İlmi tartışmaları Osmanlı'daki temsilcileri: Kadızâdeliler ve Sivâsîler
Osmanlı Devleti’nde 1582- 1685 yılları arasında yaşamış olan Kadızâdeliler ve Sivâsîler, devletin sosyal ve siyasal hayatında kalıcı izler bıraktılar. Bu iki taraf arasındaki mücadeleler, her iki ekolün de dinamizmine katkı sağladı ve toplumla devletin ilgi odağı oldu. Kadızâdeliler ve Sivâsîler arasında gerçekleşen bu tartışmalar, yüzyıla yakın bir süre boyunca devleti ve toplumu meşgul etse de, neticede çoğunluğu Hanefî olan toplumun yerleşmiş örf ve adetlerini hedef aldığı için uzun süreli tutunamadı.
İLMİ TARTIŞMALAR DÖNEMİNDE OSMANLI
On yedinci yüzyıl, Osmanlı Devleti'nin sınırlar açısından en geniş coğrafyaya ulaştığı, ancak artık güç kaybetmeye ve savaşlarda ağır yenilgiler almaya başladığı, bunun yanında halk ve yöneticilerin ahlâkî yaşantılarının zayıfladığı, rüşvet, adam kayırma ve haksız yere adam öldürme vakalarının da sıklıkla görülmeye başladığı bir dönemdi. Öngörülü bazı devlet adamları ile ulema tarafından zaman zaman bu sorunlara işaret edilip muhtelif çözüm önerileri teklif edilse de gereken önlemler zamanında alınamadı. Kadızâdeli-Sivâsî tartışmalarının gerçekleştiği bu dönemde devletin siyasî, sosyal, ekonomik ve ilmî açıdan buhranlı ve meşakkatli bir dönemi yaşadığı söylenebilir.
Osmanlı medreselerinin eğitim ve ilmî seviye açısından en parlak dönemi kabul edilen 15'inci ve 16'ncı yüzyıllar, ilmî tartışmaların yoğun olarak yaşandığı, ilmî canlılığın ve fikir hürriyetinin varlığını gösterdiği dönemlerdi. Osmanlı devlet teşkilatını oluşturan ilmiye, kalemiyye, seyfiye sacayağının belki de en önemli ayağını ilmiye sınıfı teşkil etmişti. Bu yüzden ilmiye sahasındaki bozulma Osmanlı İmparatorluğu için önemli problemlerin başında geliyordu.
Osmanlılarda ilmiye sınıfına dâhil olanlar, öğrencilikten itibaren sırasıyla, camiî görevlisi, danişmentlik, müderrislik, mevleviyet, kadılık-kazaskerlik ve şeyhülislâmlık gibi alanlarda istihdam edilmekteydiler.
CAMİLER DÜŞÜNCEYİ YAYMA MERKEZLERİYDİ
Camiler, dini sebeplerle insanların bir araya geldiği mekânlar olmakla beraber, zaman zaman (Cuma ve Bayram günleri) devlet toplantılarına da ev sahipliği yapan kurumlardı. On yedinci yüzyılda kahvehanelerin kapatılmasıyla daha da cazibeli bir konuma yükselmişti.
Kadızâdeliler hareketi büyük oranda cami içinde doğmuş, cami içinde gelişmiş ve cami cemaatinden taraftar bulmuştur. Nitekim Kadızâdeli Hareketi'nin öncüsü diyebileceğimiz Kadızâde Mehmed Efendi, Sultan Ahmed Camiî'ne Cuma vâizi olarak atandıktan sonra fikirlerini hızlıca yayarak hareketin başlamasını sağlamış, hareketin diğer temsilcileri ve karşı tarafta yer alan Sivâsî Hareketinin önderleri de, Cuma ve diğer günlerde yaptıkları vaazlardan tabiilerini yönetmişlerdi.
Abdülmecîd Sivâsî, Şehzâde, Sultan Selim, Sultan Ahmed ve Ayasofya Camilerinde; Abdülehad Nûrî de, Fatih, Beyazıt ve Ayasofya Camilerinde vaizlik yapmışlar, aynı zamanda bu camilerde hem halka hem öğrencilere muhtelif dersler okutmuşlardı.
MEDRESE İÇİ ÇÖZÜLME
Devletin tüm müesseselerinde olduğu gibi medreselerde daha genel ifade edecek olursak ilmiye teşkilatındaki ilk bozulmalar, Fatih'ten sonra özellikle Kanunî döneminden itibaren başlamış ve bu kurumlar, on yedinci yüzyılda ıslah olmaz hale gelmişti.
16'ncı asır sonlarından itibaren medreselerin alt kadrolarında ortaya çıkan yığılmalar, sistemi tıkamaya başlayacak ve ileride adeta işlemez hale getirecekti. Bunlara ilave olarak, rüşvet ve iltimas yoluyla müderris olunması ve müderrislik makamının, liyakat kriteri gözetilmeksizin devlet adamları tarafından çeşitli kimselere taltif edilmesi, toplumsal bozulmanın kısa zamanda ilmî hayata da sıçradığının göstergesiydi.
Ulema ve diğer devlet erkânı arasında hediye ismi altında rüşvetin alınıp verilmesi, büyük kadıların lüks ve israf içinde yaşamayı âdet haline getirmesi, atanabilmek için büyük rüşvetler verenlerin kadılık görevine getirildikten sonra harcadıkları masrafları gayr-i meşru yollarla halktan tahsil etme yoluna girişmesi gibi durumlar, bu sorunlar arasında zikredilmişti.
İLMİYENİN İÇ HUZURSUZLUKLARI ÇÖZÜLMEYİ HIZLANDIRDI
Medreselerdeki bozulma ve çözülmenin diğer bir sebebi ise, ilmiye sınıfının kendi iç huzursuzluklarıydı. İlmiye teşkilatı içerisindeki kurumların birbirine güveni ortadan kalkmış, müftü-kadı-müderris-vaiz arasında ayrılıklar meydana gelmişti. Bazı kadılar rüşvet alabilmek için, davacı veya davalıların mahkemeye ibraz ettiği fetvaları "kenar müftülerinin fetvasıdır" diyerek önemsememişlerdi.
Ulema, bir takım teferruat ve merasimler içerisinde asıl benliğini ve etkisini hızlı bir şekilde kaybetmiştir. Teşrifatta kimin önde yer alacağı ve protokol sırasının nasıl olacağı hususu ulema arasında pek çok anlaşmazlığa sebep olmuş, sırf bu konuda anlaşamadıkları için birçok âlim faydalı toplantıları terk etmiş veya toplantılara hiç katılmamıştı. Bu dönemde, sanat ve fende değerli eserler kısmen vücuda getirildiği halde, ilim alanında bu verimlilik görülmedi.
KADIZÂDE MEHMED EFENDİ İLE ABDÜLMECİD SİVÂSÎ EFENDİ
Kadızâde Mehmed Efendi ile Abdülmecid Sivâsî Efendi arasında başlayan daha sonra tâbîlerinin giderek artan bir sertlikle sürdürdükleri tartışmalar, tekke ile medrese arasındaki bu uyum ve işbirliğini gölgede bırakacak boyuta ulaşmıştı.
Medrese kökenli olan Kadızâdeliler ile tekke kökenli olan Sivâsiler arasında gerçekleşen bu tartışmalar, her iki tarafın camii vaizliği yapması sebebiyle ilmiye teşkilâtının en alt birimi olan camilerde olup bitmiştir denilebilir. Bu mücadele, böyle karışık bir dönemde cereyan etmiş, kurumlar arası dengenin devlet tarafından sağlanamaması sebebiyle de toplumda büyük infiallere yol açacak bir harekete dönüşmüştü.
OSMANLI'NIN KURULUŞUNDAN İTİBAREN TASAVVUF
Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında Osman Gazi'nin Şeyh Edebali'nin kızıyla evlenmesinden, Yıldırım Beyazıt'ın kızını devrin önemli sûfilerinden biri olan Emir Sultan'la evlendirmesine kadar geçen süreçte, gerek sûfiler ve gerekse devlet idarecileri açısından tasavvufî hayat oldukça faydalı bir şekilde devam etti.
Bu ve bundan sonraki süreçlerde de padişahların bir kısmının, kendilerine danıştıkları şeyhleri hep var olmuş, bir şeyhe mensup olmayanlar da tasavvuf erbabının gönlünü hoş tutmaya çaba göstermişler ve onlara saygıda kusur etmemişlerdi.
17'nci yüzyılın başlarında da bu hoşgörü ve saygı anlayışı devam etti. Nitekim padişahlar sefere çıkarken dönemin mutasavvıflarına danışmışlar, onlardan dua istemişler ve tavsiyelerine kulak asmışlardı. Neticede tasavvufi hayat, Osmanlı topraklarındaki fikrî birliğin devamı hususunda büyük rol oynamış ve Osmanlı hayatının vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti.
TEKKELER MEDRESELERİN RAKİBİ OLDU
Osmanlı'da tasavvufî ayinlerin ve sohbetlerin gerçekleştiği tekkeler, ilmiye mensuplarının medreseleri gibi resmi bir kurum (toplantı yeri) olmasa da, medreselerle rekabet eder hale geldi. Mutasavvıfların ulema gibi halka tepeden bakmamaları, ona daha yakın durmaları ve teorik ilmî faaliyetlerden uzak kalıp insanların ahlâkî pratikleri ile ilgili konulara ağırlık vermeleri, toplum tarafından benimsenmelerini ve tercih edilmelerini kolaylaştırmıştır.
Özellikle XVII. yüzyılda devlet sisteminde baş gösteren huzursuzluklarla birlikte müftü, kadı gibi yüksek seviyedeki ulemanın adlarının bir takım haksız uygulamalar ve rüşvetle anılır olması, onlara itibar kaybettirirken halkın mutasavvıflarla yakınlaşmana sebep olmuştur. Sivil olmaları sebebiyle kapılarını halkın tamamına açan ve onun seviyesine inmeyi başarabilen tekkelerin, halk üzerindeki nüfuzunu gören devlet idaresi de, onların faaliyetlerini desteklemekten geri durmadı.
ÂLİMLER VE ŞEYHLERE PADİŞAHTAN AYNI ÖNEM
Osmanlı sultanları daha devletin kuruluş yıllarından itibaren tasavvuf erbabıyla yakın alaka kurmuş, padişahların çoğu bir şeyh ve mürşit terbiyesinden geçmişti. Yine onlar henüz şehzade iken ilim tahsiline başlamış ve hocalarının dizleri dibinde eğitime tâbî tutulmuşlardı. Kuruluş ve gelişme yıllarında devlette hâkim olan irade, medrese ile tekke arasında bir ayrışmanın yaşanmasına imkân vermeyip, aksine her ikisine de gereken itibarı gösterirken padişahlar ve devlet ileri gelenleri, şeyhlerle olan yakınlıklarının benzerini ulema ile de sürdürmüştü. Birinin elini öpmeyi saygı ve hürmet sayarken, diğerinin atının ayağından kaftanına sıçrayan çamuru iftihar vesilesi olarak kabul etmiş ve aynı kaftanın son elbisesi olarak saklanmasını isteyebilmişti.
Böylece onlar bu davranışlarıyla âlimler ile şeyhler arasındaki birliğin devamına da ne kadar önem verdiklerini göstermişlerdir. Diğer taraftan farklı düşünce hareketleri de devletin nizamına ve şeriata muhalif hareketlerde bulunmadıkları sürece aynı hoşgörü ile karşılanmış ve barınma imkânı bulmuşlardı.
ÂLİMLER VE MUTASAVVIFLARIN BİRLİK HALİ
Bütün bu dönemlerde sultanların ve idarecilerin ulema, tasavvuf ehli ve farklı düşünce hareketlerine yönelik hoşgörüleri yanında, ulema sınıfı ile mutasavvıflar arasında da hoşgörü ve saygı esası hâkimdi. Nitekim ilim erbabı medreselerde ders okutup şeri' ilimleri halka öğretirken tarikat ehli şeyhler ve dervişler de tekke ve zaviyelerde zikir, fikir ve sohbet meclisleri ile irşat hizmetini yürütüyorlardı. Bu devirlerde gerek tasavvuf erbabının gerekse ulemanın şeri ilimlere vâkıf hatta bu ilimlerde yüksek derecelerde bulunmaları, tekke erbabı ile medrese mensuplarını çoğu zaman ortak zeminde birleştiriyor, anlaşmazlık durumlarında da "ilim" hakem kılınarak onun önerdiği çözüme rıza gösteriliyordu. Hatta bazen yıllarını müderrisliğe vermiş birçok ilim adamı, ilerleyen dönemlerde tasavvuf yolunu seçerek irşat hizmetlerini tekkelerde sürdürürken bazen de tekke mensubu kişiler medreselerde ders vermek suretiyle bu uyum ve birliği tamamlıyordu.
Mutasavvıflar da ulema gibi şeriatın temel prensiplerinin korunması noktasında büyük hassasiyet göstermiş, şeriatı bilmeyen ve ondan uzaklaşan kişinin gerçek sûfi olamayacağı yönünde ifadeler kullanmışlardı. Bazen tasavvuf yoluna girmiş öğrenciler, hocaları tarafından "zahirî ilimleri tahsil etmeye daha yatkındır" denilerek medrese eğitimine yönlendirilmiş veya medreselerde bu durumun tam tersi yönlendirmeler söz konusuydu. Nitekim Kadızâde Mehmed Efendi, Vânî Efendi ve bunların ilham kaynağı Birgivî'nin hayatında tasavvuf deneyimleri şeklinde tabir edebileceğimiz geçiş dönemleri olmuştu.
"KADIZÂDELİLER HAREKETİ"
Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama devri kabul edilen XVII. yüzyılda döneminin başlarından IV. Mehmed'in saltanat döneminin sekizinci yılına kadar olan süre içinde) Kadızâde Mehmed Efendi ve onun yolundan giden bazı vaizlerin ön ayak olduğu bir topluluk, devletin ve toplumun içinde bulunduğu sıkıntılı, buhranlı durumu düzeltebilmek adına, bir kısmı o zamana kadar dillendirilmeyen, diğer bir kısmı da rağbet bulmayan bazı görüşler ileri sürmüşler ve bu görüşleri uygulama sahasına koymaya çalışarak etkisi yaklaşık yüzyıl sürecek bir hareketi temsil etmişlerdi.
O dönemde Ayasofya Camii'nde vaizlik yapan Kadızâde Mehmed Efendi'nin başlattığı bu hareket, onun adına nispetle "Kadızâdeliler Hareketi" olarak anılmış, bazı tarihçiler tarafından da, temsilcileri fıkhî konular üzerinde yoğunlaştıkları için fakîh kelimesinden bozma "Fakılar Hareketi" olarak tanımlanmıştı.
Kadızâde Mehmed Efendi ve takipçileri, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra ortaya çıkan bir takım adet ve uygulamaları bid'at olarak nitelemiş ve şiddetle reddetmiştir. Dolayısıyla Kadızâdeliler hareketinin amacı, İslâm'ı, Kur'an-ı Kerîm ve Peygamberin sünneti dışında kalan bid'at sayılan unsurlardan arındırmak ve bu anlayışı devletin bütün kademelerine yaymak olarak nitelendirilebilir.
Kâdızâde Mehmed Efendi'nin vefatından sonra kendisini takip eden vâizler, onun başlattığı bu düşünsel hareketi bir adım daha öteye götürerek eylem boyutuna aksettirdiler. Bu dönemde Kadızâde'nin İslâm'ın özüne ve şeriata aykırı olduğunu iddia ettiği her türlü bid'at ve hurafeye karşı, fiili bir mücadele başlamış, kaba kuvvete başvurularak halkın bunları terk etmesi istenmişti.
Devletin gücünün arkalarında olduğunu hissettikleri bir anda İstanbul'u tüm bid'atlardan kurtarmak ve Peygamber'in Medine'si gibi yapmak için Üstüvânî Mehmed Efendi'nin önderliğinde Fatih Camiî'nde silahlanarak buluşmuşlardı. 22 Eylül 1656 Cuma gününe tesadüf eden bu günde, namaz esnasında makamla Kur'ân okuyan müezzinleri dışarı atmak istemişler ancak halk tarafından mukavemet görerek engellenmişlerdir.
Yine de halkı, emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'lmünker vazifesi için yardıma çağırdılar. Niyetleri İstanbul'daki önemli camilerinin bir minaresi dışındaki tüm minarelerini yıkmak, türbe ve tekkeleri basmak, dağıtmak, buradaki şeyh ve dervişleri tecdîd-i imana davet etmek, kabul etmeyenleri öldürmek ve böylece bid'at ve hurafelerden şehri temizlemekti.
Ancak bu hareket planlarını önceden haber alan dönemin sadrazamı Köprülü Mehmed Paşa, ilmiyenin önde gelenleri ile acilen toplanıp Kadızâdelilerin bu tavırları hakkında bilgi alışverişinde bulunmuş ve nihayetinde kendilerinden Kadızâdelilerin Sünnîlik iddialarının hatalı olduğuna, faaliyetlerinin ise ancak öldürülerek cezalandırılma ile son bulacağına dair fetva almış; onlardan önce harekete geçip bir taşkınlığa meydan vermelerine fırsat vermeyerek hepsini tutuklamış ve Üstüvânî Mehmed Efendi ile hareketin başını çeken diğer vâizleri Kıbrıs'a sürgüne göndermişti.
"SİVÂSÎLER HAREKETİ"
Kadızâde ve takipçilerinin temelde her türlü bid'at ve hurafelere özelde ise mutasavvıflara karşı yürüttüğü mücadele doğal olarak mutasavvıflar tarafında muhalif bir cephe oluşturdu. Kadızâde Mehmed Efendi'nin görüşlerine karşı, Halvetî şeyhi Abdülmecîd Sivasî Efendi; Üstüvânî Mehmed Efendi'ye karşı Abdülehad Nûrî Efendi ve Vânî Mehmed Efendi'ye muhalif olarak da Niyâzi Mısrî mücadele etmişlerdi.
Kadızâde gibi sultanların camilerinde vaizlik yapan Sivâsî, Kadızâde'nin bid'at olarak nitelediği tasavvufî ayin ve zikirlerin ilmî delillerle meşru olduğunu ispatlamaya çalışmış, Kadızâde'nin tütün, kahve ve kahvehanelerle ilgili aşırı yasakçı tavrına karşı durmuştu. İkinci kuşakta ise Abdülehad Nûrî, vaaz kürsülerinden mutasavvıfları hedef alan ve diğer vâizleri onlara karşı kışkırtan Üstüvânî Efendi'ye karşı mücadele etmişti.
TARTIŞMALAR KADIZÂDELİLER TARAFINDAN BAŞLATILDI
Kadızâde-Sivâsî ekolleşmesi sürecinde tartışmalar, ilk olarak Kadızâdeliler tarafından başlatılmıştır. Bu yüzden genelde tarih kitapları, hareketi tartışmayı başlatan Kadızâdeliler'e mal etmişler ve "Kadızâdeliler Hareketi" olarak isimlendirmişlerdi. Ancak diğer bir açıdan bakıldığında Kadızâdelilerin hücumlarının Sivâsiler'in düşünce ve davranışlarına bir tepki olduğunu söylememiz de mümkün. Dolayısıyla her iki tarafın da temsil ettiği bir düşünce ve bu düşüncenin fiilî sahadaki yansıması olan bir hareketi söz konusu.
O zamana kadar dillendirilmeyen düşünceleri ifade ettikleri ve yerleşik olan örfe karşı bir tutum sergiledikleri için Kâdızâdeliler ön plana çıkmışlardı. Sivâsîler ise, bu harekete karşı örfü ve geleneği savunan bir tavır sergilediler. Tarafların birbirleriyle, yüksek rütbeli ulema, padişah ve halkın huzurunda tartıştığı durumlar olmuş, her iki ekol de kendilerine tâbî bir cemaat oluşturmuşlardı.
KADIZÂDE VE SİVÂSÎ EKOLLEŞMESİ KARŞISINDA DEVLETİN İZLEDİĞİ POLİTİKA
Kadızâdeliler ve Sivâsîler arasındaki tartışmalar tüm şiddetiyle devam ederken, Osmanlı Devleti'nin başarılı bir denge politikası izlediğine vurgu yapmak yerinde olur. Nitekim her ne kadar ilmî teknik yönü olsa da tartışılan konuların siyasetten bağımsız olarak geliştiği düşünülemez.
Osmanlı Devleti, devletin bekasını tehdit eden ve geniş halk yığınlarından destek bulacak muhtemel bir organizasyonun ancak tarikatlar vasıtasıyla yapılabileceğini düşünüyordu. Nitekim tarihi boyunca önderliğini şeyhlerin yaptığı çok sayıda isyanla karşılaşmış ve bunlara karşı mücadele vermiştir. Bu yüzden devlet bu tür grupların ülkede bir kargaşa çıkarma ihtimaline karşı sürekli teyakkuzda olmuş ve çeşitli tedbirler alarak gerektiğinde müdahale etmişti. Bir taraftan tasavvufî gruplara destek verip büyümeleri için çeşitli imkânlar sağlarken, hatta bazı devlet erkânı bizzat bu gruplar arasında yerlerini alırken; bir taraftan da onların devleti ortadan kaldırabilecek boyuta ve nüfuza sahip olmasını önlemek istemişti. Bunun için zaman zaman çeşitli tekkeleri teftiş etmiş, tasavvuf mensuplarına bir takım cezalar uyguladı ama asla tasavvufu bitirmeyi düşünmedi. Çünkü büyük kalabalıkları tasavvufî gruplar sayesinde kontrol etmek mümkün ve kolay olabilmişti.
DÖRDÜNCÜ MURAT VE DENGE POLİTİKASI
Kadızâde Mehmed Efendi ile Sivâsi Efendi arasında vuku bulan tartışmaları yakından takip eden IV. Murad, zaman zaman onları huzurunda dinlese ve birisinin haklılığına hükmetse de genelde iki tarafı da memnun etmeye ve küstürmemeye gayret etti.
O, bir yandan devletin içinde bulunduğu karmaşık ve sıkıntılı durumu idare edebilmek için Kadızâde'nin fetvaları ardına sığınarak dilediği tedbirleri almakta, bir yandan da Sivasî Efendi'ye iltifatlar edip yumuşaklık göstererek tasavvuf çevrelerini kontrolü altında tutmaktaydı. Onun bu tavrı devletin halk üzerinde etkinliği olan liderler arasında dengeyi gözeten bir politika izlediğini gösterir.
DÖRDÜNCÜ MEHMED İLE DENGE SİYASETİ BİTTİ
IV. Mehmed'in çocuk yaşta tahta çıkması, saray mensupları arasında saygınlığını artıran Kadızâdelilerin iktisadi ve hukukî yönden güçlenmelerini beraberinde getirmiş, nihayetinde ölçüsüz eylemlere karışmalarına yol açmıştı. Vânî Mehmed Efendi IV. Mehmed zamanında kişilerin tayini ile ilgili yönetime mektuplar yazmıştı. Ancak bu mektuplar daha ziyade tavsiye ya da şikâyet özelliği arz eder.
BAŞKA ZÜMRELER BU MESELEYE KARIŞTI MI?
Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasındaki bu ayrışmaya, vaizlerin dışında öteki ilmiye mensuplarının katıldıkları bilinmiyor. Şeyhülislâm ve diğer kazaskerlerden oluşan ilmiye mensubunun üst düzey temsilcileri, padişahın talebi ve taraflardan birisinin isteği üzerine birkaç kez hakemlik yapmanın dışında bu tartışmalara müdahale etmemişler, fikirlerini söylemekten geri durmuşlardı. Ulemanın bu suskunluğunun, vaziyetin vahametini iyi kavrayamamış olmalarından veya Kadızâdelilerin nüfuz ve baskılarından çekinmelerinden kaynaklanmaktaydı.
Kadızâde ekolünün, daima olumsuz görüşleri dile getirerek meseleleri çözümsüzlüğe sürüklediğini; buna mukabil Sivâsîlerin bu konulara dair çözüm önerilerinin ise daha akılcı ve mantıklı olduğu görülür. Her iki ekolün mensupları da birbirlerini eleştirirken ağır üsluplar kullanmış, birbirlerini tekfir etmiş ve muhataplarını küçümseyen hakaretamiz kelimeler kullanmıştı.
Her iki tarafın da vaaz ve derslerini bizzat dinlediğini ifade eden Kâtip Çelebi, tarafların yanlışlarını eserinde belirtmektedir. Kâtip Çelebi, Kadızâde Mehmed Efendi'den bir dönem ders okumuş olsa da tarafların tartışmalarını ele alırken gruplara eşit uzaklıkta bulunmaya gayret etmiş, her iki ekole de tenkitler yöneltmiş ve onlardan birinin ifratı, diğerinin tefriti temsil ettiği vurgusunu yapmıştı.
HANGİ KAYNAKLARDAN FAYDALANDILAR?
Kadızâdeliler ve Sivâsîlerin kaynaklardan yararlanma yöntemine gelince; her iki ekol de, bazen doğrudan delillere dayalı fetvalar vermiş; bazen de kendilerinden önceki âlimlerin verdikleri fetvaları nakletmişlerdi.
Yazmış oldukları eserlerde savundukları görüşleri ifade ederken klasik delillendirme yöntemini kullandılar. Öncelikle kavramlar ile ilgili kısa tanımlar yaparak konu edinilen meselenin net olarak anlaşılmasına özen göstermişler, sonra da âyet ve hadislerden iddialarına deliller getirmişlerdi. Bunun yanında zaman zaman mezhep imamlarının görüşleri, muteber hadis ve fıkıh kitaplarındaki rivayetler, çeşitli kıssa ve menkıbeler, her iki ekol tarafından da referans olarak kullanılmıştı.
Kadızâdeliler, başucu kitabı edindikleri Birgivî'nin et-Tarîkatü'l Muhammediyye isimli kitabından istifade etmişler, Abdülmecîd Sivâsî ve Abdülehad Nûrî de şeyhlerinden alıntılar yaparak diğer tasavvuf büyüklerinin sözlerine atıflar da bulunmuşlardı.
Her ne kadar müspet ilimlere karşı menfi bir tavır takındıkları söylense de bu araştırmada, Kadızâdelilerin çoğu zaman matematiksel ve felsefî izahlara başvurarak meseleleri izah ettikleri görülür. Kıyas ve açıklama gibi deliller yanında filozofların sözlerini de görüşlerini teyit etmek için nakletmişlerdi.
Ayrıca kaynakların çoğu Kadızâde Mehmed Efendi'yi iyi bir kelamcı olarak takdim eder. Şu takdirde bu bilgi, Kadızâdelilerin aklî izahlardan "felsefiyyâttır" deyip uzak durduklarına dair Kâtip Çelebi'nin analizinin test edilmesini gerekli kılar.
Kadızâde ekolü karşısında yer alan ve Sûfî kanadı temsil eden Sivâsîler ise okuyucularını ikna edebilmek için zaman zaman mürşitlerinin verdikleri gaybî haberleri ve kerametleri nakletmişlerdi. Kadızâdelilerin, delil değeri taşımadığını ileri sürerek bu rivayetlere itibar etmeyeceği açık. Ancak onlar da yeterli delil bulamadıkları takdirde Peygamber (s.a.v.)'i rüyada görüp ele aldıkları mesele hakkındaki kesin hükmü bizzat Rasulullah'tan duyduklarını ifade etmişlerdi. Bu rivayetler, muhataplarını ikna etme gayreti içinde olan her iki ekolün de zaman zaman delil sıkıntısı yaşadığının bir göstergesiydi.
KADIZÂDE EKOLÜNÜN ÖNDERLERİ SİVÂSÎ EKOLÜNÜN ÖNDERLERİ
Kadızâde Mehmed Efendi Abdulmecid Sivâsî Efendi
Üstüvânî Mehmed Efendi Abdülehad Nûrî Sivâsî Efendi
Vânî Mehmed Efendi
Ekollerin birbirine muhalif görüşleri benimsediği tartışma konularını şu şekilde sıralamak mümkün.
İtikâdî Konular
Hızır'ın sağ olup olmadığı, Hz. Peygamber'in anne ve babasının iman ile ölüp ölmediği gibi meseleler.
Amelî (Fıkhî) Konular
İbâdetler: Ezan ve mevlidin makamla okunması, cemaatle nafile namaz kılınması, tasliye, tarziye ve kabir ziyaretleri gibi meseleler.
Tasavvufi Meseleler: Sema, zikir ve devrân ile ilgili konular.
Sosyal Meseleler: Tokalaşma (musâfaha) ve selam verirken eğilme (inhinâ)nin hükmü; kahve ve kahvehanelerin haram olup olmaması ile ilgili konular.
(Derlenmiştir.)