“Dönüp içimize bakmıyoruz!”
Usta yönetmen Semih Kaplanoğlu'nun Bal filmi ile Altın Ayı almasının üzerinden yedi yıl geçti. Yedi yılın sonunda da Buğday geldi. Amerika, Avrupa ve Türkiye'de çekilen filmi görünce böylesi bir film için yedi yılın çok da uzun olmadığını anlıyorsunuz.
Yakın ve belirsiz bir gelecekte geçen Buğday'da ani bir iklim değişimi sonrası, sınırların yeniden kurulduğu, dünyayı bir şirketin yönettiği, göçmen halkların manyetik kalkanlarla korunan şehirlere kabul edilmek için kamplarda bekletildiği, genetiğiyle oynanmış tohumların sürdürülebilirliği konusunda bir kaosun yaşandığı bir dünyadan sesleniyor Kaplanoğlu.
İşte böylesi bir dünyada, parlak kariyerini ve şehri terk edip modern hayata sırtını dönen Cemil'le, tohum genetiği uzmanı Profesör Erol Erin bir yolculuğa çıkıyorlar.
Bu yolculuk manevi bir yolculuğa dönüşüyor Erol için. Kuran'da geçen Hz. Hızır ile Hz. Musa'nın yolculuğunun anlatıldığı kıssadan ilham alan bir yolculuk bu.
Semih Kaplanoğlu, bu yolculukta içimizdeki insan parçacığını görmeye davet ediyor seyirciyi. Bilginin nasıl parçalandığını ve kategorileştirildiğini anlatıyor. Asıl problemlerin insanın kendi içine, ruhuna bakmamakla başladığını ima ediyor.
Dünya prömiyerini Saraybosna Film Festivali'nde yapan, Tokyo Film Festivali'nde En İyi Film seçilen Buğday 24 Kasım'da vizyona girecek. Kaplanoğlu Buğday'ı, filmin ilham kaynaklarını, günümüz dünyasına ilişkin kaygı ve düşüncelerini anlattı.
BAL İLE DÜNYAYI DOLAŞTIM
Film karanlık bir dünyayı tarifliyor. Nereden çıktı bu dünya diyeceğim ama aslında içinde bulunduğumuz dünya değil mi bu?
2010'dan sonra Bal'ın gösterimleri nedeniyle, Avrupa, ABD, Hindistan, Asya'daki ülkeler derken dünyayı epey bir turladım. Bu gezilerimde çok şey gördüm. Bir kere herkes iklim değişikliği nedeniyle oluşan çevresel yıkımlardan şikâyetçiydi. Mesela Kerala'da hibrit tohumlar alıp sonra bu tohumlardan ürün elde edemeyince zora düşen ve intihar eden 10 bin çiftçiden bahsediliyordu. 10 bin çiftçi... Diğer yandan göçmenler ciddi bir sorun olarak ortaya çıkıyordu. Henüz Suriye savaşı nedeniyle yaşanan göçmen sorunu başlamamıştı. Ama Afrika'daki ve Libya'daki savaşlar nedeniyle Avrupa'ya gitmeye çalışan insanların dramına tanık oldum, İspanya'da, İtalya'da Yunanistan'da sokaklarda yaşayan mültecileri gördüm. O dönem bir de hacca gittim. Orada da farklı yerlerden gelen insanlarla konuştum. İklim değişikliği, açlık, savaşlar... Hiç kimse dünyanın gidişatından memnun değildi. İçimize dönüp bakmıyoruz.
Bu gözlemler filme nasıl ilham verdi?
Şunu fark ettim aslında: Dünyada türler, diller, kültürler yok oluyordu. Küreselleşme denilen şey her alanda devreye girmiş. Mesele sadece McDonalds meselesi değil şehirler birbirine benziyor, herkes belli bir kalıptan çıkmış gibi duran beğeniler üzerinden hareket ediyor ve tek tipleşme almış başını gidiyordu. Yani sanki dizayn edilmiş bir dünyada yaşıyorduk. Ve birileri bu dünyanın tam da ortasında yaşarken, birileri de dışlanıyordu. Ama o dışlananlar da o dünyanın içine girmeye çalışıyordu. Aslında bütün bu yaşananlardan insanlar olarak biz sorumluyuz. Fakat sanki sorumlusu değilmişiz gibi davranıyoruz. Hâlâ aşırı tüketiyoruz, aynı şekilde yaşamaya devam ediyoruz. Ve bunlar olurken kendi içimize dönüp bakmıyoruz.
İNSAN TENDEN İBARET DEĞİL
Buğday bu anlamda "Dönüp bir içimize bakalım" diyor. Peki, içimiz ne durumda?
Asıl sorun da orada bence. Gördüğüm kadarıyla insan olmanın vasıflarına dair temel bir dönüşüm var. İnsana dair her şeyin kontrol edilebileceği düşünülüyor. Bu düşünce insanın sadece bir tenden, bir vücuttan hatta bir cesetten meydana geldiğini imliyor. Hâlbuki insan yaratılmışların en şereflisidir. İnsanın sahip olduğu ruhu tekamül eder ve insan daha mükemmel bir canlı olma hissiyatıyla doğar. Vicdan, suçluluk duygusu, adalet duygumuz... Bunlar bize sürekli yaradılışımızdaki özellikleri hatırlatır. Bunun için vicdan azabı çekeriz, suçluluk duygusu hissederiz, adil olmaya çalışırız. Bunlar insana verilmiş şeylerdir.
Filmde kullanılan 'insan parçacığı' tanımı bununla ilgili sanırım.
Evet, insanın yaradılışındaki özelliklerini anlatmak istedim.
Peki, adalet, vicdan hep aranılan pek bulunamayan şeyler günümüzde. Bunlar içimizde var ise yanlış yerde mi arıyoruz?
Kendimizi ne kadar tanıyoruz, yaradılışımız üzerine ne kadar tefekkür ediyoruz, ilişkilerimizde, hayatımızda bunlarla ne kadar yüzleşiyoruz? Felsefe bile bugün bu tür sorular üzerine yorum yapmıyor. Felsefe bir tür bilim felsefesine dönüşmüş durumda. İnsan, üzerinde deney yapılan bir varlık gibi görülüyor. Şu kesin: fıtratımıza, kendimize zarar verdikçe dışımıza da zarar veriyoruz. Biz, yaratılmış canlılarla aynı hamurdan geldiğimizi unuttuk. Her şeyin sahibi gibi davranıyoruz. Böyle olduğu için de kendimizdeki insan parçacığını göremiyor, geliştiremiyoruz. Dolayısıyla içimize baksak zaten kendimize gelir, ne çevreye ne birbirimize ne dünyaya zarar veririz. Yani yaşanılanların sorumlusu biziz, başkası değil.
BİLGİ BİR BÜTÜNDÜR
Filmde bilimsel olanla olmayan bilgi karşı karşıya geliyor. Bilimsel bilgi güvenilirdir ama siz metafizik bilgi de önemlidir diyorsunuz.
Bana göre bilgi denilen şey bir bütün. Biz onu bilimsel bilgi, metafiziksel bilgi diye parçalıyoruz. Şimdi her şeye sadece bilimsel bilgi gözüyle bakınca karşımızdaki canlının ruhu, özü yokmuş gibi algılıyor, onu bir tür robot gibi görüyoruz. Oysa her nesnenin, canlının bir yaradılış hikmeti, hakikati var. Şimdi bu hakikati görmezden gelince bir ayrıştırma ve parçalama başlıyor. Bu da bütünü görmemize engel oluyor. Bilincimiz körleşmeye başlıyor. Bunun için insanı da, doğayı da kolay yok edebiliyor, ayrımcılık yapıyor, her şeyi yargılıyoruz, kimi ırkları öne çıkarıyoruz.
Filmde "Buğdayın ortasındaki çizgi her şeyi hem ikiye böler hem de birleştirir" diyor.
Bütünü görmemiz lazım. Sonuçta bir bütünün bir yerinden bakarsanız sadece bir bölümünü görürsünüz. Diğer bölümünü göremezsiniz.
DİSTOPYAYI YAŞIYORUZ
Peki, insanlık çizdiğiniz karamsar tablonun farkında mı?
Kendi içimize bakmıyoruz. Dolayısıyla kendimize ve kendimizden başlayarak çevremize verdiğimiz zararın farkında değiliz. İngiltere'de filmin gösterimine Avustralya'da yaşayan bir İngiliz çiftçi kadın gelmiş. Filmden sonraki soru cevap bölümünde söz aldı ve bir konuşma yapmak istediğini söyledi. Salondakilere döndü ve "Affedersiniz ama hayvan gibi yaşıyorsunuz. Yiyorsunuz, içiyorsunuz, tüketiyorsunuz. Oysa toprağın artık ürün vermediğini bilmiyorsunuz. O kadar çok yağış oluyor ki artık ürün çıkmıyor topraklardan. Dünyada bir yılda üretilen gıdalar insanlığa sadece dört ay yetiyor. Ondan sonra yedikleriniz o fakir, mülteci diye hor görülen insanların rızkı. İşte bu film bunu anlatıyor. İbret alın" dedi.
Ya Türkiye'de?
Bizde de durum pek farklı değil. Niğde'de filmi çekerken elma bahçeleri gördüm. Hibrit tohumdan üretilmiş ağaçlar. Ağaçlarda yapraktan çok elma var. Ama ortalık da sessiz. Çiftçiye sordum "Nasıl memnun musun?" diye, "Bir tek kuşlar gitti onun dışında ne böcek kaldı ne başka bir şey" dedi. "Böcek olmayınca kuş gelmez zaten" dedim. Ama tuhaf bir durum var ortada. Sessiz garip bir dünya, dev gibi elmalar, aynı boyda. Niğde'nin bir köyünde bir distopyanın içinde hissettim kendimi. Yani savaşıyla, göçmen sorunuyla, iklim değişimiyle, çevre felaketleriyle bir medeniyet fikrinin distopyasını yaşıyoruz.
Hangi medeniyetin distopyası bu?
Endüstriyel medeniyetin distopyası. Ama zaten medeniyetler çökerler, yerine yenileri gelir. Hiçbir şey kalıcı olamaz.
SANAT VE DİNİN TEMEL BİR İLİŞKİSİ VAR
Buğday'da inanç meselesi sinemanızda daha da öne çıkıyor. Sanat ve inanç ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?
Sanat ve dinin temel bir ilişkisi vardır. Çünkü ikisi de insanın varoluşuna dair bir bakış getirir. Mesela Rönenas'a bakalım. Dini bir temelin üzerine kuruludur. Ayrıca zaten bunların yan yana gelmemesi diye bir şey olamaz. Şimdi de yan yanalar. Ama temeli olmayan bir metafizikle karşımıza çıkıyorlar. Temeli olmadığı için de şiddetle, seksle, tüketimle yani insanın negatif maneviyatıyla ilişkilendirilerek ortaya çıkıyor. Maneviyatı, metafiziği olmayan hiçbir şey olamaz diye düşünüyorum. Önemli olan o maneviyatı nereye bağlandığı. Şimdilerde belli bir materyalist, iktidar ve güce bağlanıyor. Bu da şiddet, seks ve tüketim olarak karşımıza çıkıyor. Ya da dine, her şeyi yaradana bağlarsın. Din deyince tek bir dinden bahsetmiyorum. Din olgusundan bahsediyorum. Bunun insanlık tarihinde bir geleneği var. Bu gelenek önemli. İnsanı kozmik anlamda var eden ve insandan ortaya çıkan her şeyin kaynağına dönüp bakmamız gerekiyor. Sonuçta ben de o kaynaktan besleniyorum, oradan filmler üretmeye çalışıyorum.
HIZIR FİGÜRÜNÜN HIRİSTİYANLARDA KARŞILIĞI VAR
Buğday'da Hz. Hızır ve Hz Musa kıssasını kullanıyorsunuz. Nasıl tepkiler geliyor?
Kuran'da geçen bu kıssa aslında Hz. Musa'nın her şeyi bildiğini sanmasıyla ilgilidir. Bir gün ona vahiy gelir, senden daha fazla bir şeyleri bilen biri var diye. O da gider Hz. Hızır'ı bulur... Bu kıssanın çeşitli tefsirleri var. Ben İbn Arabi tefsirine bağlı kaldım. İlginçtir Hızır figürünün Hıristiyanlarda Aziz George olarak bir karşılığı var. Yahudilerin inancında da var bu kıssanın karşılığı. Belki global dünya bizi birleştirmiyor ama insanın varoluşuna dair kadim kültürel meseleler birbirimizle ilişki kurmamızı kolaylaştırıyor. Farklı inanışlarda olan ama filmi izleyenler mesela bu kıssayı anladılar.
TRENDLERE YÜZ VEREN BİRİ DEĞİLİM
Bal Berlin'de Altın Ayı aldınız. Yumurta Cannes'da gösterildi, Süt Venedik'te yarıştı. Açıkçası Buğday'ı Cannes, Berlin ya da Venedik'te açmanızı bekliyordum. Acaba bu büyük festivallerin filmi kabul etmemesinde politik bir sebep mi var?
İnsanlarda böyle bir düşünce oldu. Açıkçası bende de böyle bir düşünce oldu. Ama bilemedim neden alınmadığını. Film, anlattığı meselelerle kimilerini rahatsız etmiş olabilir. Ama sonuçta film yapıp gönderiyoruz, alırlarsa alırlar, almazlarsa da dünyanın sonu değil. Fakat şunu net bir şekilde görüyorum. Son yıllarda bu tür büyük festivallerin yarışmalı bölümünde sinema sanatı adına çıta düştü. Bizim yetiştiğimiz dönemdeki gibi, sinemayı var eden meseleler anlamında kadim sinemayı bu festivaller bir değer olarak görmüyor artık. Daha çok belli formül üzerine çekilmiş filmleri tercih ediyorlar. Bir trend galiba bu. Ben de öyle trendlere yüz veren bir sinemacı değilim.
15 TEMMUZ HAYATIMIZI DEĞİŞTİREN BİR OLAY
Süt ve Bal zamanı konuştuğumuzda "Anadolu'yu dolaştığım zaman bir enerji hissediyorum" demiştiniz. Şimdi bu enerji neye evrildi?
O değişimin kalıcı ve de sürdürebilir bir ruh hali olduğunu 15 Temmuz'da gördüm. 15 Temmuz'da halkın Türkiye'ye, seçilmişlere, parlamentosuna sahip çıkması işte o gördüğüm enerjinin tezahürü. Şimdi Türkiye'nin hemen yanı başında Suriye'de bir savaş yaşanıyor. Ortadoğu'da bir sürü olay oluyor. İşte 15 Temmuz'da Türkiye'ye sahip çıkan o ruh hali biraz da ülkemizde de birtakım olayların yaşanmamasının önüne geçiyor diye düşünüyorum.
Bir milat mı 15 Temmuz?
15 Temmuz tüm dengeleri, hayatımızı değiştiren önemli bir olay. Bir halkın kendini ifade ettiği bir nokta olduğunu düşünüyorum. Bunun ne kadar farkındayız bilemiyorum. Ama durum bu.
Filmi yapılır mı?
Yapılamaz. Tanklar yürüdü, insanlar tankları durdurdu. Darbe girişimi engellendi. Şimdi bunu tekrar canlandırmak hamaset olur. Çünkü ne yaparsanız yapın o, yaşanan gerçeğin gölgesinde kalacaktır. Ancak birtakım hikâyeler anlatılabilir 15 Temmuz'a bağlanan.
ANLAŞILMA DERDİ BİR TUZAK
Küreselleşme bizi tek tipleştiriyor. Bu durum sanatı, sinemayı nasıl etkiliyor?
Dünyayı çevreleyen kültürel normlar, global ölçüler var. İşte bu normlar aslında sanatı da ortadan kaldırıyor. Niye Antonioni, Ozu, Fellini gibi büyük sinemacılar veya büyük edebiyatçılar çıkmıyor artık? Bunu çok düşünüyorum.
Niye?
Küreselleşme her şeyi törpülüyor, yaratıcılığı da törpülüyor. Bir anlaşılma derdi öne çıkıyor. Seni birileri anlasın diye uğraşıyorsun. Bu çabaya düştüğün an iş enformatik bir hal alıyor ve sanat yapma güdüsü geri plana düşüyor. Yani bu bir tuzak sanatçı için. Üç dört yıldır çeşitli vesilelerle genç yönetmenlerin filmlerini sıkça izliyorum. Özellikle Avrupa periferisinden gelen filmlerin yüzde 99'u birbirinin aynı. Bir Gürcistanlı ile Hırvatın, Arnavutun filmi birbirinin aynı olabilir mi? Aynı oluyor. Çok şaşırıyorum.
BİRLEŞİK AVRUPA HAYALİ ÇÖKTÜ
Küreselleşme hoyrat bir şekilde her şeyi yontmaya devam ediyor mu?
Gördüğüm bir şey var. Şu anda kendi toprağını, kendini var eden değerleri, yeniden keşfetme süreci yaşanıyor. Bunu kaba milliyetçilikle ya da birtakım klişelerle açıklamak çok da doğru değil. Ayrıca sadece bizde değil dünyanın başka yerlerinde de var bu durum. Bence bir kabuk değişiyor.
Yani bir uyanış var?
Evet var. Kendi dilini kendi kültürünü keşfetmek, kendi sözünü söylemek anlamında dünyada bir farkındalık var.
Sizce Avrupa'nın birleşme hayali çöktü mü?
Avrupa'nın birleşebilir olduğunun kanıtı kültürel işbirliklerinde ortaya çıkıyordu. Artık bu işbirliklerinde bile bir ortaklaşma yaşanmıyor. Şimdi birleşik Avrupa hayali bu organizasyonlarda yaşamıyorsa diğer alanlarda zaten çökmüştür.
Filmi İngilizce çekmenizin nedeni nedir?
İngilizce film çekeyim diye filmin dili İngilizce olmadı. Hikâye bunu gerektirdiği için İngilizce çektim. Şimdi küreselleşme denilen olgu dünyayı mahvediyor. Herkesi tek tipleştiriyor, şehirleri, insanları, kültürleri... Herkesin kültürel farklılıklarını, değerlerini tırpanlıyor, dilleri yok ediyor, seni kendine benzetiyor. Mesela bu küreselleşme süreci tek dili, İngilizceyi öne çıkarıyor. Peki, o tek dil üzerinden anlaşabiliyor muyuz? Hayır. Film bunu da anlatıyor biraz.
SABAH