215 yıl önce 1453 panorama
İrlandalı ressam Henry Aston Barker birçok şehrin panoramik resmini çizdi ama onu zirveye tabi ki İstanbul taşıdı.
İrlanda kökenli ressam Robert Barker (1739-1806) yunanca "pan" (tüm) ve "orama" (görüntü) kelimelerini kullanarak adlandırdığı görünüm tekniğinin fikir babasıdır. Baker 1793 yılında 360 derecelik yüzeyi olan silindirik bir perde üzerinde ard arda sıralanan çeşitli şehir görüntüleri sergileyen "panorama" gösteri türünü yaratmıştı. Daha 1787 yılından beri geniş açılı görüntüler yaratarak ilk baştaki fikrine biçim vermiş, bunun için ise «La Nature à Coup d' Oeil» (= bir bakışta doğa) fransızca terimini kullanmıştı. Mekânı duyarlı ve pitoresk bir biçimde görüntüleyen bu yeni teknik toplumun varlıklı kesimlerinde büyük rağbet görmüştü. Söz konusu "panorama"lar için ilk bina, rotonda biçiminde (dairesel), Londra'nın Leicester Square meydanı ve daha sonra Strand civarında inşa edilmişti.
İrlandalı ressam Henry Aston Barker hakkında Türkiye Gazetesi'nden İrfan Özfatura bir yazı kaleme alarak, panoramalarının özelliklerinden bahsediyor.
Şimdiki cep telefonları ile panorama çekmekte ne var? Basıyorsunuz düğmesine dönüyorsunuz tamam. Hızlı olmuş, yavaş olmuş fark etmiyor, bilgisayar nasıl olsa kareleri birbirine ekliyor.
Eskiden bu iş fotoğraf makineleri ile yapılırdı ama oynar boyunlu bir sehpanız olmalıydı ki ekseniniz kaymaya. Tebeşirle çize çize negatifleri çeker, kartlara basıp birleştirirdik kese yapıştıra.
Derken makineler dijital çekmeye, sayfalar bilgisayarla tertiplenmeye başladı, artık resimleri dilediğiniz gibi dizebiliyordunuz yan yana.
Kameramanların resmin tamamını almak için yaptıkları ufki hareketi hatırlayın. Ne diyorlar "pan." İşte Pan-Orama da oradan geliyor. Orama görüntü oluyor, bu arada.
Bu sanatı ilk defa Robert Baker adlı bir aklı evvel sarıyor başımıza. Adam çıkıyor hâkim bir mevziye döne döne resimler yapıyor.
SİLİNDİRİN ORTASINDA
Bunları büyütüyor ve Londra Leicester Square'da bizim Panorama 1453'ü andıran bir mekânda sergiliyor.
Seyircileri uzun, ince bir koridordan geçirip dış dünya ile irtibatını koparıyor, yuvarlak binanın (çapı 27,5 metre) içine alıyor. Kendinizi merkezde farz ediyorsunuz, fikir sahibi oluyorsunuz sunulan şehir hakkında. Henüz sinema yok, bu şölen heyecan uyandırıyor insanlarda.
Duhuliye mi? Sadece üç şilin, paso maso geçmiyor. Kendisi İrlandalı ama Fransızca «La Nature à Coup d'Oeil» diyor panaromalarına.
Barker sahnelerin tesirini artırmak için tuvallerin sınırlarını gizliyor, ne bileyim bulutlara yediriyor mesela.
Oğlu Henry Aston da yardımcı oluyor, zeki bir çocuk, eli de yakışıyor. Düşünün Calton Hill rasathanesinin tepesinden Edinburgh'u çizmeye başladığında 12 yaşındadır daha. Birkaç yıl sonra Albion Mills'den Londra manzarasını çizecek, üstelik oymalar yaparak üçüncü boyut kazandıracaktır tablosuna.
Henry bir süre Royal Academy'ye devam ediyor, ölçü, oran, renk, perspektif, ışık gölge vs… Profesyonellik için ihtiyaç duyuyor bunlara.
Babası ölünce arkadaşı R. Burford'la devam ediyor yoluna.
RÜYASI İSTANBUL
Mesleği gereği çok geziyor, silüeti çekici şehirler arıyor. İstanbul eskiden beri gönlünde ama bu tılsımlı şehri çizmek için acele etmiyor. Çünkü o bir "şah-eser olacak, yıllarca konuşulacak"
Evet, buna inanıyor. Dersaadeti ilk gördüğünde "işte bu" diyor, beklediğini fazlasıyla buluyor.
Osmanlılar müsamahakâr davranıyor, Galata Kulesi'nde çalışmasına müsaade ediyorlar. Muhtemelen kule yangın gözetlemek için kullanılıyor o yıllarda.
Henry'nin elinde 57x58 santimlik kâğıtları var, ölçüyor biçiyor ve tablolarını 45 derecelik açılarla sınırlandırmayı münasip buluyor. 360 derecelik panaroma için 8 tablo yapması lazım. Yapıyor da.
Topkapı Sarayı, sahil sarayları, surlar, Ayasofya ve Sultanahmet Camileri, Karaköy, Kasımpaşa, Galata, Arap Camii, Azakkapı, karşıda Unkapanı, Valens Kemerleri, Fatih Camii, Balat, Edirnekapı, Mihrimah Sultan, tersanedeki kalyonlar… Eyyûb Sultan'dan ötesi kır bayır, Okmeydanı hakikaten ok meydanı ger yayını gitsin kimseye değecek hâli yok nasıl olsa. Resimden anlaşıldığına göre bugün eğlence dünyasının merkezi olan Beyoğlu tekke, zaviye ve kabristanları ile öne çıkıyor.
Beşiktaş'a bakıyoruz, akaretler yapılmamış henüz ve hayli boş arsa var. Tophane ve Seydi Ali Reis Camii uzaktan da belli oluyor. Ve dönüp geliyoruz yine Karaköy'e. Limanın haraketli olduğu ortada.
İşte o 5 küsur metrelik sulu boya çalışma bugün Beşiktaş'taki deniz müzesinde bulunuyor. Ve otoriteler tarafından "dünyanın en iyi panoraması" olarak kabul ediliyor.
DUVAR GİYDİRİYOR
Henry, çizimlerini tamamlayıp Londra'ya dönüyor, resimlerini 15 misli büyütüp 900 metrekarelik duvara geriyor. Farz edin ki, Galata Kulesi'ne siz tırmandınız, siz çıktınız balkona. Üst salonda sergilenen ikinci panorama ise Kız Kulesi'nden çizilmiş, diğerini tamamlıyor. Bu da az değil hani, 250 metrekare alan kaplıyor.
Henry 45 mekânı numaralandırıyor ki aralarında Divan, Yalı Köşkü, Babıali, Yeni Cami, Çemberlitaş, Valide Han, Eski Saray, Yedikule, Mevlevihane, İsveç ve İngiliz sarayları, Galatasaray, Topçu Kışlası, Kız Kulesi, Prens Adaları, Lord Elgin'in Yalısı, Galata Mezarlığı ve karlı zirvesi ile Uludağ bulunuyor.
Boğaz'a açılan saltanat konvoyu, hu çeken dervişler, cenaze merasimleri, hamamlar, mezarlıklar, minare ve ezana dair sahneleri ince ince işliyor, kıyafetlere ihtimam gösteriyor bilhassa.
Gezenler hayran kalıyor; böyle bir şehir olabilir mi ya? Asya ile Avrupa kucak kucağa.
Artık sosyete arasında İstanbul konuşuluyor, seyahat programlarına Asitane de ilave ediliyor.
Sonra Venedik'e gidiyor oradan Elbe Adası ve Malta.
FIRÇASINDAN KAN DAMLIYOR
Derken efendim savaş ressamlığı diye bir meslek revaç buluyor, devrin muharebeleri kanlı malum, unutulmaz acılar yaşanıyor. İnsanlar topçuyu, piyadeyi, süvariyi her şeyi ama her şeyi merak ediyor. O anki zemin, yağış, bulut, hava, topoğrafya…
Klasik çizerler dikkatlerini tek sahneye teksif edip sınırlı parçalar sunarken, Henry panorama mantığı ile çalışıyor, en uçtan, en yakına her noktayı işliyor.
İşte Waterloo tablosu onlardan biri, Braine La Leude köyünden başlıyor, kilise, yel değirmeni derken Soigne Ormanlarına doğru uzanıyor.
Savaşın geçtiği alanı bizzat geziyor, Napolyon'un gece yattığı yerden tutun, adını verdiği kayalıklara, harita yaydığı masadan, emirler yağdırdığı platforma…
Sonra bulabildiği muharipleri ziyaret ediyor, konuşturuyor, ayaküstü eskizler karalıyor. Mesela sıhhiye yaralılara nasıl müdahale etti acaba? Sadece İngiliz subayları ile de kalmıyor, cephenin öbür yanını gösterebilmek için üşenmeyip Paris'e gidiyor.
Cuirassiers'lerin (Fransız zırhlı süvarileri) miğferleri, kalkanları, mızrakları, koşum takımları resme zenginlik katıyor. Bu arada bir sürü hatıra dinliyor, onlarla alakalı ipuçları bırakıyor sağa sola. Mesela tablo 7'deki içki şişesi dikkatli gözlerden kaçmıyor.
Ne demişler sen işini iyi yap, para gelir nasıl olsa. Nitekim bu tablodan 10 bin paunt kazanıyor, sterlinin sterlin olduğu yıllarda.
Son panoramasında da Kral 4. George'un taç giyme merasimini canlandırıyor (1822). Alıcısı belli zaten, umduğunu buluyor fazlasıyla.
1826'dan sonra tezgâhı John ve Robert Burford'a devrediyor, Bristol yakınlarında bir kır evine çekiliyor.