Allah’ın kuluna emanet ettiği sır 'fakr'
Fakr kelimesi, insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlardan yoksun olması veya kendisini her zaman Allah’a muhtaç bilmesi anlamında kullanılan bir tasavvuf terimidir. Fakr, Allah’ın kuluna emanet ettiği bir sırdır. Fakr, kendinde bir varlık görmemek, her şeyi Hakk’a irca etmek, insanın şahsının, amelinin, halinin Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olduğunu kabul etmesidir…
Kişinin kendisini her zaman Allah'a muhtaç bilmesi anlamında kullanılan tasavvuf terimi fakr, Kur'ân-ı Kerîm'de bir âyette (el-Bakara 2/268), fakîr ve bunun çoğulu olan fukarâ da on iki âyette geçer (örn; Âl-i İmran 3/181; en-Nisâ 4/6; et-Tevbe 9/60). Fakîr ile yakın anlamda kullanılan miskin ve çoğulu mesâkîn ile bâis ve mahrum gibi kelimeler de çeşitli âyetlerde geçmektedir. Hadis mecmualarında da Hz. Peygamber'in fakirliğe ve fakirlere dair birçok açıklamasına yer verilmiştir.
FAKR NEDİR?
Fakr terimi sözlükte maddi ve manevi bakımdan muhtaçlık, fakirlik, yoksulluk gibi anlamlara gelip, çoğulu "fukur"dur. Istılah'ta ise fakr, kişinin mevhum olan varlığından kurtulması ve fenafillaha mazhar olmaktır. Fakir, dünya malından yüz çevirerek varoluşunun sırrını soruşturan kişidir. Fakr, kendinde bir varlık görmemek, her şeyi Hakk'a irca etmek, insanın şahsının, amelinin, halinin Cenab-ı Hakk'ın bir lutfu olduğunu kabul etmesi, dünya malına (masivaya) bağlanmaması, her şeyin tasarrufunun Allah'ın kudret elinde olduğunu yaşamasıdır.
Fakr, klasik tasavvuf kaynaklarında "zühd" gibi zaman zaman tasavvuf kelimesiyle eşanlamlı, bazen de onun yerine kullanılan bir kavramdır. Kur'an ve hadislerde geçen "Fakr" kavramının iki ayrı anlamda kullanıldığı görülür. Bunlardan biri "suret fakirliği" de denilen "maddî fakirlik", diğeri ise "manevî fakirlik"tir
MADDÎ VEYA MANEVÎ ANLAMDA FAKR
Kur'an'da yer alan fakirlikle ilgili kelimeler maddî veya manevî ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Manevî mânada bütün insanlar fakir ve Allah'a muhtaç olup zengin olan yalnız Allah'tır. Hadislerde fakirlik konusu daha geniş olarak ele alınmıştır. Hz. Peygamber fakirliğin tabii olarak korkulan ve istenmeyen bir durum olduğuna işaret eder. Bizzat kendisi fakirlik fitnesinin şerrinden Allah'a sığınmış, çevresindekilere de şu tavsiyede bulunmuştur: "Fakirlikten, kıtlıktan, zilletten, kötülük etmekten ve ve kötülüğe uğramaktan Allah'a sığının."
Bununla birlikte Resûl-i Ekrem o günün güç şartları içinde yoksulluk sıkıntısı çekenlere sabır ve metanet tavsiye etmiş, iffetli ve onurlu yoksulları âhirette nail olacakları üstün nimetlerin müjdeleriyle sevindirmiştir. Bu hadislerde fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceği, cennet ehlinin çoğunu dünyada fakirlik sıkıntısı çekenlerin oluşturacağı haber verilmiştir. Hz. Peygamber insanlar hakkında fakirlikten çok, zengin olup da benlik ve çıkar kavgalarına girişenlerden kaygılandığını, geçmişteki bazı toplumların bu yüzden yıkılıp gittiğini ifade etmiştir.
Maddî fakirlik veya suret fakirliği, ihtiyaç duyulan mala ve eşyaya malik ve sahip olmamak demektir. Kur'an'daki: "Ganimet malları, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir" ayeti ve benzer ayetlerde anlatılan fakrdır. Bu anlamdaki fakirlik hadislerde de: "Fakr, insanı nerede ise küfre düşürecekti." "Fakirlik, iki cihanda yüzkarasıdır." ifadeleriyle anlatılmakta ve bu manada gönle sıkıntı veren fakirliğin makbul olmadığı ifade buyrulmaktadır. (Ebu'l-Hasan Harakani'de Fakr Kavramı, 21. Yüzyılda Eğitim Ve Toplum Eğitim Bilimleri Ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl 2013, Cilt 2, Sayı 5, Hamza Üzüm)
FAKR İLE SABIR
İlk dönem âbid ve zâhidleri fakirliği dinî kurtuluş için daha ihtiyatlı bir yol kabul etmekle birlikte zenginliği de kötülememişlerdir. Ancak zamanla fakrı aşırı derecede öven ve zenginliği yeren bazı zümreler ortaya çıkmıştır. Bu şekilde fakr ile sabır, zenginlikle şükür arasında bir bağ kurularak sabırlı fakirin şükreden zenginden daha faziletli olduğu ileri sürülmüştür. Fakat bunun aksini savunan sûfiler de olmuştur. Maddî anlamdaki fakrın zenginlikten üstün olduğu görüşünü benimseyen ilk sûfîler insanın Allah'a muhtaç olduğunun idrakinde olmasının mı (fakr ilallah), yoksa manevî zenginliğin mi (istiğna billâh) daha üstün olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Yahya b. Muâz er-Râzî, Ahmed b. Ebü'l-Havârî, Haris el-Muhâsibî. Ebü'l-Abbas İbn Atâ, Ruveym, Ebü'l-Hasan b. Şem'ûn ve Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr gibi büyük sûfîler, manevî zenginliğin kendini Allah'a karşı muhtaç bilme halinden daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre zenginlik Allah'ın sıfatı olduğundan kulun sıfatı olan fakrdan daha üstündür.
GERÇEK FAKİR HALİNDEN ŞİKÂYET ETMEZ
Fakr Allah'ın kuluna emanet ettiği bir sırdır; kul dilencilik yaparak bu ilâhî sırrı ifşa etmemelidir. Fakir almaktan çok vermeyi sevmeli, İbrâhim b. Edhem gibi el emeği ve alın teriyle geçinmeli, kazandığı malı da elinde tutmamalıdır. Gerçek fakir halinden şikâyet etmez, yoksulluğa razı olur, hatta ondan hoşlanır, fakir olduğu için Allah'a şükreder, böylece huyu ve davranışları güzelleşir. Kimseden bir şey istemez, bir beklentisi olmaz. Fakir olduğu için yakınmaz, sızlanmaz, hatta zenginmiş gibi görünmeye çalışır.
Zengin nasıl zenginliği nimet bilir ve onu korursa gerçek fakir de fakrı ilâhî bir lütuf olarak görür ve onu korur. Nitekim bundan dolayı fakr, "fakr halinin sona ermesinden korkmaktır" diye tarif edilmiştir.
FAKRIN İKİ YOLU
Sûfîler genellikle fakrı ikiye ayırırlar. Maddî varlığa sahip olmamak anlamındaki fakra şeklî (zāhirî) fakr derler. Fakir bir şeye sahip olmadığı gibi sahip olmayı da istemez. Rüyasında Muhammed b. Vâsî'nin Mâlik b. Dînâr'dan biraz daha önce cennete girdiğini gören bir sûfî bunun sebebini birincisinin bir, ikincisinin iki gömleği oluşuyla açıklamıştır. Bu anlamda fakire "ehl-i tecrîd" ve "ehl-i terk" de denir.
Tasavvufun sonraki dönemlerinde gerçek (batınî) fakr daha çok önem kazanmış, bunun yeni ve değişik yorumları yapılmıştır. Meselâ İbn Hafîf kötü huyları bırakıp iyi huy edinmeyi fakr saymıştı…
Sûfîler daha sonraki devirlerde fakr anlayışını fenâ ve kulluk anlayışıyla birleştirmişlerdir. Buna göre Allah mevlâ (rab), insan onun kuludur; kulun sahip olduğu her şey mevlâsına aittir. Şu halde iyi bir kul mevlâsı karşısında hiçbir şeye sahip olmadığını yani fakir olduğunu idrak eder. Kul kendi varlığının gerçek sahibinin de mevlâsı olduğunun şuuruna varınca fenâ mertebesine ulaşır. Fakr bu noktada tevhidin de en yüksek derecesi olarak ortaya çıkmaktadır. Sûfîler, "Fakr iki cihanda yüz karasıdır" şeklindeki yaygın ifadeyi, "Hiçbir şeye sahip olmayan sâlikin Allah'ta külliyen fâni olmasıdır" diye yorumlamışlardır ki onlara göre gerçek fakr budur. "Fakir Allah'tır"; "Fakir Allah'a muhtaç değildir" sözleri de bu anlamda kullanılır.
SUFİLERE GÖRE FAKR
Fakr ve fakir terimleri, bazan önde gelen sûfîlerin kabul edemeyecekleri kadar yanlış şekillerde yorumlanmıştır. Aristo geleneğine bağlı bir ahlâk anlayışının savunucusu olan filozof İbn Miskeveyh, dünya işlerinden uzak durmayı fazilete engel olduğu gerekçesiyle en büyük rezîletlerden biri sayar ve "Bu yüzden zâhidleri yerdik" der.
Râgıb el-İsfahânî de mutasavvıf olduklarını ileri sürerek dünya işlerini bırakanların kaçınılmaz olarak başkalarının kazançlarıyla geçinmek zorunda kalacaklarına, bunun da ahlâken kabul edilebilir bir durum olmadığına işaret eder.
İbnü'l-Cevzî'ye göre servetin miktarı yerine servet biriktirmedeki niyete ve bunun ne şekilde kullanıldığına bakmak gerekir.
İbn Teymiyye, Kur'an ve Sünnet'te fakr kavramının dar ve zâhirî anlamda ganînin zıddı olarak kullanıldığını, tasavvufun ilerlemiş dönemlerinde bu kavrama yüklenmiş olan anlamlarla ilişkisi bulunmadığını ileri sürer. Ona göre zengin ile fakirden hangisinin daha üstün olduğu yolundaki sorunun cevabı, hangisi takvada daha ileri ise onun üstün olduğu şeklindedir.
Mevlânâ, "Dünya mal mülk, altın ve kadın değil Allah'ı unutmaktır" diyerek tasavvufun maddî zenginliği asla reddetmediğini özellikle vurgulamıştır.(TDV, İslamansiklopedisi, Fakr - Süleyman Uludağ)