için de geçerliliğini korur. Bir şair bazen kendi yazdığı şiirine de nazire yazabilir. Bu durum şairin şiirde ilerlemesi ve ele aldığı konuyu daha da ileri götürmesi ve genişletmesi demektir. Bunun yanında nazire yazan kimi şairler, hangi şairin şiirini tanzir ettiklerini, genellikle makta beytinde zikrederler. Bu da edebiyatımızda 16'ncı yüzyıldan sonra görülmeye başlar.
SADECE BELLİ TÜRLERE AİT DEĞİL
Nazire türü yalnız gazel ve kasidelerde olmayıp diğer nazım şekillerinde de yazılır. Sıra ile mesnevi, müstezat ve musammat nazım şekilleri ile de nazireler yazıldı.
Ancak gazel tarzının nazirede önemli bir yeri var. Bu bakımdan farklı nazım şekillerinde yazılan şiirlere gazel ile "cevab" veya "nazire" yazıldığını da belirtmek gerekir. Bunun zıddı da olabilir. Yerine göre bir gazelin kaside ile tanzir edildiği de vakidir. Ayrıca gazelin kıta ve murabba ile tanzir edildiği nazire mecmualarında pek çok örnekle ortaya konmuştu.
TÜRK EDEBİYATINDA NAZİREYİ DUYMAYA BAŞLADIK
Bu kelimeyi Türk edebiyatında ilk defa Fahreddin bin Mahmud Behcetü'l-Hadaik fî-Mev'izeti'l Halâik adlı eserinde kullanmış. Fahreddin bin Mahmud eserinde yer verdiği koşuk adı ile bilinen manzumeler için "ve benden dilediler kim bunlarun dilince bu fen içre bir kitâb eyleyem, nükte ve nezâyir birle söyleyem kim bularun dilegi kabul ola" der.
NAZİRE BİZDE YUNUS EMRE İLE VAR OLDU
Bu türün Anadolu'da başlayan Türk edebiyatında Yunus Emre ile ortaya çıktığını söylemek mümkün. Yunus'un nazireleri Ahmed-i Yesevî'nin şiirlerine yazılmıştı. Bu açıdan ele alınca Yunus'un pek çok şiiri Ahmed-i Yesevî'ye nazire gibi görünür.
Ancak Yunus'tan önce bu türün ilk şairleri arasında yer vereceğimiz Türk şairi Hakîm Süleyman Ata'dır. Hakîm Süleyman Ata, Ahmed-i Yesevî'nin hikmetlerine hikmetlerle karşılık vermiş, onun yolunu sadık bir öğrencisi olarak, devam ettirmiş ve şiirlerine nazireler söylemişti.
Türk edebiyatı Ahmed Yesevî'nin şiirlerine Yunus Emre ile başlayan nazirelerle Anadolu'da Ahmedî, Nesîmî, Şeyhoğlu Mustafa ve Ahmed-i Dâî gibi şairlerle gitgide yayıldı. On beşinci yüzyılda gelindiği zaman Şeyhî'nin şiirlerine yazılan nazireler başta Ahmed Paşa, Fatih ve Cem Sultan olmak üzere devam edip gelmişti. Şeyhî'nin "Kerem" redifli kasidesine yazılan nazireler 18'inci yüzyıla kadar devamını sürdürdü. Necâtî gibi büyük şairleri takip edenlerin ve bu şairlerin tesirlerinin tarih içindeki devamlılığı da böylece ortaya çıkmıştır.
Özellikle "gönül" redifli şiirlerin başlatıcısı ömrünün sonuna gelmiş olan Şeyhoğlu Mustafa'dır.
"Çün bulınmadı cihânda derdüne dermân gönül
Yiridür bu hasret ile ger alursan kan gönül
Işk bâzârında sana çünki hâsıldur ziyân
Bellü bil kim assı kılmaz nâle vü efgân gönül"
"Gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül
Kuru sevdâda yeler bî-ser ü bî-pây gönül
Dimedüm mi sana tolaşma ana hây gönül
Vây gönül vây bu gönül vây gönül ey vây gönül"
(Ahmed Paşa'dan nazire)
Edebiyatımızda daha sonra başta Süleyman Çelebi olmak üzere mevlidler yazıldı. Ancak yazılan mevlidler Süleyman Çelebi'nin eserini hiçbir zaman geçememişlerdi.
Şeyhî ile başlayan "kerem" kasideleri zinciri orta çıktı.
Necâtî ise on altıncı yüzyıla girerken, büyük bir usta şair olarak kendini gösterir. Fuzûlî'den Bâkı'ye, Zâtî de dâhil, onun şiirlerine nazireler yazarlar. Hele onun "Hançer" redifli kasidesi başta Şeyhülislâm Kemalpaşazade olmak üzere, ondan fazla şaire nazire yazdırmıştı.
Cumhuriyet devrine kadar süren bir gelenek
Her şeyden önce nazirenin Türk şiirine verdiği bir canlılık vardır ve bu canlılık asırlar boyu devam ederek Cumhuriyet devrine kadar gelmiştir.
MEKTUPLAŞMANIN DA BİR USULÜ OLMUŞ
Yine edebiyatımızda mektup şeklinde aynı konu, aynı kafiye, aynı vezin ve nazım şeklinde yazılan nazireler de varmış. Hafız Ahmed Paşa'nın Dördüncü Murad'a gönderdiği manzum mektup ve padişahın karşılığında yazdığı mektup buna örnek. Bu bir noktada tam cevap demektir. Nazire karşılığı olarak kullanılan cevap kelimesi, bu yönü ile anlam sınırlarını genişletmiş ve hem nazire hem cevap şeklinde görünmüştü.
Ahmed Paşa, Bağdat'ı alamayınca padişaha şu manzumeyi gönderir:
"Aldı etrafı adüv, imdada asker yok mudur?
Din yolunda baş verir bir merdi server yok mudur?
Bir acep girdaba düştük, çaresiz kaldık meded
Aşinalar zümresinden bir Şinaver yok mudur?
Cenk de hempamız olup baş virip baş almağa
Arse-i alemde bir merdi hünerver yok mudur?
Def-i bidada takasülden garaz ne bilmezüz
Derdi mazluman sual olmaz mı mahşer yok mudur?"
Dördüncü Murat yardım isteyen Ahmed Paşa'ya şu cevabı verir:
"Hafıza Bağdad'a imdad itmeğe er yok mudur?
Bizden istimdad idersin sende asker yok mudur?
Düşmen-i mat itmeye ferzaneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmağa meydan yok mudur?
Gerçi laf ırmakta yoktur sana hempa bilirüm
Lik senden dad alan bir dadküster yok mudur?
Bu Hanife şehrin ihmalünle perişan itdiler
Senda aya gayreti din-ü Peygamber yok mudur?
Rüşvet ile cünd-i İslamı perişan eyledün
İşidülmez mi sanursun bu haberler yok mudur?
Bir Ali siret vezir-i şimdi serdar eyledüm
Hızru Peygamber muin olmaz mı rehber yok mudur?"
Muradi (IV. Murat)
NAZİRE MECMUALARI
Türk edebiyatında ortaya çıkan ve şiirimizi açarak genişleten, edebi faaliyetlerin canlılığını devam ettiren nazirecilik neticesinde yeni eserlerin yazılması da gerekirdi. İşte bunun sonunda Türk edebiyatında nazire mecmuaları ortaya çıkmış oldu. Nazire mecmuaları yazılan şiirleri edebî bir zevke göre ele alıp, onlara ilgi duyarak devam ettiren şairlere yer vermeleri ve sevilen şiirleri ortaya koymaları açısından önemli.
Edebiyat tarihimizin kaynaklarından olan nazire mecmuaları daha sonra yerlerini "tezkiretü'ş-şuâra" genel adı ile anılan eserlere bırakacaklardı. Böyle olmakla beraber tezkirelerin yanında hemen her asırda, özellikle on altıncı yüzyıldan sonra daha az görülmüşlerdi. Bunlar Türk şiir zevkinin gelişmesini de gösteren derleme eserlerdi. Bildiğimiz kadarı ile Türk edebiyatında yazılan ilk nazire mecmuası Ömer b. Mezid'in ortaya koyduğu Mecmûatü'n-Nezâir adlı eserdir.
NAZİRENİN ZIT KARAKTERİ
Bir şiiri esas alarak aynı vezin, kafiye ve redifle yazılan fakat tamamen zıt bir görüşü savunan şiirler de nazire kapsamında düşünülebilir. Kaynaklarda "nakiza" olarak adlandırılan bu şiirler, cahiliye dönemindeki hicivleşmenin ve muallakaların devamı durumunda.
Nakizaların ortak konusu genel olarak şairin kendisi ve ailesinin faziletlerini övmesi; rakip şairi ise aynı noktalardan yermesidir. Nakiza, şairi kendine ait üstünlükleri saydıktan sonra, hasmının ve kabilesinin ayıplarını ve eksiklerini mübalağalı bir şekilde dile getirir. Örnekleri Arap şiirinde görülen nakizalar - nazirelerden farklı olarak- çağdaş şairler arasında ve çoğu zaman irticalen söylenmişti.
Yani nakiza, şekilde müşterek, fikirde karşıt olarak yazılmış manzumelerin adıydı. Dini bir görüş veya inanca karşı çıkmak maksadıyla kaleme alınmış "reddiye"ler de bu noktada bir tür nakiza olarak düşünülebilir.
Reddiyelerdeki üslup
Reddiyelerdeki üslup incelendiğinde, en iyiyi bilme iddiasındaki şarihlerin diğer şarihleri küçümseyici yorumları hemen dikkati çeker. Öyle ki şarihler, birbirlerini eleştirirken "bilmemiş, gâfil imiş, nâkıs imiş, cahil imiş, galat söylemiş" gibi bilgisizliği vurgulayıcı ifadeler kullanmaktan çekinmezler. Her şarihin kendine has bir şerh yöntemi vardır, ancak şerh sırasında birtakım hususlara değinmemek de eksiklik olarak görülmüş, ret sebebi olmuştu.
İSLAMİYET'İN İLK ZAMANLARINDAN BERİDİR VAR
Arapça "redd" kökünden türetilmiş olan "reddiye", bir inanç ve düşünceye karşı çıkıp delil ve dayanaklarını çürütmek amacıyla kaleme alınan eserlerin genel adı.
İslam tarihinde Hz. Muhammed'in vefatından sonra Müslümanlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılıklarıyla başlayan reddiye yazma geleneği, mezhep ve fırkaların oluşumuyla yaygınlık kazanmıştı.
Böylelikle Müslümanlar bilhassa ilk dönemlerde İslâm dışı diğer dinlerle ilişki kurarken ya da onları anlama ve anlamlandırma sürecinde yoğun olarak polemik/ reddiye yöntemini kullanmışlardı. Özellikle kelamcılar tarafından kullanılan bu yöntemle muhatap alınan din, eleştirilip bu dinin hakikat iddialarının tamamıyla asılsız olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştı. Bu eleştirilere ise karşı taraftan gerek "savunmacı (apology)" eserler ve gerekse "reddiye (polemik)" benzeri eserlerle cevap verilmeye çalışılmıştı.
Divan şiirinde de bir şairin şiirinde öne sürdüğü görüşleri beyit beyit eleştirerek tam tersi düşünceleri savunan şiirler yazılmıştı. 17'nci yüzyıl şairi Niyâzî-i Mısrî'nin 16'ncı yüzyıl şairi Fuzûlî'nin bir gazeline cevap niteliğinde yazdığı şiiri bu duruma örnektir. Niyâzî-i Mısrî'nin gazeli, Fuzûlî'nin şiirine tam karşıtı düşünceler ileri sürmesi yönüyle bir tür reddiye niteliğinde nazire olarak değerlendirilebilir.
REDDİYE VE METİN ŞERHİ
Mana ve muhtevasını herkesin kolay anlayamayacağı bazı eserler, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla değin "metin şerhi" alanında kalem oynatan onlarca şarih tarafından ele alınarak şerh edilmişti.
Şerh metinleri, değerlendirilen eserlerin muhteva-biçim özelliklerinin yanı sıra hemen her kesimi ilgilendirecek kültürel malzemeler içeriyor. Şerhlerin, dikkat çekici bir diğer özelliği de edebî tartışmalara ev sahipliği yapmalarıdır. Zira klasik eserlere yazılmış bazı şerh metinlerinde açık bir "tenkit anlayışı" hâkimdir. Bu anlayışa sahip şarihler, diğer şarihlerin görüşlerine dair yorumda bulunmuş, bu yorumlar sırasında eksik yahut kusurlu gördükleri birtakım ifadeleri çürütmeye çalışmış, bu amaç doğrultusunda konuyla bağlantılı tenkit ifadeleri kullanmıştı. Bu ifadelere, şerh metinlerinin der-kenarında bazen şarih bazen de müstensihlerce yazılmış "redd-i…" şeklinde başlayan ibarelerden hareketle "reddiye" adını vermek mümkün.
ON ALTINCI YÜZYILDAN YİRMİNCİ YÜZYILA
Hemen her biri medrese tahsiline sahip donanımlı şarihler tarafından yazılan reddiyelerin, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan birçok örneği var. Reddiye örneklerinin en yoğun görüldüğü dönem 16. yüzyıldı. Bu yüzyılda, özellikle Gülistân , Bostân ve Divan-ı Hafız gibi klasik eserleri şerheden bazı şarihler, eksik yahut kusurlu buldukları yorumları tenkit ederken reddiyeler ileri sürer.
Bu şarihlerden Kefevî Hüseyin Efendi, 1601 yılında Mekke kadılığı yaparken tamamladığı Bostân-efrûz-ı Cinân der-Şerh-i Gülistân adlı eserinde Sudî, Sürurî, Şem'î, İbn Seyyid Ali ve Lamiî'yi çeşitli yönlerden tenkit eder. Bazen de adı geçen şarihlerden alıntı yapmak suretiyle ilmî bir anlayış gözetir.
17. ve 18. yüzyıl şerh örneklerinden hareketle, reddiye geleneğinin devam ettiğini söyleyebiliriz. Sebk-i Hindî şerhlerinin yaygın olduğu bu döneme ait şerhlerde, isim vermek suretiyle yapılan reddiye örneklerine rastlanır. Bu dönem şarihlerinin, şerhetmeye layık gördükleri şair Urfî-i Şirazî idi.
18. yüzyıl şarihlerinden Murtaza Trabzonî ise, Urfî'nin kasidelerine yazdığı şerh örneklerinde bazen diğer şarihlerin verdiği manaları beğenmediğini dile getirerek reddiye geleneğini devam ettirir. Şarih, Neşatî ve Nazîrî'nin, Urfî kasideleri üzerindeki birtakım yorumlarını gereksiz ve manasız bulup, bu tip şarihler yüzünden Urfî'nin şanına gölge düştüğünü söyleyecek kadar iddialıdır.
20. yüzyılda, Ahmed Avni Konuk'un, Sofyalı Bâlî Efendi'yi reddettiği görülür. İbnü'l-Arabî'nin Fusûsu'l-Hikem adlı meşhur eserini şerh eden Konuk, "Firavun'un İmanı" bahsinde hem kendisinden önceki şerhleri özetlemiş hem de kendi görüşlerini dile getirmişti. Bu konuda diğer şarihlerden Abdürrezzak Kâşânî, Davud-ı Kayserî, Yakup Han ve Abdullah Bosnevî'ye muhalif görüşler getiren Sofyavî Bâlî Abdullah Efendi'nin fikirlerini maddeler hâlinde özetleyip uzun uzadıya cevaplamaktan, netice itibarıyla reddetmekten geri durmamıştı.
Anlaşılacağı üzere, İslam geleneğinde dini bir görüşü reddetmek için müstakil bir eser hâlinde yazılan reddiyeler, şerh metinlerinde ise bir tenkit anlayışı içinde eleştiri ve düzeltme işlevi görüyor.
(Türk Şiirinde Nazire, Kemal YAVUZ; "Bir Münekkit Var Şarihten İçeri" Türk Şerh Edebiyatı'nda "Reddiye" Geleneği ve Sudî-i Bosnevî Örneği, Ozan YILMAZ)