Biz neden gerçek kahramanlarımızın filmlerini yapamıyoruz?
Lumiére Kardeşler'in Paris’te ilk sinema gösterimlerini yapmalarından bu yana tam 132 yıl geçti. Sinema, o günlerden bugünlere çoğunlukla bir eğlence aracı, sosyal bir aktivite olarak görüldü. Görüntülerin kitleler üzerindeki inandırıcılığı o denli yüksekti ki, otoritelerin de bu gücü fark etmeleri ve kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeleri gecikmedi.
1930'lu yılların sonlarına gelindiğinde ilk çizgi karakterler ortaya çıktı ve süper kahramanların "altın çağı" da böylece başlamış oldu. Peki, bu süper kahramanlar kimler tarafından ve neden yaratıldı? Amaçları bizi eğlendirmek gibi görünen bu filmlerin perde arkasında neler var? Tarihimizde bunca "gerçek kahraman"a sahip olduğumuz hâlde, biz neden filmlerini yapamıyoruz ve onları bir sembol hâline getiremiyoruz? Tüm bu soruların cevabını ve Türk tarihinde "kahraman" denildiğinde aklımıza gelen birkaç örneği sizler için derledik.
HOLLYWOOD'UN SÜPER KAHRAMANLARI
Sinema sektörü deyince her birimizin aklına gelen ilk şey, hiç kuşkusuz Hollywood. Oyuncular, hikâyeler, senaryolar ve yönetmenlerin birçoğu Hollywood yapımı filmlerle dünyaca ünlü hâle geldi. Bunun yanında Hollywood, "yumuşak güç" olarak adlandırdığımız, lobicilik ve kamu diplomasisi gibi unsurların daima en iyi öğesi oldu.
Hollywood, yarattığı "kahramanlar" ve "süper kahramanlar" sayesinde tüm dünyada gişe rekorları kıran filmler çekmeyi sürdürüyor. Böylece, süper kahramanlar, süper kazançları da beraberinde getiriyor. Seyircinin bu filmleri tutmasıyla da, -klasik arz-talep dengesi- bu filmlerle beyaz perdeyi hâkimiyeti altına almayı başarıyor.
BEYAZ PERDENİN PERDE ARKASI
Buraya kadar her şey normal görünse de, beyaz perdeye yansıtılan süper kahramanlar, perde arkasında başka bir gerçeği bünyelerinde barındırıyor. Gerçek hayatlarında yenilgilerle ve buhranlarla baş etmeye çalışan batılı topluluklar, kahramanlar/süper kahramanlar sayesinde hayal gücüyle de olsa kazanıyorlar ve bu sayede sıkıntılarına son veriyorlar. Bunun bilincine varan Batı yapımı filmlerin de doğal olarak ardı arkası kesilmiyor.
Batı'nın, özellikle Amerika'nın örnek alabileceği gerçek bir kahramanı yok. Kaldı ki, "kahramanlık" ile övünebilecekleri bir tarihi geçmişe de sahip değiller. Bu nedenle, hikâyesini beyaz perdeye aktarabilecekleri hayali "süper kahramanlar" yaratmak zorundaydılar. Böylece seyirci kitlelerini bu filmlerle oyalayabilecek, hayata dair gerçek meselelerden uzaklaşmalarını sağlayabilecek ve zihinlerine istedikleri algıyı kolayca yerleştirebileceklerdi.
BATI'YI KRİZLERİNDEN "SÜPER KAHRAMANLAR" KURTARDI
Bilinen ilk süper kahraman, Clark Kent adlı Superman karakteri, 1938 yılında iki Yahudi çizer tarafından yaratıldı. Bu çizerler, Amerikan halkı kendilerini nasıl görmek istiyorsa, Superman karakterini de öyle donattılar. Böylece Amerikan ve Batı halkları, bu karakterde kendilerinden bir şeyler görerek moral buldu; bilinçaltlarına "kazanmış" ve "başarmış" oldukları duygusu işlendi.
Superman karakterinin doğum tarihi olan 1938 yılı, dünyayı kasıp kavuran ve "Büyük Buhran" olarak adlandırılan ekonomik krizin son yıllarıydı. Onun kardeşi sayılabilecek Batman'in doğumu ise 1939 yılı. Büyük Buhran ile aynı tarihlerde ortaya çıkan ve "çizgi romanların altın çağı" olarak anılan bu dönemde, kurtarıcı "süper kahramanlar" yoksulluk, açlık ve işsizlik ile boğuşan Amerikan halkını kurtardı! Bunu doğaüstü güçlerle değil; dünyada hâkim kılınan ABD merkezli pazar psikolojisini desteklemeleriyle yaptılar. Kısaca onlar süperdi ve anavatanları da süper güçtü!
En sevilen süper kahramanlardan biri olan Batman, süper güçleri olmasa da zengin olması sebebiyle teknolojiyi kendine bir güç unsuru olarak kullanan bir karakterdi. Zenginliğin güçle eşit olduğuna inanan Batı için kahraman olmak, ya gerçeküstü güçlere sahip olmak ya da zengin olmakla sağlanıyor!
Bugün de sevilerek izlenen süper kahramanlardan bir diğeri, Kaptan Amerika. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Amerikan halkına moral sağlamak amacıyla yaratıldı. Bu dönemde Superman karakterinin de bir propaganda aracı ve umut verici olarak kullanıldığını görebiliriz.
HER YENİ SORUN, BİR YENİ KAHRAMAN
Büyük Buhran'ın ardından Amerika ekonomisinde her şey bir süre yolunda gitse de, 1960'ların başında ekonomik durağanlık ve gerilemeler tekrar baş gösterdi. O yıllarda Başkan Kennedy'nin "Amerika'yı yeniden ayağa kaldırmak" dediği ekonomik projesinin yeni iki süper ürünü ortaya çıktı: Spiderman ve Ironman. Örümcek simgesiyle ABD'nin üretim kapasitesi ve çalışkanlığı vurgulanan Spiderman 1962'de, demir simgesiyle ABD ağır sanayisinin gücünü gösteren Ironman ise, 1963'te halkın yeni kahramanları oldu. Gerçekten de 1960'larda ABD ekonomisi altın çağını yaşadı.
Yeni nesil süper kahraman filmlerinin vizyona girmeleriyle dünya ekonomisinin kötüye gitmesi arasında da ilginç bir bağ bulunuyor. 2000'li yılların başlangıcı, dünyada stabil giden ekonominin sonuydu. 2001 yılı, altın fiyatlarının günümüzde de devam eden yükselişinin başlangıcı ve dolayısıyla ekonomik stabilitenin sonlanma yılıydı. Çünkü 1990'larda, ABD hükümeti ünlü bankaların riskli operasyonlarını tümüyle serbest bırakmıştı. Kumarhane ekonomisinin 50 trilyon dolara dayanmış büyüklüğü çok geçmeden 500 trilyonu aşmıştı.
Bütün bunlara bakıldığında 11 Eylül saldırısı ile süper kahraman filmlerinin başlangıç tarihlerinin hemen hemen aynı olması oldukça düşündürücü. 2001'de ekonomi ve finans sistemi "Joker" karakteri tarafından vurulmuştu. Bu olay, Batman'in bundan sonra yapacağı her şeyin meşruiyetinin kaynağı olmuştu.
TÜRK SİNEMASINDA NEDEN KAHRAMAN YOK?
Türk sinemasına baktığımızda, köklü tarihimize rağmen, "kahraman" olarak nitelendirilecek ve çok tutulan bir karakter göremiyoruz. 1970'li yıllarda Tarkan, Kara Murat, Malkoçoğlu gibi yerli karakterler sinemamızda önemli bir konuma yükselseler de, bu konuda istikrar sağlanmış değil.
Batı menşeili kahraman filmlerini seven Türk seyircisi, bu yerli yapım filmleri hiçbir zaman benimseyemedi. Hatta aksine, Batı'ya ait süper kahramanlarla dalga geçen yerli yapımlar, yerli karakterlerden çok daha fazla rağbet gördü.
Batı'daki kahramanlar, normal insanların büyük etkiler yapamayacağı, ancak "kurtarılan" olabileceği algısını seyirciye aktardılar. Bu zihinsel alt yapı, zaten "mesihin yeryüzüne inip dünyadaki insanları kurtaracağına" inanan toplumları peşinden sürüklemişti.
Türk sinemasında ise, süper güçleri olan kahramanlar yerine, halktan olan veya halk içinde yaşayan insanlardan oluşan karakterler daha çok beğenildi. Türk toplumu, süper güçlere sahip kişilere ise hem ihtiyaç duymadı, hem de inandırıcı bulmadı. Bunun bir sebebi de, tarihimizin "gerçek kahraman" konusundaki zenginliğidir.
Bizim için gerçek anlamda kahramanların hemen hemen tümü yaşamış, gerçek ve tarihi kişilerdir. Türk seyircisinin algısına göre gerçek kahraman, mecbur olmadığı hâlde başkalarına yardım etmeyi vicdanî sorumluluk olarak algılayan insanlardır; zenginlik ve süper güçleri olan insanlar değil.
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ NELERE YOL AÇTI?
Yirminci yüzyılda kitle iletişim araçlarının yanı sıra sinema da, Batı kültürünün yayılma hızını ve etki gücünü artırdı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikan sineması, kültür emperyalizminin temel taşlarından biri hâline geldi. Filmleri, Amerikan dizileri takip etti. Sonra ise yüzlerce büyük marka, milyonlarca reklâm yayınladı. Sinema, moda, müzik, edebiyat, yaşam tarzı, fikirler ve dahası. Her şey bu yolla Batılılaşmaya başladı.
Zenginlik, özgürlük, bilgi, sanat, düşünce, modernlik, felsefe, cesaret, ahlâk ve kahramanlığa dair ne varsa hepsi Batılıydı. İyi olan her şey Batı'ya aitti ve Doğu kültürüne ait olmak çağdan uzaklaşmak anlamına geliyordu.
Üstelik bu görüş, çok da yeni değildi. Tanzimat'tan bu yana topluma aşılanmaya çalışılan şey buydu: değişimin öznesi yerli, hedefi ise Batı olmalıydı.
OKSİDENTALİZMİN TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Osmanlı Devleti'ni "modernleştirmek" çabası yolunda ortaya çıkan fikir akımlarından biri Batıcılıktı. Bu fikir, ıslahat faaliyetleri ile başladı ve günümüz dünyasına kadar uzanarak, karşımıza "oksidentalizm" kavramını çıkardı.
Oksidentalizm için temelde üç tanımdan söz edilebilir. İlk olarak oryantalizm kavramının tam zıttı olan bu kavram, doğu insanlarının batıya olan öfke ve nefretlerini temel alır. İkinci olarak oksidentalizm, doğulu insanların kendi insanlarına olan nefreti ya da batıdaki doğuluların kendi insanlarından kaçmaları veya kendi kimliklerini saklamalarıdır. Son olarak ise, doğulu olan insanların batıya olan özentilikleri olarak özetlenebilir.
Batının yıllar boyu süren kültür emperyalizminin etkisiyle, oksidentalist bir bakış açısına sahip olan Türk film endüstrisi, kendi kültürüne ve tarihine ait öğeleri beyaz perdeye yansıtmaktan daima geri durdu. Bu nedenle Türk kültür ve tarihine ait karakterler de, birkaç film dışında "kahraman" hâline getirilmediler. Batının dayattığı "çağdaşlık" ve "modernizm"den uzak bir algı yaratacağı korkusu; izleyici talepleri ve gişe kaygısıyla bu kahramanlar sinemaya başarılı bir şekilde aktarılamadılar.
Tüm bunların ışığında, Türk tarihinde "kahraman" denildiğinde aklımıza gelen birkaç örneği sizler için derledik:
RUSLARA KARŞI ERZURUM'DA DİRENEN KAHRAMAN BİR TÜRK KADINI
NENE HATUN
Nene Hatun 1857 yılında Erzurum'un Çeperli köyünde doğdu. O dönemde Osmanlı, büyük harplerin ve siyasi gerginliklerin yılgınlığı içerisindeydi. 20 yaşına basıp evlendiğinde Osmanlı yine büyük bir harbin içerisine adım atmıştı. Bu defa da rakip Ruslar idi. 93 Harbi 1877 yılında patlak verdi. O zamanlar Rumi takvim kullanıldığı için 1293 yılına denk geliyordu. Bu sebeple ismi hep 93 Harbi olarak kaldı.
Rus akınlarına karşı Osmanlı cenahında muazzam bir direniş vardı. Plevne'de Osman Paşa, bugün bile akıllardan silinmeyecek bir mukavemet gösterdi. Kafkaslar'da ise Ahmet Muhtar Paşa'nın namı dört bir yana yayılmıştı. Bütün bu direnişe rağmen Rusların ilerleyişi bir türlü durdurulamadı.
En sonunda Rus kuvvetleri batıda, İstanbul-Yeşilköy (Ayestefanos)'a ve doğuda ise, Erzurum'a kadar geldiler. İşte Nene Hatun'un bugün bile dillere destan olan hikâyesi de tam bu sırada başladı. 8 Kasım 1877'de Rus askerleri Erzurum'a doğru yöneldiler.
Nene Hatun o zamanlar gencecik bir anneydi. Düşmanın vatan topraklarına girdiğini öğrenince hiç tereddüt etmedi. 3 aylık çocuğunu geride bırakarak, ''evladım anasız yaşayabilir, ama vatansız yaşayamaz'' düşüncesiyle direnişe katıldı.
Bütün halk kazma, kürek, sopa, taş, tüfek, kılıç, nacak eline ne geçirdiyse kapıp Aziziye Tabyasına koşmuştu. Kalan askerlerle birlikte halk Rus kuvvetlerine karşı saldırıya geçtiler. Göğüs göğüse geçen bir muharebe sonunda Ruslar, Aziziye Tabyasından uzaklaştırıldı.
Nene Hatun 22 Mayıs 1955 tarihinde 98 yaşındayken hayata veda etti.
İkinci Dünya Savaşı sırasında da birçok zorluklar, geçim sıkıntıları çekmişti. 1952 yılında kendisine "3. Ordunun Nenesi" unvanı verildi. 1955 yılında hayata veda ettikten sonra da cenazesi, direnişinin sembolü olan yere, yani Aziziye Şehitliğine defnedildi.
Aynı zamanda Nene Hatun'a 1955 yılında "Yılın Annesi" unvanı da verildi. Netice itibarıyla Nene Hatun, "vatan sağ olsun" deyip gözünü kırpmayan kahraman kadınlarımızdan birisiydi.
BİR ASKER SURLARA TIRMANMAYA BAŞLADI
ULUBATLI HASAN
Ulubatlı Hasan, İstanbul'un fethi sırasında Doğu Roma surlarına ilk sancağı diken Osmanlı askeri.
Ulubatlı Hasan, 1428 yılında Bursa'nın Ulubat köyünde doğdu. Fatih Sultan Mehmet'in kumandasında İstanbul kuşatmasına katıldı. Osmanlı ordusu Fatih Sultan Mehmed kumandasında 6 Nisan 1453 Cuma günü İstanbul'u kuşattı.
29 Mayıs 1453 Salı günü sabaha karşı son saldırı yapılıyordu. Yeniçeriler arasında iri yarı Ulubatlı Hasan adlı bir asker surlara tırmanmaya başladı. Bir elinde palası, öteki eli ile kalkanını başının üstünde tutarak surların üstüne çıktı. Onunla birlikte otuz kadar yeniçeri de surlara tırmandı. Ulubatlı Hasan yaralanmasına rağmen, arkadaşlarının surlara çıkmasına yardım etti. Ayağı taşa takılarak surlardan aşağı düştü. Yukarıdan atılan oklarla şehit edildi.
ALPARSLAN
Büyük Selçuklu Devleti'nin en önemli hükümdarlarından biri olan Alparslan, 1071 yılında Bizans ile yaptığı Malazgirt Savaşı ile aklımıza kazınmıştır. İlk kez Anadolu'nun kapılarını Türklere açan savaşı kazanmasıyla Bizans'a büyük darbe indirmiştir.
KIRIMLI AHMET
93 Harbinin en şiddetli günlerinde, Akçaabat sokaklarında bağıran tellalın söyledikleri sözler halkın yüreğine hançer gibi saplanıyordu:
-Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Moskof gavuru on sekiz parça harp gemisi ile gelip Sargana deresi ağzına asker döktü. Dinini memleketini seven kara Moskofa karşı silaha sarılsın. Herkes eline ne geçerse alıp gelsin!
O sırada Moskoflar kıt'alar halinde kasabaya doğru ilerlemeye koyulmuşlardı. Akçaabat o tarihlerde ne kadar yerdi ki zaten! Kasabayı kır gezintisine çıkar gibi işgal edeceklerdi! Fakat kasaba dışında öyle bir mukavemetle karşılaştılar ki, büyük zayiat vererek geri çekildiler. Rus kumandanı:
-Olamaz!...İmkansız!... Bir kasaba. Çoluk-çocuk, kadın! Bunların yarısı kadar da ihtiyar. Korkak herifler. Nasıl yüz çevirirsiniz?
Akçaabat müdafaasında başı çeken ihtiyar Sakaoğlu Mahmut Ağa idi. Daha önce de birçok harpte kahramanlıklar göstermişti. Sultan Mahmud Han, bu sebeple ona elmas kakmalı bir kılıç hediye etmişti. Sakaoğlu hemen kasabanın ileri gelenlerini topladı:
-Ağalar, diyordu, tiz tellal çıkartıp siperleri dolaştırın. İlan edilsin ki, bana bir Moskof başı getirene bir altın lira hediye edeceğim.
Ertesi ve daha ertesi günkü savaşlar çok kanlı oldu. Sakaoğlu, Moskof başı getirene altın vermekten bir hal oldu. Fakat Moskof gavuru bitip tükenecek gibi değildi. O gece kasaba ileri gelenleri yine toplandılar. Ağalardan biri:
-Moskofun bitip tükeneceği yok. Eninde sonunda bizi bitirecekler. Savaştan vazgeçmek istemiyoruz ama yine de anlaşma yolları arasak diyorum.
Bu sözler doğruydu ama cenkten vazgeçmek de Türk karakterine uymuyordu. Mahmut Ağa:
-Ben bu kâfiri tanırım. Ne anlaşmasına, ne de sözüne güvenilmez.
-Yine de bir yol denemek zorundayız. Barutumuz çoktan bitti. Bıçak ve sopadan başka silahımız kalmadı.
-Savaşarak esir düşersek çok daha kötü olur.
-Ellerine sağ olarak geçmemenin bir yolu olsa, hiç düşünmezdik. Hele kadın ve çocuklar.
Tam bu sırada, toplandıkları yere 12 yaşlarında bir çocuk girdi. Kırımlı muhacirlerden küçük Ahmet. Elindeki torbayı çevirip silkeledi. Bir Moskof kellesi yere yuvarlandı. Ahmet, ehemmiyetsiz bir şey yapmış gibi anlattı:
-İki gâvur bizim eve girdi. Ablamı sürüklemeye başladı. Birini kestim, aha bu.
-Ya öteki?
-Kaçtı. Yalnız, bu kör bıçakla zor oldu. Keskin olsa...
Güngörmüş ağaların gözlerine yaş doldu. Sakaoğlu Mahmut Ağa, Sultanın hediyesi olan kılıcı küçük Ahmed'e kuşattı:
-Al, dedi, bu sana layıktır.
Ertesi gün şafak vakti. Akçaabat halkı, "Allah Allah" sadalarıyla öyle bir hücuma kalktılar ki... Gelinlik kızlar, yaşlı analar, çocuklar. Hatta işi oyun gibi gören beş altı yaşlarındaki afacanlar! Fakat elmas kakmalı kılıcıyla küçük Ahmet en öndeydi. Ruslar dehşet içinde kaçtılar. Gemilerine binip gittiler. Kırımlı Ahmet, birçok Moskofu cehenneme gönderdikten sonra göğsüne yediği kurşunlarla şehit oldu. Mübarek cesedi kumsalda bulundu. Hemen oracığa defnettiler. Ne yazık ki, bu mezar şimdi kayıptır.
OSMAN BEY
Osman Bey, ileride Osmanlı İmparatorluğu olacak olan Osmanlı Beyliği'ni 1299 yılında kuran aşiret reisidir. Osman Bey, babası Ertuğrul Gazi'den devraldığı Kayı aşiretini genişleterek Anadolu Selçuklu Devleti'nden bağımsız bir devlet kurmuştur.
TOP MERMİLERİ ISLANMASIN DİYE
ŞERİFE BACI
1921 yılı Kasım ayında İnebolu'ya önemli miktarda savaş malzemesi gelmişti. Malzemenin bir an önce Kastamonu'ya iletilmesi gerekti. Cepheye gidemeyip de köylerinde kalan yaşlılar sakatlar, kadınlar, Menzil komutanlığının malzeme taşınması haberi üzerine kağnılarla yola çıktı. İnebolu'dan kağnılara yüklenen cephaneler Kastamonu'ya doğru yol aldı. Bu cephane kollarında hep kadınlar vardı. Bunlardan biri de Şerife Bacı idi.
Şerife Bacı, top mermileri ıslanmasın diye kazağını mermilerin üzerine örtmüş, yavrusu ölmesin diye üzerine abanmış ve soğuktan ölmüştü ama ölene kadar vücut sıcaklığını yavrusuna vermişti. Bugün Kastamonu'da şanına layık güzel bir anıtı var. Kastamonulular şehit Şerife Bacı'nın adını her yerde yaşatıyorlar.
KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
Avrupalılarca Muhteşem, Osmanlılarca ise adaletli yönetimine atfen Kanuni olarak bilinmektedir. 1520'den 1566'daki ölümüne kadar, yaklaşık 46 yıl boyunca padişahlık yapan ve 13 kez sefere çıkan Süleyman saltanatının toplam 10 yıl 1 ayını seferlerde geçirmiştir. Süleyman böylece devletin hem en uzun süre görev yapan, hem en çok sefere çıkan, hem de en uzun süre sefer yapan padişahı olmuştur. Osmanlı'ya altın çağını yaşatmıştır.
PÎRÎ REİS
Doğumu ile ilgili tartışmaları olan Pîrî Reis'in 1465 ile 1470 yılları arasında doğduğu biliniyor. Pîrî Reis, denizciliğe amcasının yanında başladı; 1487-1493 yılları arasında birlikte Akdeniz'de korsanlık yaptılar. Kanuni Sultan Süleyman'ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi.
Pîrî Reis, 1523'deki Rodos seferi sırasında Osmanlı Donanması'na katıldı. 1524'de kılavuzluğunu yaptığı sadrazamın takdiri ve desteğini kazanınca, 1525'da gözden geçirdiği Kitâb-ı Bahriye'sini İbrahim Paşa aracılığıyla Kanuni'ye sundu. Tarihteki en doğru ve detaylı haritayı ilk olarak denizci Pîrî Reis çizmişti.
ERZURUMLU KARA FATMA
1888'de Erzurum'da doğdu. Subay Suat Derviş Bey ile evlenip Balkan Savaşı'na katıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda Kafkas Cephesine gitti. 1919'daki Kongre günlerinde, Mustafa Kemal'le bizzat görüşebilmek için Sivas'a gitti. Bu görüşmenin ardından, Milis Müfreze Komutanı olarak Batı Cephesinde görevlendirildi. 300 kişiyi aşkın birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nde Mehmetçikle birlikte destanlar yazdı. Büyük Taarruz'un ilk günlerinde General Trikupis'in birliğine esir düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına geçmişti. Kahraman kadın Kurtuluş Savaşı'ndan sonra "üsteğmen" rütbesi ile emekli oldu.
FATİH SULTAN MEHMET
Osmanlı İmparatorluğu'nun yedinci padişahı, II. Mehmet, Meḥmed-i Sânî veya bilinen ismiyle Fatih Sultan Mehmet, Avrupa'da tanınan adıyla Grand Turco (Büyük Türk) veya Turcarum Imperator (Türk İmparatoru), vefatına kadar 32 sene boyunca hüküm sürmüş ve hüküm süresince bin yıllık Bizans İmparatorluğu'na son vermiş, orta çağın bitmesi ve yeniçağın başlamasına vesile olmuştur. Osmanlı Devleti'nin yükselme devrini başlatan padişahtır.
Peygamberimizin "İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur" hadis-i şerifini gerçekleştirme şerefine nail olan Fatih Sultan Mehmet'in gerçekleştirdiği fetihler, tarihte Müslüman coğrafyasının genişlemesinde büyük rol oynamıştır.
BARBAROS HAYREDDİN PAŞA
Hayreddin Paşa'nın asıl adı Hızır Reis'ti. Ona, "dinin hayırlısı" anlamına gelen Hayreddin adını, Osmanlı Devletine yaptığı hizmetinden dolayı Padişah Kanuni Sultan Süleyman verdi. Avrupalılar ağabeyinin kızıl renkli sakalından dolayı ona ''Barba Rossa'' adını verdi. Ağabeyinin ölümü ile Barbarossa yani Barbaros Hızır Reis'in adına eklendi. Döneminde en güçlü donanmaya sahip olundu.
MİMAR SİNAN
Şüphesiz, dünya tarihinin en büyük mimarlarından biri olan Mimar Sinan; 81 camii, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarathane, 3 darüşşifa, 5 suyolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır. Ayrıca, Edirne ilindeki Selimiye Camii, Dünya Kültür Mirası listesindedir.
SÜTÇÜ İMAM
Kahramanmaraş'ta 1871 yılında dünyaya gelen Sütçü İmam'ın esas ismi İmam. Ancak süt satmakla para kazandığı için Sütçü lakabını almış.
Yaşadığı il olan Kahramanmaraş ve civarı Fransız ve Ermeni askerlerinin saldırısına 31 Ekim 1919 yılında uğramıştır. Çakmakçı Sait adı verilen yiğit, düşman askerlerinin hamamdan çıkan 3 Türk kadınına saldırması ve peçelerini açmak istemelerine şahit olmuş ve duruma kayıtsız kalamamıştır. Silahsız durumda kadınları savunmaya çalışan Çakmakçı Sait orada şehit düşmüştür.
Çakmakçı Sait şehit düştüğü sırada orada Sütçü İmam da oradadır. Silahıyla Ermeni ve Fransız askerlerini öldürür. Ancak bu hareketi üzerine Sütçü İmam her yerde aranmaya başlar ve Ermeni asker için de törenler düzenlenir. Sütçü İmam'ın da saklanmaktan başka çaresi kalmaz. Abisinin evine sığındığı bilinir; düşman askerleri tarafından bulunamaz. Sütçü İmam'ın bu cesur davranışıyla Kahramanmaraş'ta direniş hareketleri başlar ve davranışıyla herkese cesaret verir.
Savaş bitip zafere ulaşıldıktan sonra belediye onu bir kale topunun başında görevlendirir. Ancak 25 Kasım 1922'de talihsiz bir olay gerçekleşir. Topun barutunun bir anda ateş almasıyla Sütçü İmam'ın vücudunda derin yanıklar oluşur ve ölümüne neden olur.
METEHAN
Asya Hun İmparatorluğu'nun kurucusu olan Teoman'ın ardından oğlu Metehan tahta geçti ve ülkesinin altın çağını yaşattı. Asya milletlerini tek çatı altında toplayan ilk hükümdar olan Metehan yaşamı boyunca Büyük Okyanus'tan Hazar'a, Keşmir'den Kuzey Sibirya'ya kadar uzanan büyük bir devlet kurdu. Türklerin ilk düzenli ordusunu hayata geçirdi ve onluk sistemi ilk getiren kişi oldu.
ALİ KUŞÇU
Astronom ve kelâm âlimi olan Ali Kuşçu'nun babası Muhammed, Timur İmparatorluğu Sultanı ve astronomu Uluğ Bey'in kuşçusu olduğu için ailesi "kuşçu" lakabıyla meşhur oldu. Küçük yaştan itibaren matematik ve astronomiye ilgi duydu. Daha sonra bilgisini artırmak için Kirman'a gitti. Fatih Sultan Mehmet'in isteği ile İstanbul'a geldi ve çalışmalarını burada sürdürdü.
Fikriyat