Hukuk tarihimizin utanç yılları: İstiklâl Mahkemeleri
Yurdun dört bir yanında verilen kurtuluş mücadelesinin ardından, meselenin ‘memleket’ olduğu bir döneme girilmişti. 1920 yılının 23 Nisan’ında meclis kurulmuş; ondan tam 6 gün sonra ise Vatana İhanet Kanunu çıkarılmıştı. “Asker kaçaklarını yakalayıp sorgulama” amacıyla bir de İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştu. Ancak, bu mahkemeler zamanla amacından saptı. Hükümetle ters düşen, bunu dile getiren veya bu doğrultuda iftiraya uğrayan kim varsa, hepsi bu mahkemelerde yargılandı. Onların içinde kurtuluş mücadelesinin büyük komutanı Kazım Karabekir Paşa da vardı, “şapka takmadığı” gerekçesiyle idam edilen İskilipli Atıf Hoca da. İstiklâl Mahkemeleri, 91 yıl önce bugün kapatıldı.
Resmi tarih ve popüler kültür İstiklâl Mahkemeleriyle pek ilgilenmedi, hâttâ yıllar boyu adını anmaktan bile imtina etti ve hiçbir zaman kimse tarafından sorgulanmadı. İstiklâl Mahkemeleri'nin nasıl kurulduğu, kimleri darağacına nasıl gönderdiği bugüne dek çok az kaleme alındı.
YENİ MECLİSİN İLK İŞİ: HIYANET-İ VATANİYYE KANUNU
Meselenin 'memleket' olduğu bir dönemdi 1920 yılı. Yurdun dört bir yanından Ankara'ya gelen vekiller, hiçbir kişisel çıkar gözetmedi; amaç, halk iradesini hâkim kılmaktı ve başarı muhakkaktı. Yıllarca işgallere karşı savaşmış bir milleti, son sığınak olan bu memleketi elde tutabilmek için 23 Nisan 1920'de, ağır şartlar altında büyük bir amaç etrafında toplandı ilk meclis.
Çok büyük sorumluluklar altında bir araya gelen meclisin en büyük dertlerinden biri, asker kaçaklarıydı. Bir asır boyunca aralıksız süren savaş Anadolu'yu bıktırmış; köyler erkeksiz, çocuklar babasız kalmıştı. Millet, bu nedenle yeni bir savaşa daha sıcak bakmıyordu. Memlekette, İstanbul-Ankara ikilemi hâlen devam ediyordu.
Bütün bu nedenlerle yeni meclisin ilk işi Hıyanet-i Vataniyye (Vatana İhanet) Kanunu çıkarmak oldu. Bu kanun, meclis açıldıktan sadece 6 gün sonra, yani 29 Nisan 1920 günü yasalaştı. Mustafa Kemal, başkomutanlık rütbesine getirildi.
ASKER KAÇAKLARI MÜCADELESİ İLE BAŞLADI
Vatana İhanet Kanununa göre asker kaçaklarıyla mücadeleyi yapacak kurum da belliydi. Olağanüstü mahkemeler kurulacak ve inzibatların yakaladığı kaçaklar o mahkemelerde yargılanacaktı.
Tehdit unsuru sayılan hareketlere karşı daha sıkı tedbirler alınmak isteniyordu. Dr. Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal'e İhtilâl Mahkemeleri kurulması için bir öneri verdi. Kanunun çıkarılmasından sonraki dört aylık dönemde düzenin sağlanamaması üzerine, 1793'te Fransa'da kurulan olağanüstü yetkilere sahip mahkemeden esinlenilerek, 18 Nisan 1920 günü "İstiklal Mahkemeleri" kuruldu.
Gezici görev yapacak olan mahkemeler, üç üyeden oluşacak, karar için oy çokluğu yeterli olacaktı. Ama gerektiğinde başkomutan mahkemeye müdahale edebilecekti ve bu madde, meclis içinde oluşan muhalefetin pek hoşuna gitmedi.
MUHALEFETTEN SESLER YÜKSELİYOR: "DÜNYANIN ADALETİNE SIĞMAZ!"
Muhalefetin başını çeken isimlerden biri Elazığ mebusu Hüseyin Avni Bey, meclis kürsüsüne çıktı ve İstiklâl Mahkemelerini şu sözlerle eleştirdi:
"Olağanüstü mahkemeler olağanüstü dönemde kurulmuştur. Hükümet bize bu kanunu kabul ettirmiştir. Ancak bugün İstiklâl Mahkemelerinin el uzatmadığı hiçbir şey kalmamıştır. Efendiler! Siz memleketi yaşatmak istiyorsanız 350 mahkemenin kudretini artırın. Çünkü o beş mahkeme, memleketi kurtaramaz. Bu dünyanın adaletine sığmaz. Mesele asker kaçağıysa mahkemelerin yetkilerini sadece o kadarla sınırlayalım. Mahkemelere yüklenen her şeyi hüküm altına alma ve her şeye hüküm verme yetkisini üzerimizden kaldırmak bizlere farzdır!"
Hüseyin Avni Bey'in bu uyarıları, elbette yeterli olmadı. İstiklâl Mahkemeleri her geçen gün kuruluş misyonunun, yani "asker kaçaklarını yakalayıp sorgulama" amacının daha da dışına çıktı.
HİLÂFET TARTIŞMALARI İSTİKLÂL MAHKEMELERİNE TAŞINIYOR!
İstiklâl Mahkemeleri'nin hukuk kurallarını alt üst ettiği gelişme, Aralık 1921 tarihine rastladı. Saltanat ve hilâfetin kaldırılacağının konuşulduğu bir dönemde, Konya'da bir yürüyüş gerçekleşti. Halk hilâfetin kaldırılması ihtimaline tepkiliydi.
Asli görevi "asker kaçaklarıyla mücadele" olan İstiklâl Mahkemeleri, o gün devreye girdi ve o dönem gerçekleşen her şey TBMM arşivinin 242 numaralı dosyasına işlendi.
"TÜM KONYA HALKI TUTUKLANSIN!"
Meclisten oy çokluğuyla çıkan karar korkunçtu. Kararda Konya'nın tümüne irticacı deniyor, hatta tüm Konya'nın tutuklanması emrediliyordu! Bu karar tarihe şu sözlerle geçti: "Bütün bir Konya bölgesi irticaya müsait bir bölge olduğundan gericiliğe müsait bir zemin oluşturulduğundan Konya halkının bütünüyle tutuklanmasına!"
İstiklâl Mahkemesi, o emir üzerine harekete geçti. Üç üyeli gezici mahkeme, Konya'ya gitti ve sadece üç gün içinde, Konya bozkırında 2 bin 300 kişi tutuklandı. Tutuklananlardan 805'i, yine üç gün içinde idam edildi. Olayın ardından tarihe şu sözlerle not düşüldü: "Konya merkezde 2 bin 300 kişi tutuklanmış, 805 kişi üç gün içinde idam edilmiştir. Bin 495 kişi de kürek, kala, bende ve ömür boyu gibi çeşitli cezalara çarptırılmışlardır."
Resmi tarihe yazılmayan bu gerçekler, ilk meclisteki muhalif kanadın ve koca bir milletin hafızasından da hiçbir zaman silinmedi.
"BUNLAR TAVUK DEĞİLDİR! HAYAT ÇOK YÜKSEKTİR!"
Aynı günlerde, mecliste sert tartışmalar da aralıksız devam ediyor, konu sık sık saltanat ve hilâfete geliyor, ancak tartışma o an kavgaya dönüyordu. O tartışmalar sırasında bir gün, muhalif kanadın vekillerinden Sinop mebusu Hakkı Hami Bey söz aldı ve doğrudan doğruya İstiklâl Mahkemelerini savunanlara seslendi:
"Efendiler İstiklâl Mahkemeleri'nde adam asmakla bizler gayemize ulaşacaksak, hiç ulaşmayalım. Pek çok masum canından oluyor. İdam tavuk öldürmek değildir, bunlar tavuk değildir. Hayat çok yüksektir!"
Ne yazık ki gerçekler, tam da Sinop mebusu Hakkı Hami Bey'in işaret ettiği gibiydi. Suçlu ya da masum fark etmiyor, Anadolu halkı akın akın darağaçlarına götürülüyordu. Taraflı tarafsız herkes, İstiklâl Mahkemelerinin yapısını ezbere biliyordu.
"ÜÇ ALİLER" DİVANI
İstiklâl Mahkemesine bir isim bile takılmıştı. Mahkemenin halk arasındaki adı "Üç Aliler" divanıydı. Bu isim mahkemenin üç üyesinden; Kılıç Ali, Necip Ali ve mahkeme başkanı Kel Ali'den geliyordu. Ancak, Ali'lerin üçü de hukukçu değildi.
Sadece onlara verilen görevleri yerine getiriyorlar; muhalefeti susturuyor, yazarlardan yayıncılara, saltanatı savunanlardan, muhafazakârlara kadar herkese korku salıyorlardı.
Halk, ara ara eğer hilâfet kalkarsa dinimiz elden gider diye ayaklanıyordu ama her ayaklanmanın sonu mutlaka İstiklâl Mahkemesinde, oradan da yine mutlaka darağacında bitiyordu.
GENÇ TÜRKİYE SANCILI GÜNLER YAŞIYOR!
11 Ağustos 1923 günü, yeni bir meclis daha kuruldu ancak bu kez mecliste muhalefete yer verilmedi. Eskiler tümüyle tasfiye edildi ve bunun "inkılâplar" için gerekli olduğu söylendi.
İnkılâbın ne anlama geldiğini, İstiklâl Mahkemelerinin başkanı Kel Ali anlattı. "İnkılâplar; suçlular, hainler hatta şu veya bu nedenle vücudu zararlı olanlar kısacık mahkemelerden sonra öldürüldükleri zaman oluyor" diyerek, o dönem yaşananları meşrulaştırdı.
Meclis, muhalefetsizdi ama muhalefetsizlik uzun sürmeyecekti. Kısa süre sonra o meclisteki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri bir araya gelip Cumhuriyet Halk Fırkasını kurdu.
Mustafa Kemal'in eski silah arkadaşları ise, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adı altında buluştu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruluş bildirgesinde, kendini hürriyetten yana, "dine ve inançlara saygılı" olarak tanımlamıştı; ancak o son iki kelime tehdit sayıldı. Bu yüzden, o fırkanın ömrü uzun süreli olmadı.
HİLÂFETİN KALDIRILMASI, ŞEYH SAİD'İ HAREKETE GEÇİRDİ!
Uzun süren tartışmalar sonunda, 3 Mart 1924'te beklenen son gerçekleşti. Genç Cumhuriyet, en büyük virajlardan birini döndü ve hilâfet o gün uzun tartışmaların sonunda kaldırıldı. Bu olayın ardından Anadolu'da içten içe kaynayan kazan da taştı.
Hilâfetin kaldırılmasının hemen sonrasında o zamanlar Elazığ sınırları içinde yer alan Ergani'ye bağlı Piran Köyü'nde bir isyan patlak verdi. İsyanın başında Nakşibendi Şeyhi Said vardı. Said, kısa sürede ilçeyi ele geçirdi, ardından da Elazığ'a girdi. Hatta birkaç gün içinde, Diyarbakır'ın kapısına kadar dayandı. İsyan Ankara'da tam bir deprem etkisi yaratmıştı.
İNÖNÜ DÖNEMİ İLE MAHKEMELER KATILAŞIYOR!
Fethi Okyar, bu isyanın çıkması üzerine başbakanlık görevini İsmet İnönü'ye bıraktı. İsmet İnönü de, isyanı bastırmak için İstiklâl Mahkemelerinin kapısını bir daha çaldı.
O günlerin devamında, isyana katılan ya da katılmayan, destek veren ya da vermeyen kim varsa asıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası tümüyle kapatıldı ve yeni bir kanun; Takrir-i Sükûn yasası çıkarıldı.
MAHKEME BAŞLAMADAN BELLİ OLAN KARARLAR…
Sükûneti yerleştirmeye dayalı bu kanun gereği, İsmet İnönü imzalı kararname ile Doğu Anadolu ve Ankara'ya yeniden çok geniş yetkili İstiklâl Mahkemeleri kurulacaktı. Bu yeni mahkemelerde savunma makamı da, tanık da yoktu.
Verilecek kararlar daha mahkeme başlamadan belliydi. Bu nedenle duruşmalar genelde "sanıkların idamına, tanıkların bilahare dinlenmesine" cümlesiyle bitiyordu.
ŞAPKA TAKMAYAN DA DARAĞACINA SÜRÜKLENİYORDU
28 Kasım 1925 günü Takrir-i Sükûn kanununun devamı niteliğinde, 625 sayılı yeni bir yasa daha çıkarıldı mecliste. Kanuna göre artık herkes şapka takmak zorundaydı. Aslında bu kanunla fes, sarık ve takke yasaklanıyordu.
Şapka takmak o yasa gereği bir zorunluluktu. Takmamak ya da şapka takmamaya özendirmek ise, büyük bir suçtu ve cezası da idamdı.
İSKİLİPLİ ATIF'I ÇOK ÖNCEDEN YAZDIĞI KİTAP NEDENİYLE ASTILAR!
Çorum'un İskilip ilçesinde dünyaya gelen, ancak medrese eğitimini İstanbul'da alan Mehmet Atıf Hoca o kanunun ilk kurbanı seçilecekti. Çünkü daha o kanun çıkmadan bir buçuk yıl kadar önce bir kitap kaleme almış, kitabında genç cumhuriyeti, Batı'ya özenmemesi konusunda uyarmıştı. Şapka örneğini de, o kitapta vermişti.
Cumhuriyetin bir an önce milletin şapka takma ya da takmama konusundaki tereddütlerini ortadan kaldırması gerekiyordu. Bu nedenle, İstiklâl Mahkemeleri İsmet İnönü talimatıyla bir daha devreye girdi.
İDAMDAN SONRA BAŞINA ŞAPKA GEÇİRDİLER!
Apar topar Üç Aliler divanına çıktı İskilipli Atıf Hoca. Karar baştan belliydi ama zaten hiçe sayılan hukuk ve adalet, o davada tümüyle yerle bir edildi.
Mahkeme başkanı Kel Ali, savcının hakkında 3 ila 15 yıl arasında hapis istediği İskilipli Atıf Hoca'nın idamına hükmetti. En korkuncu ise, Atıf Hoca idam edildikten sonra ibret-i âlem için başına geçirilen şapkaydı.
YILLAR SONRA GELEN İTİRAF "SADECE BEN 5 BİN 216 KİŞİYİ İDAM ETTİM"
Demokrasi tarihinin yüz karasıydı İstiklâl Mahkemeleri. Yargılanmak veya idam sehpasında asılmak için biri hakkında bir söylenti çıkması yeterdi. Bu iddia iftira olsa bile fark etmezdi.
Üç Aliler Divanı, devreye girer ve "vücudunu zararlı buldukları" kim varsa asardı. Gün geldi, kurtuluş mücadelesinin büyük komutanı Kazım Karabekir Paşa bile o mahkemede yargılandı.
İstiklâl mahkemesinin celladı Kel Ali, "Sadece ben 5 bin 216 kişiyi idam ettim" demişti yıllar sonra. Ancak tam sayı ne yazık ki hâlâ bilinmiyor; belki de hiç bilinemeyecek. Dünyanın en hukuksuz kararlarını uygulayan İstiklâl Mahkemelerinin görevi, 7 Mart 1927'de sona erdi.
Necip Fazıl Kısakürek, 1969 yılında yazdığı "Son Devrin Mazlumları" kitabının takdim kısmında, zulme uğrayan bu insanlar için, "Bu eser, tarih boyunca büyük mazlumlardan sonra 'beklenmesi ve ona eklenmesi' gereken bir bahsi çerçeveliyor. İman ve ideal uğrunda umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi" ifadelerini kullanır. Necip Fazıl, pek çok kalemin yazmaktan çekindiği din mazlumlarından Sultan Abdülhamid, Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca, Esad Erbilî Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî ve Dersim mağdurlarının yaşadıklarını şahitlerden de dinledikleriyle cesur bir dille anlatır.
Fikriyat