Edebiyatımızın "öteki" yüzü: Taşra
"Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi, kaybettiniz (benim gibi)." Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanında geçen bu cümle, taşraya dair pek çok duygunun kısaca anlatımı gibidir. Taşra algısı, edebiyatımızda dönemlere ve yazarlara göre farklılık göstermiştir. Edebi eserlerde kimi yazarlar ideolojik kaygıyla bozuk olarak gördükleri taşrayı düzeltmeyi kendilerine bir görev edinmişler, kimileri "merkez"in dışında kalan taşralı bireylerin psikolojik durumlarını konu edinmişler, kimi yazarlar ise taşrayı sanatlarının en büyük ilhamı olarak görmüşlerdir. Gelin, geçmişten günümüze her dönemin mevzusu olan taşraya edebiyat üzerinden bakalım…
TAŞRA NEDİR: SAHİCİLİK Mİ KENARDA KALMIŞLIK MI?
📌Ne tam anlamıyla kentli ne de köylü olabilmenin bir hikayesi olan taşraya ait tanımlamalar da aynı ikilemler arasında gidip gelir. Saflık mı samimiyet mi? Sahicilik mi kenarda kalmışlık mı? Sükunet mi yoksa darlık ve tekdüzelik mi? Taşrayı hangi vasıflar ve kalıpların içerisine sokabiliriz? Sözlükler taşrayı "dışarlık" ve "bir ülkenin başkenti ya da en önemli kentleri dışındaki yerlerin tümü" gibi anlamlarla mekanlar üzerinden bir tanımlaya tabi tutar.
➡Osmanlı'da İstanbul harici her yer taşra olarak kabul edilirken Cumhuriyet devrinde de bu durumun değiştiği söylenemez. Taşraya "merkez" üzerinden bir tanımlama getiriliyorsa o halde taşra konuşulduğunda yine konuşulan "merkez"in ta kendisidir.