15 Temmuz'a yönelik tehlikeler
15 Temmuz sonrası Türk insanı, kendisinden önceki nesillerin askeri darbeler karşısında takındığı pasif ve kabullenici tavrın ötesinde bir kahramanlık ortaya koymanın haklı gururuna sahip oldu. Batı tarafından Türkiye’ye yakıştırılan “Bir diktatörün ülkesi” imajı 15 Temmuz’da yıkıldı. Zira diktatör, askeri tarafından halkına karşı korunan kimsedir; halkının askere karşı koruduğu diktatör tarihte görülmüş şey değildir, olamaz.
15 Temmuz hadisesinin Cumhuriyet Türkiye'si tarihinin en önemli hadisesi olduğu muhakkaktır. Ne Batı'da estirilen rüzgar ne de 15 Temmuz sonrası yaşanan OHAL süreci, 15 Temmuz hadisesinin Türk demokrasi tarihinde büyük bir atlama taşı olduğu ve demokrasi kültürümüzü dönüştürücü, geliştirici bir hadise olduğu gerçeğini değiştirmez. Asker, 15 Temmuz gecesi yaşananlar sonrası Türk siyasetinin kadim ayar vericisi imajını tamamen kaybetmiş, siyasal kültür açısından olması gereken yere, kışlaya ve görev sahasına çekilmiştir. Yaşananlar elbette Türk Silahlı Kuvvetleri'ne mal edilemeyecek şeylerdi; aksine Fetullah Gülen ve mesiyanik yapılanması söz konusu utanç gecesinin bütün suçu ve günahının yegane taşıyıcısıdır. Buna rağmen 15 Temmuz gecesi, darbenin Türk siyaseti açısından bir kitlenin umudu olmaktan çıkmıştır, zira asker ile vatandaşın karşı karşıya gelişinin ne gibi neticelerle sonuçlanacağı ortaya çıkmıştır. Artık darbe, Türk askerinin ajandasının bir köşesinde yazılı bir gündem değildir. O gecenin fezailini anlatacak yüzlerce şeyden bahsedebilir; buna mukabil aradan geçen iki senenin 15 Temmuz'un kazanımlarını minimize edici hadiselere sahne olduğunu hatırlamamız yüreklerimizi burkuyor. Şu tabloda 15 Temmuz kahramanlığını ve aziz hatırasını haleldar eden üç büyük tehlikeden bahsetmemiz, 15 Temmuz'u gelecek kuşaklara sağlıklı bir şekilde aktarmamızın bir gereği olarak karşımızda duruyor. Zira, ancak 15 Temmuz'un kolektif hafızada sağlıklı bir şekilde aktarımı, 15 Temmuz'da elde edilen kazanımların korunmasını ve demokrasi kültürümüzün gelişmesini sağlayacaktır. Söz konusu tehlikelerle açık yüreklilikle ve cesaretle yüzleşmeliyiz.
Gerçekliği yitirmek
15 Temmuz sonrası Türk insanı, kendisinden önceki nesillerin askeri darbeler karşısında takındığı pasif ve kabullenici tavrın ötesinde bir kahramanlık ortaya koymanın haklı gururuna sahip oldu. Batı tarafından Türkiye'ye yakıştırılan "Bir diktatörün ülkesi" imajı 15 Temmuz'da yıkıldı. Zira diktatör, askeri tarafından halkına karşı korunan kimsedir; halkının askere karşı koruduğu diktatör tarihte görülmüş şey değildir, olamaz. Gelgelelim bu haklı gurur kendisini bir süre sonra fiktif anlatılara terk etti. Hemen hepimizin çevresinde 15 Temmuz gecesi nasıl bir kahramanlığa imza attığını anlatan kimseler belirdi. Bu hikayelerin bir kısmı elbette gerçek ve büyük saygıyı hak ediyorlar. Buna karşın 15 Temmuz üzerinden ikbal bekleyen bir anlatının gelişmesi pek çoğumuzu hüzünlendirdi, hatta öfkelendirdi. Kimi çevrelerde 15 Temmuz gazisi olmak gibi yüce bir makam üzerinden rant sağlamayı amaçlayan bir eğilimin baş göstermiş olması gönülleri burktu. 24 Haziran seçimleri öncesi birtakım yakınlarının sahip olduğu bu şerefli makamın milletvekilliği adaylığına dönüştürülmek istenmesi gibi hadiselerle karşılaşmış olmamız bu durumun ciddiyetini gözler önüne serdi. Bir tarafta 15 Temmuz gecesi aldığı yaralar sonrası 46 kez ameliyata giren ve nihayetinde bacağını kaybeden Sabri Gündüz vardı. Cumhurbaşkanı'nın kendisine açtığı telefonda "Oğlum, sen bu akşam benim dengelerimi alt üst ettin" şeklinde bildirdiği teessüre "Vatan sağ olsun efendim, ben üzülemedim bile" diyen bu kahraman "Bacaksız yaşanır, vatansız yaşanmaz" demişti. Aynı tarafta Kahraman Kazan'da tarlasını yakan kahraman çiftçi vardı. Diğer tarafta ise fiktif kahramanlık hikayeleri üzerinden çıkar beklentisi geliştiren asalak bir kültür var. Asıl konuşulması gereken ise bu asalak kültürün 15 Temmuz'un hatırasına verdiği zarar. Bu zarar, 15 Temmuz'un hafızamızda canlı bir hadise olarak kalmasına engel olan, 15 Temmuz'un gerçekliğini yok eden ve o geceyi bir efsaneye dönüştüren büyük bir zarar. Ömer Halisdemir'in fedakarlığı, aziz hatırasının unutulmadan yaşatılmasını, ardından Fatihalar okunmasını hak ediyor. Kendisine olan muhabbetimizin, dar-ı bekâda bir şehid ile birliktelik ümidini doğurması gerekiyor. Buna karşın isminin, önemli önemsiz parklara, salonlara vb verilmesi, bir yerlere kartvizit bırakma refleksi ile karşımıza çıktıkça, şehidimizin aziz hatırası haleldar oluyor, unutulmaması gereken aziz ismi sıradanlaşıyor. 15 Temmuz'un gerçekliği bu sorumsuzlar tarafından yavaş yavaş yok ediliyor. 15 Temmuz bir efsaneye dönüşüyor, yaşadıklarımız gerçek miydi, yoksa bir masal mıydı sorgulaması içine giriyoruz. Mükafaatını Hak'tan bekleyen kahramanlar, kahramanlık simsarlarınca önemsizleştiriliyor. İşte bu sıradanlaşma ve unutuş sebebiyledir ki, Temel Karamollaoğlu Fatih Camii'nin haziresinde bir 15 Temmuz şehidinin zevcesini fırçalayabiliyor, takipçileri şehid yadigarını Fadime Şahin'le eş tutabiliyor.
Bireysel boyutun unutulması
15 Temmuz elbette devlete, kamu düzenine ve topluma karşı girişilen bir kalkışmaydı. Buna toplumun her kesiminden karşı çıkıldı, nice isimsiz kahraman o gece darbecilere göğüs gerdi. Buna mukabil 15 Temmuz gecesi yaşananların bireysel bir karşılığı olduğu muhakkak. 62 polis, 6 asker, 180 sivil; toplam 248 şehidimiz, 2193 yaralı gazimiz var. Bu insanların ve yakınlarının iki yıldır sürdürdükleri bir hayat var. Devletin bu insanlara karşı üzerine düşeni yerine getirdiğine dair en ufak şüphe yok. Hayır sahipleri, şehit yakınlarına ve gazilere elini cömertçe uzattı. Buna da en ufak bir şüphe duymuyoruz. Bununla birlikte 15 Temmuz'a yönelik büyük resim okuma yatkınlığımız bizleri küçük resimlerden sürekli olarak uzaklaştırıyor. Bireysel hayatımızda 15 Temmuz yadigarları ne yazık ki hak ettikleri yeri işgal etmiyor. FETÖ'cü yakınları, 15 Temmuz davalarında yalnız bıraktığımız bu insanları mahkeme salonunda tartaklamaya tevessül edebiliyorsa, bu hepimizin ayıbı değil midir? Öte yandan bu satırları suçlu arar mahiyette yazıyor değilim; aksine henüz Silivri'ye hiçbir davayı izlemeye gitmemiş bir kimse olarak, en azından bu hicabı itiraf ediyorum. Fırsat, gerektiğinde bulunabilecek bir şeydir. "Fırsatım olmadı" demek "Ne kadar önemli olduğunu içimde hissedememişim" demektir aslında. Pek çoğumuzun duçar olduğu bu önem vermeme durumunun sebebi 15 Temmuz'u büyük bir resim olarak okumak, hakkında pek çok şey söylemek, teoriler öne sürmek; tüm bunları yaparken de küçük resimleri gözden kaçırmak hastalığıdır. 15 Temmuz'un hatırası, yadigarı olan kimselere şahsi hayatlarımızda yer açmayı zorunlu kılıyor.
Bir kesimin meselesi mi?
15 Temmuz sonrası özellikle CHP'nin takındığı ikircikli tutum ve darbenin gerçekleşmemesinin toplumun marjinal bir kesiminde yarattığı hayal kırıklığı, bu kahramanlık destanına toplumun her kesimi tarafından eşit şekilde sahip çıkılmaması sonucunu ortaya çıkardı. Özellikle Kılıçdaroğlu'nun uzunca bir süredir 15 Temmuz kalkışmasına yokmuş muamelesi yapması ve buna karşın bir 20 Temmuz darbesinden bahsetmesi, siyasal arenada 15 Temmuz destanını sahiplenenler ve buna burun kıvıranlar şeklinde iki eğilimin baş göstermesini sağladı. O gece misafir olduğu evde zaping yapmakla meşgul olan Kılıçdaroğlu'nun, 15 Temmuz'un ciddiyetini derk edememiş olması anlaşılabilir, ancak toplumun bir kesimini 15 Temmuz'a karşı duyarsızlaştırması, hatta karşıt bir yere konumlanmaya sevk etmesi hoş görülemez. Evet, geleneksel CHP seçmeninde darbelerden haz alan bir eğilim vardır ve bu damar kendisini 15 Temmuz gecesi tanklar sokaklarda dolaşırken belli semtlerde kopan alkış tufanı ortaya koymuştur. Fakat ardından yaşananlar ve darbe teşebbüsünün müsebbiblerinin maksatlarının ortaya çıkması, CHP seçmenini de darbeye direnen diğer kesimler kadar agah etmeliydi. Buna mukabil darbeye direnen vatandaşların yargılanması talepleri gibi talepler 15 Temmuz'a karşı takınılan tutum itibariyle toplumda derin bir yarılmaya yol açtı. Bunun yegane müsebbibinin (öncelikli değil, yegane!) Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP'nin ve doğal müttefiklerinin geçtiğimiz iki yılda ortaya koyduğu söylem olduğunu ifade etmeliyiz. Gezi Parkı'nda çelik-çomak oynayan gençlerden kahraman yaratmak, buna karşın tankın altına yatan kahramanlara suçlu muamelesi yapmak affedilir bir tutum değildir. Bu saçma ve aynı zamanda tehlikeli ayrışma "Benim Gezim-senin 15 Temmuz'un" suretinde ortaya çıkmasıyla, 15 Temmuz direnişinin parçası olan kesimlerde de "Siz zaten o gece bankamatik kuyruğuna girmekten başka ne yaptınız ki?" şeklinde bir söylemi tetikledi.
Oysa 15 Temmuz'da direnenlerin temel vazifelerinden birisi de 15 Temmuz'u toplumun her kesimine mal etmek ve gelecek kuşaklara "Türk milletinin bir destanı" olarak aktarmak olmalıydı. Ne yazık ki alışılageldik CHP refleksleri ve siyasal ucuzculuk bunun önüne bir mani olarak çıktı. Bu tuzak aşılması gereken ve 15 Temmuz'un imajına zarar veren bir tuzaktır.
Çare hasbiyette
Çuvaldızı kendimize, iğneyi diğerine batırarak yapılmış bu iki senenin muhasebesi sert gibi gözükebilir, ancak hepimizin müşteki olduğu durumları ortaya koyması bakımından dikkate değerdir. 15 Temmuz direnişi, kurtardığı demokrasimizin gelişimine katkıda bulunmalıdır. Bu katkı küçük çıkar hesaplarının ötesinde bir hasbiyet ile ancak gerçekleşmesi mümkün bir katkıdır. Ne Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın hayatı pahasına verdiği mücadele ne de o gece feda-i can etmekten imtina etmeyen kahramanların fedakarlığı ucuz hesapların bir parçası haline getirilmemelidir. Aynı zamanda bu kahramanlık ucuz siyasal hesaplarla da basitleştirilmemeli ötekileştirilmemelidir.
15 Temmuz kahramanlığı hepimizin müşterek malıdır ve bizlere önemli sorumluluklar yüklemektedir. Gelecek nesillere layıkıyla devredebilmek niyazıyla…
Star- Açık Görüş