Yazarların kalem kavgasına tutuştuğu bu ortamda duruma göre Peyami Safa-Yakup Kadri, Peyami Safa-Nâzım Hikmet veya Peyami Safa-Necip Fazıl kavgasına şahit oluruz. Çok ses getiren ve yabancı basının dahi ilgisini çeken 'Ekmek Kavgası' tartışması edepli olması gereken ediplerin üslubunun ne denli bozulabileceğini de gösteren çarpıcı bir örnek olarak karşımıza çıkıyordu…
Ünlü kalem ustalarının birbirlerine yönelttikleri eleştiriler sadece bizim edebiyatımızda değil, batı edebiyatında da mevcuttu. Eserleri milyonlarca okur tarafından beğeniyle okunan yazarların hem eserler üzerinden hem de kişisel ihtiraslar yüzünden tatlı-sert kavgalara tutuştukları o yazıları kısaca derledik.
Tanzimat'ın ilk kuşağı içinde Namık Kemal-Ziya Paşa, ikinci kuşakta Recaizade Mahmut Ekrem-Muallim Naci, Servet-i Fünun yıllarında Ahmet Mithat-Cenap Şahabettin, Cumhuriyet döneminde Peyami Safa-Necip Fazıl, Peyami Safa-Nâzım Hikmet tartışmaları akla ilk gelenler arasında. Bu kavgaların bazıları edebiyat görüşlerine dayanırken bazıları ya siyasal eğilimlerden ya da tamamen kişisel nedenlerden kaynaklanır. Bazen de Peyami Safa-Necip Fazıl arasındakinde olduğu gibi intihal (çalıntı) meselesi tartışmaya yol açabilir.
TÜRK EDEBİYATINDAKİ KALEM KAVGALARI:
"DİVAN ŞİİRİ-BATILI ŞİİR" EKSENİNDEKİ TARTIŞMALAR
Recaizade Ekrem'in "Zemzeme" adlı şiir kitabının ikinci kısmını Ahmet Mithat Efendi'ye göndermesiyle başlayan tartışma edebiyatımızda "zemzeme-demdeme" münakaşası olarak bilinir. Recaizade Mahmut Ekrem'in "Talîm-i Edebiyat" adlı eserinin yayımlanması üzerine de, Elhâc İbrahim Efendi Tercemân-ı Hakikat'te "İmar ve Tashih" başlıklı bir eleştiri yazısı yazar. Recaizade'nin cevap yazısı aynı gazetede "Tekrar ve Tavzîh" başlığıyla yayımlanır. Görünürde "istiare" gibi teknik bir konuda yapılmış bir eleştiriden kaynaklanmış görünen tartışma, İbrahim Efendi'nin ikinci eleştirisi "Mülâhazât" ve Recaizade'nin buna cevabı "Müdâfaât" ile sürer. Abdurrahman Süreyya "Tebrik", Ahmet Mithat Efendi "Talîm-i Edebiyât ve Muâhezât" yazılarıyla Recaizade'nin lehine tartışmaya katılırlar. Bu durum tartışmanın gerçekte bir "eski-yeni" ya da "Divan şiiri-Batılı şiir" ekseninde yapıldığını gösterir.
Hasan Âsaf adlı genç bir şairin Malûmat'ta (26 Ekim 1311/7 Kasım 1895) yayımlanan "Burhân-ı Kudret" adlı şiiri edebiyatımızda "abes-muktebes" ya da "kafiye göz içindir-kulak içindir" biçimlerinde adlandırılan tartışmayı başlatır.
TANZİMAT'IN İLK KUŞAĞI
NÂMIK KEMAL VE ZİYA PAŞA TARTIŞMASI
Nâmık Kemal ve Ziya Paşa, edebiyatçı kimlikleriyle beraber, aynı zamanda yaşadıkları devrin aydın sorumluluğuna sahip entelektüel birer şahsiyeti olarak memleketin içine düştüğü kötü gidişatı değiştirmek üzere siyasî bir mücadeleye de girdiler. Birbirlerine zor zamanlarda destek oldular. Tek amaçları Osmanlı'nın da Batı uygarlığını yakalaması ve bu yönde ilerlemesiydi. Avrupa'da değişik faaliyetlerde bulunan iki münevverin arası, eski ve yeni edebiyat anlayışı uğruna bozulacaktı.
Ziya Paşa, eserinde şiir, edebiyat, şair, yazarlar hakkında kişisel fikriyatını paylaşır. Ziya Paşa, daha önce bizzat kendisinin çıkarttığı Hürriyet Gazetesi'nde 1868 yılında Şiir ve İnşa makalesinde edebiyatımızın Arapça ve Farsça egemenliğinde kurtulmasını dile getirir.
Ziya Paşa, Harabat'ta, Osmanlıca'nın zenginleşmesi gerektiğinden dem vururken, aynı zamanda Divan edebiyatı över. Ziya Paşa'nın bir süre önce halk edebiyatını savunması kendi içerisinde çelişkiye neden olur. Paşa'nın Harabat eserinde bunu dile getirmesi dönemin münevver ve yazarları arasında ateşli tartışmalara sebebiyet verir.
Tanzimat aydınlarının da kısa sürede dâhil olduğu kalem kavgasında öne çıkan isim ise, vatan şairi Nâmık Kemal olur. Ünlü şair, Tahrib-i Harabat adlı eserinde şunu yazar;
Eskilerden Ahmed ve Necati
Gönlü kırık ve serseri Zati
Türkçe söyleyişe temel koymuşlar
Gerçi temeli güzel koymuşlar
Şair, bu dizelerinde Divan edebiyatını yerer. Ahmet, Necati dediği kişiler ise, Divan edebiyatının önemli temsilcilerinden olan Ahmedi ve Necati adlı şairlerdir.
Nâmık Kemal, Tahrib-i Harabat'ı 1875'te yazar ve o dönemde Magosa'da sürgün hayatı yaşamaktaydı. Nâmık Kemal, Ziya Paşa'yı eski edebiyatı hortlamakla suçlar.
Vatan şairi aynı eserinde Ziya Paşa'nın Şiir ve İnşa makalesinde halk edebiyatı taraftarı olduğunu fakat Harabat'ta Divan edebiyatını savunarak eskiye olan özlemini dile getirdiğini yazar. Bu Kemal'e göre büyük çelişkidir.
NAZIM HİKMET- PEYAMİ SAFA KAVGASI
Edebiyat tarihindeki kalem savaşlarının en renklisi Peyami Safa ile başlar. Safa, Nurullah Ataç'tan Orhan Veli'ye, Cahit Sıtkı'dan Muhsin Ertuğrul'a, Tan gazetesi sahipleri Sabiha ve Zekeriya Sertel'den Aziz Nesin'e kadar hemen herkesle polemiğe girdi. Ama en büyük kavgayı eski dostu Nazım Hikmet'le yaptı. Bu kavga 1929 – 1935 yılları arasında başladı, sonra uzun bir boşluk oldu ve 1958 – 1961 arasında yeniden başladı.
1929 yılının Mayıs ayında Nazım Hikmet'in kitapları edebiyat dünyasında hızlı bir yükselişe geçti.
"835 Satır", "Jokond ile Si-Ya-U", "1+1=1." Şiirleri de aynı ölçüde yükselirken Babıali'nin köşe başını tutanlar bu gidişattan memnun kalmadı. Büyün kuralları yıkan kendine proleter şair diyen kavgacı adam da kimdi? Hemen müdahaleye geçtiler ve salvo ateşe başladılar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu; "... bunlar saman ekmeği yiyerek büyüyen bir kuşağın gençleridir. Bu yüzden cansız, kansız, gıdasız bir kuşaktır" diyordu. Daha sonra karşı cepheden yanıt geldi. Peyami Safa'nın on beş günde bir yayınlanan "Hareket" adlı dergisiyle, Sertel'lerin "Resimli Ay" dergisi bu atağı birlikte karşılama kararı alırlar.
ESKİ - YENİ, MİLLİYETÇİ - KOMÜNİST ÇATIŞMASI
Aynı günlerde Nazım, "Putları Yıkıyoruz" başlığıyla Resimli Ay'da bir yazı dizisi başlatır. Haziran 1929'da başlayan bu dizide önce "Dahi-i Azam" denilen Abdülhak Hamit (Tarhan), arkasından "milli şair" denilen Mehmet Emin (Yurdakul) vadesini doldurmuş, alaycı fotoğraflarla resmedilir. Basında büyük yankılar uyandıran bu yazıların başlaması aslında bir eski – yeni, milliyetçi – komünist çatışmasının patlak vermesi olarak düşünülür.
Nazım, "Putları Yıkıyoruz, No. 1, Abdülhak Hamit" yazısında, "hakiki dehayı bulmak için sahte dehaları, kafamıza zorla dikilen putları yıkalım." diyordu. "Putları yıkıyoruz, No. 2, Mehmet Emin Beyefendi"deyse milli şairlik kavramını tartışıyor ve "Mehmet Emin Bey'in şairliği bile göz aldanmasıyken, milli şairlik sıfatı bilgisizliğin aldanmasından başka bir şey değildi." diyordu. Bütün milliyetçiler topyekün ayaklanırlar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı ve aynı zamanda ülkücü Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, "İkdam" gazetesinde sövgü dolu bir karşı yazı yayınlar. Yeni Türkçeyle şöyle bir şey:
"... vatan ve milliyet dininin diktiği putları kıranlar, bunların yerine hangi putları dikecekler? Bolşevik dininin putlarını! Halbuki kırılmak istenen putlar, kaybolmuş bir milletin, kapanmış bir devrin, metrukatı değildir. O putların etrafında vatan ve millet mefkuresi için daha dün yüz binlerce evladını kurban etmiş, yaşayan bir millet var. Karşımızdakiler kimlerdir? ... Memleketin harp günlerinde topraklarımız işgal altındayken, memleketin bütün delikanlıları harp cephelerine damarlarındaki kanı getirirken, vazife saatinde devlet bütçesinden iğfal ile aldıkları paralarla Bolşevik topraklarına kaçanlar, yani asker ve vatan kaçakları, her kandan ziyade Türk kanına bulaşmış, kızıl lokmayla beslenenler bu edebiyat tartışması değil, komünizm propagandasıdır."
HEDEF BU KEZ HAMDULLAH SUPHİ
Artık kılıçlar kınından çekilmiş, savaş kanlı bir boyut kazanmıştır. Nazım saldırgan yazıya karşı, "Cevap 3" başlığıyla bir hicviye yazar. Hedef bu kez Hamdullah Suphi'dir.
Gözleri, kulakları, elleri, ayaklarıyla
Han, hamam, apartıman ve konaklarıyla
16 sayfaları, baskı makinaları – tanklarıyla
Çatal, bıçak, tabak ve bardaklarıyla
yamak ve yardaklarıyla
hücuma kalktılar.
Hele içlerinde öyle bir tanesi var
Öyle bir tanesi var ki,
İnsanın yüzüne öyle bir bakar
öyle melul bakar ki,
toka edersin eline hemen papelini.
Ve sıkar sıkmaz onun elini
Sivri dilli, zilli bir bebek gibi çırpar elini
O bir komik ademdir
Portakal oğlu zademdir
...
Şimdi sıra onun
gelsin o!
Gel;
Sen :
İtlerini öne itip
karanlıkta yol kesen hatip!
SAFA'DAN YAKUP KADRİ DE NASİPLENİR
Safa, 11 Mayıs 1929 tarihli Hareket adlı edebiyat gazetesinde genç edebiyatçıları överken, Yakup Kadri, 30 Mayıs tarihli Milliyet'te şöyle seslenir:
"İşte bugünkü gençlik, bu kaosun içinden, bu uğultulu karanlık ve dolaşık inkılap dehlizinden çıktı. İtilerek, kakılarak, ezilerek, sürünerek, bin zahmet ve mahrumiyet arasında bu devrin aydınlığına doğru yürüdü. (...) Düşünün ki en büyüğü Harb-i Umumi'de daha yirmisini bulmamış bu gençler ekmek yerine samanla karışık hamurla beslendiler ve irfan yerine Babıali(nin) gündelik matbuatının ısmarlama harp edebiyatından başka bir şey okumadılar. (...) Onun içindir ki, şimdi onlardan bir şey istemeğe hakkımız yoktur."
Burada genç yazarlara yapılan göndermeler, özellikle 'saman ekmeği yiyen nesil' sözü üniversite gençliği ve münevverlerden büyük tepki toplayacaktı. Nitekim üniversite hocaları gençlerin aşağılamasını protesto etmekte gecikmeyeceklerdi.
Peyami Safa da boş durmayacak, 5 Haziran 1929'da Hareket'te "Biz sizden değiliz" başlığıyla Yakup Kadri'yi hedef alarak şunları yazacaktı: "Bugünkü gençlik onlara diyor ki: Cihan harbinde siz has (somun) ekmek yediğiniz için biz saman ekmeği yedik. Sizi doyurmak için aç kaldık. Sizi yaşatmak için öldük!"
NAZIM-YAKUP KADRİ KAVGASI
Nâzım Hikmet "Putları yıkıyoruz" başlığı altında edebî eserleri ve edebiyat devlerini acımasızca eleştirir. Yakup Kadri'nin 'Saman ekmeği' yazısı da eleştirilerden nasibini alır. Bunun üzerine Yakup Kadri "Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek Maarif Vekaleti'ni dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz'i aşıp Bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan biri" diye yazar. Nazım da Temmuz 1929'da Resimli Ay'da "Cevap" başlığıyla Yakup Kadri'ye çatar:
"Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
Mukaddes Apis başlı adam;
...
Behey!
Kara maça bey!
Ben bilirim
Bu tehevvür, bu şikayaat niçin?
Bilirim
Beni uykumda boğmak için
bekliyorsun geceyi.
Ben ki bileklerimde tel kelepçeyi
bir altın bilezik gibi taşımışım.
Ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp
kıllı kalın ensemi kaşımışım.
...
Behey yüzü kara!
Ruhunu zenci bir esir gibi çıkardın pazara,
bir orospu odası yaptın kafatasını.
Haki ceketli ölülerin ceplerinden çalarak parasını,
Satın aldın kendine İsviçre dağlarının havasını.
...
Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sensin.
Halkın soyulmuş derisinden
sırtına frak giyen sensin.
...
Meydan senin...
mi dersin?
Hata edersin,
biz de o göz var mı baksana!
Ben içirmek için sana
kendi kara kanını
bir ateş çemberle çevirdim dört yanını
Sağa git,
yok geçit.
Sola git, yok.
İleri
geri
yok ...
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok.
Bir akrep gibi intihar et."
Bu şiirle birlikte edebiyat dünyası ikiye ayrılır: Milliyetçiler ve yeniciler.
SAFA VE NAZIM NEDEN DÜŞMAN KESİLDİLER?
Yükselen Alman faşizminin hayranlığı Peyami Safa'yı da sarmıştı. Safa; "Artık Nazım okunmuyor, yazıları bakkal ağzı, sütçü narası gibi sözler ediyor" demesi üzerine Elif Naci'nin tepkisi üzerine kavga ederler. Bu tatsızlık Nazım'ın kulağına ulaşır ve Nazım hemen en iyi kullandığı silahının şarjörüne sözcükten mermilerini sıralayıp, başlar ateşe. Yazının başlığı; "Kahve – Gazino Entellektüelleri". Tarih 7 Haziran 1935. Özetle şöyle bir ses gelir yazıdan; "Entellektüel dediğin şarkıya benzer. İyisi, özlüsü, derini ve düzenlisine doyum olmaz. Kötüsü hiç çekilmez... (Bu kötü entellektüeller) yağmurun bir yığın sebepler sonunda yağdığını değil, yağmak istediği için yağdığını söyleyen putatapıcılardan farksızdır... Her küçük, yarım entelektüel kendisini dünyanın koruyucusu sanır. Tavuğun, sığırın küçüğü güzeldir. Entellektüelin büyüğü..."
10 Haziran 1935'te Safa, Nazım çatışması iyiden iyiye kızıştı. Olayın aslı bir iğneleme ile başlamıştı:
"Nazım, üstündeki siyasi baskı bir yandan, parasızlık bir yandan derken, harıl harıl yazmak zorundadır. Aynı gün iki, üç hatta daha fazla gazete yada dergide yazılar yayınlamakta ve yazarak hayatını sürdürmeye çalışmaktadır. Komünisttir ve çok etkili bir şairdir. Safa ki onu, Alay Köşkü buluşmalarında, "Yeni şiirin dehası" diye tanıtan biriyken, bir gün aniden anlamlı bir kinayeyle "gelen paraları" kimin aldığını sorar. Soru Nazım'a tuhaf gelmiştir. Nereden gelen paraları? Safa'nın karın ağrısı, Nazım'a komünizm propagandası yaptığı için Sovyetler Birliği'nden para geldiği sanısıdır. Oysa ki böyle bir para Nazım'a geliyor olsa, Nazım kendini yırtarcasına gece gündüz demeden niye çalışsın ki? Nazım çok bozulur. Safa hiçbir şey yokmuş gibi konuyu değiştirir ve çeker gider."
NECİP FAZIL- NAZIM HİKMET KAVGASI
NÂZIM'IN PUTLARI FAZIL'IN MAHKEMELERİ
Nâzım, "Putları Yıkıyoruz" köşesinde bu defa Abdülhak Hamid Tarhan'a Dâhi-i Âzam diyenleri eleştirir:
"Dahi sanatkârın umumi vasfı mensup bulunduğu milletin içtimai inkişaf merhalesini, beynelmilel bir ehemmiyet alacak derecede ifade etmektir. Fakat kendisi sarayından çıkmayan bir beyzadedir. (...) Hamid Bey, devri için yeni, ancak geleceği görememiş, halkıyla bütünleşememiş kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar."
Nâzım Hikmet'in sıradışı eleştiri geleneğini yıllar sonra Necip Fazıl Büyük Doğu'da yaptı. "Edebiyat Mahkemeleri" adlı yazı dizisinde sıra dışı bir konseptle okurun karşısına çıktı.
Bir hayalî mahkeme kurarak ölmüş yazarları davet edip eserlerini ele aldı. Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Mehmet Akif ve Nurullah Ataç'ın ruhları çağırılarak(!) Necip Fazıl'ın ağzından kendilerini savunmaları sağlandı. Tanık olarak da dönemin şair, yazar ve edebiyat tarihçileri davet edildi. Bu durum aslında Necip Fazıl'ın polemikten ziyade farklı bir 'edebî tenkit' anlayışı geliştirdiğini gösteriyordu.
Necip Fazıl, Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında Nazım Hikmet'in yüzüne "Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?" demiştir. Bu soru Nazım Hikmet'e çok ağı gelmiş, birkaç ay geçmesine rağmen etkisinden kurtulamadığı için oturup bir mektup yazmış ve o mektubu postayla değil, kamuoyuna açık bir yerde, bir edebiyat dergisinde yayınlamıştır.
İşte 1936 yılının Nisan ayında gerçekleşen Nazım Hikmet ile Necip Fazıl'ın yazışması:
NAZIM HİKMET'İN NECİP FAZIL'A MEKTUBU
Varlık dergisinde yayınlanan Nazım Hikmet'in Necip Fazıl'a mektubu:
"Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz demektir benden iyi bilirsin. Necip'i necis yapma. Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi'ni, o lisan-i mücerret dilinle Babali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip.
Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye camii direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme.
Eski dostun
Nazım."
Bu ağır hakaretler, Necip Fazıl'ı çileden çıkarıyor ve bir mektup da o yazıyor…
NECİP FAZIL'IN NAZIM HİKMET'E MEKTUBU
Nazım Hikmet'in mektubuna Necip Fazıl'ın cevabı:
"Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmayacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.
Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.
Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.
O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kim bilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, Beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.
Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
Ben - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
Sen - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?
Ben - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Sen - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten men ederler.
Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmayan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
Şimdi bana -tam da senden bekleyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlik reklâm açıkgözlülüğünü… Senin nene mukabele edeyim?
Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarmaş dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?
İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktiyle vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim. Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman…
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.
İşte görüp göreceğin rahmet!"
(11 Nisan 1936)
Necip Fazıl Kısakürek
NECİP FAZIL - PEYAMİ SAFA KAVGASI
Necip Fazıl ve Peyami, sık sık şiddetli kavga ettikleri gibi gazete sütunlarında birbirlerine acımasızca yüklenmekten de geri durmuyorlardı. Necip Fazıl'a göre, "Boyuna çizgisine girer gibi olup, sonra çizgisinden çıkar gibi olan, fakat hiçbir zaman tam zıddına dönmeyen bu eski dostluğu" arada bir tersine çeviren daima Peyami Safa'nın değişmeleri olmuştur. Devamlı değişen ve kavgaya meydan veren Peyami'ye nazaran Necip Fazıl ise kendi durumunu anlatırken söyledikleri ilginçtir: "Biz sabit kaldık ve hep yerimizde bekledik. Zira yerimizi bulmuştuk."
Peyami Safa'nın "Taşkın heyecanlı (hipermotif) ruh yapısı"na sahip Necip Fazıl'ın mizacı hakkındaki kanaatleri dikkat çekici olmakla beraber devamlı didişmelerine rağmen birbirlerini gizliden gizliye hiç yalnız bırakmadıkları anlaşılıyor: "Necip Fazıl'ı ikide bir itidal sınırlarının ve ölçü şuurunun dışına fırlatıp alan bu mizaç, yaratıcı muhayyilesinin hadden aşırı sıçrayışlarını, kendisi için tehlikeli, dostları için meraka düşürücü ifratlara saptırıyor, onu kendi kendisinin yıkıcısı hâline getiriyordu. Otuz beş senedir bu mizaca bağlı kaderi değişmemiştir. Hapse mahkûmiyetlerinin yekûnu galiba seksen seneyi geçecekmiş. Onu tehlikeli ölçüsüzlüklerinden korumak için içinden gelen dostça ikazların akamete uğrayacağını bilir, yine de ümidimi kesmezdim. Böyle bir kabiliyet için idama benzeyen menfi bir değer hükmü vermek ve ümitsizlikle başımı çevirip gitmek istemezdim."
"SERVER BEDİ'NİN EVİNDE…"
Necip Fazıl, Peyami'nin evinde kaldığı günlerde, "Server Bedi, imzası ile polis hafiyesi (Cingöz Recai) hikâyeleri yazan, romanlar tefrika eden ve o sayede geçinen, Babıâli'den başka bir âlemden de kazanç sağlamayı asla düşünmeyen, bütün unsurlarına malikken, henüz fıkracı, fikirci ve romancı Peyami Safa tepesine tırmanamayan" arkadaşını Server Bedi'den kurtarmaya çalıştığını anlatırken Peyami'nin ıstırabını şaşırtıcı bir şekilde ortaya koymaktadır: "Bir gün Genç Şaire sordular: - Nerede kalıyorsun? - Peyami'de... - O nerede oturuyor. - Server Bedi'nin evinde..."
İKİ DOSTUN ARALARI ÇOK GEÇMEDEN AÇILDI
Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki dostun araları çok geçmeden açıldı, gazete sütunlarında kırıcı bir polemiğin kapısı aralandı.Necip Fazıl'ın Para piyesi Şehir Tiyatrolarında sahnelenirken, Tan gazetesi yazarlarından Ulunay, Para'nın İtalyan Gherardo Gherardi'nin Halis Altın isimli piyesinden intihal edildiğini yani "aşırıldığını" yazarak Necip Fazıl'ın eser hırsızı olduğunu iddia eder. Bu yayınlar, Necip Fazıl'ı ciddi biçimde rahatsız ederken, o ana kadar sesi soluğu hiç çıkmayan eski dostu Peyami Safa, "Bir Piyes ve Bir İddia" başlıklı yazısında "becerikli ve pişkin bir reklamcı" olan Necip Fazıl'ın "büyük bir nezaketle kendi locasını ikram ederek yaptığı lütufkâr davet üzerine hem çeviriyi hem de piyesi gördüğü" için yazmaya karar verdiğini söyler. Eski arkadaşının nasıl kendini beğenmiş, burnundan kıl aldırmaz ve doymak bilmeyen "reklam oburu" olduğunu yazan Peyami'nin, Necip Fazıl hakkında söyledikleri aslında yenilir yutulur cinsten değildir.
Peyami, Para piyesinin çalıntı olduğunu ileri sürerek, İtalyan çevirisi ile Para'yı karşılaştırmış ve aradaki benzerlikleri tespit ederek tek tek yazmıştır. Ortaya çıkan benzerliğin tevarütle asla açıklanamayacağını söyleyen Peyami'ye göre, bir iki bölüm tesadüf kategorisine girse bile bu kadar benzerlik tesadüfle açıklanamazdı:
"Buna ister fikir almak, ister tesir almak, ister ilham almak, ister iktibas, ister intihal diyebilirsiniz; tevarüt ve tesadüf diyemezsiniz. Yazarın dostları onu fikir, tesir, ilham çatıları altında barındırabilir, hakikatin dostları bu himayenin rikkat verici manasını anlayıp gülümserler ve susarlar. Para, bir mektep temsili değil, sanat id Peyami bir sonraki yazısında, Para'nın orijinal taraflarını ortaya koyarak "İki eserin de fikir temleri, bazı mizansenleri, başkahraman rolündeki iki maliyecinin para vurmak için kullandıkları politika ve kredi vasıtaları nihayet yakınlarının ve halkın bunları para hırsıyla damgalaması üzerine ikisinin de servetlerini dağıtarak bu ihtirasın başkalarında kendilerinden aşağı olmadığını -sonunda meteliksiz kalmak pahasına- ortaya koymaları, birbirinin tıpkısı olmakla beraber, bütün bu ihtiras ve fikir muhtevalarını aksiyon hâlinde ifade etmek için yazarların buldukları olay ve dram unsurlarının birbirinin aynı olmadığını" ileri sürmüştür.
ESKİ DOSTTAN DÜŞMAN OLMAZ
Peyami Safa'nın, Para'nın gereksiz laf ebeliklerinden kurtarıldığında ve yerini bütünüyle insan faktörünün almasıyla birlikte "tiyatronun tiyatrosu" olacağını yazması şaşırtıcıdır; ama asıl ilginç olan Peyami'nin eski dosttan düşman olmaz atasözünü haklı çıkaran sözleridir:
"Yazar beni affetsin: Onun son perdesi, Türk sahnesi ve edebiyatına harika bir Anadolu peyzajı getiren Tohum piyesiyle Para aynı liyakat soyundan değil ve birbirine iki düşman gibi yabancı duruyor. Ne olurdu, bu eser, yalnız geçen makalemde saydığım benzeyiş unsurlarıyla değil topyekûn bütün terkibiyle bir İtalyan yazarından intihal olsaydı da verdiğimiz acı tenkit hükümleri eski bir dostu değil, herhangi bir ecnebiyi gidip bulsaydı. Yazarın şu hakkını da verelim: Para'daki banker tipinin başka eserdekini andırması orijinal olmasına mani değildir. Çünkü tiyatro ve edebiyat tarihinde bütün ahlak prensiplerini tepen, paradan başka iman bilmeyen, kurnaz ve küstah maliyeciye adım başında rastlıyoruz. Mirbeau'nun İsidore Lechat'sı, Dumas Fils'in Jean Jiraud'u, Augier'in Vernooillet'i ve Maitre Guerrin'i, Balzac'ın Mercadet'i ve ta on sekizinci asırda Le Sage'in Tucaret'i… Unutmayalım hepsinden önce yine koca Shakespeare'nin Venedik taciri Shylock'u… Bu şecere Para yazarını tamamen kurtaramazsa da hiç olmazsa tip bahsinde epeyce teselli eder."
NECİP FAZIL CEVAP BİLE VERMEZ!
Necip Fazıl, bu iddialar karşısında cevap vermek yerine mahkemeye başvurmuş ve Para'nın "çalıntı" olduğunu yazan diğer gazetecilerden değil sadece Peyami'den şikâyetçi olmuştur. Bütün hıncını Peyami'den çıkarmak isteyen Necip Fazıl mahkemede, "Eser vererek millî Türk kütüphanesini zenginleştirme mücadelesinin Tanzimat'tan beri fikir ahlakımızın temsilcileri tarafından taşlandığını" iddia ederek "Bu davanın hâkiminden alacağı ilâmın fikir piyasamızın yıllardan beri beklediği bir ahlak hareketinin en güzel dersini teşkil edeceğini, böylelikle bugünün ve yarının nesillerine en güzel bir belge sunulacağını" söyler.
Peyami'nin gazete yazısına çok öfkelendiği ve burnundan soluduğu anlaşılan Necip Fazıl'ın son sözleri ise yeni bir kavganın işareti gibidir: "Muhterem hâkim, benim kanunî haklarımdan fedakârlık ederek hasmıma verdiğim ispat hakkına mukabil, ben de ondan bir hak istiyorum. Bana intihal isnat eden adamın birçok eseri, beni tenzih etmek için kullandığı kendi tabiriyle güpegündüz kuyumcu dükkânını basan bir haydudun hareketine eş olarak baştanbaşa intihal mahsulüdür. Bütün vesikalarım ve ispat unsurlarım işte şu çantada… İsterse beş dakika içinde ispata hazırım."
NECİP FAZIL'A GARAZIM VARDI
Mahkemede Peyami Safa'nın nasıl bir savunma yaptığını bilmiyoruz; ancak Necip Fazıl'ın söylediklerine bakılırsa Peyami, hâkim huzurunda imzalayıp verdiği savunmasında şöyle demektedir: "Ona (Necip Fazıl'a) garazım vardı; bana karşı yaptığı yayımlara bir cevap olarak onun ve eseri hakkında çalıntı yalanını uydurdum. Para intihal eseri değildir!"
Necip Fazıl ile olan dostluğu da bir dargın bir barışıklıktan öteye geçmemişti. Sıkı dost olmuşlar, sıkı kavga etmişlerdi, birbirlerini yok yere incitmişlerdi. Ancak her ikisinin de "ben"i kuvvetli olduğundan birbirlerinin sözlerine cevap vermemeyi "gururlarına" yediremedikleri görülüyor. Bu yüzden başlayan polemikler büyük sancılara sebep olmuşsa da, birbirlerinden ayrılmayan iki dost olarak kalabilmişlerdi. Nitekim Necip Fazıl, Peyami'nin ölümünün ardından Yeni Sabah gazetesinde eski dostu için şöyle seslenmişti:
"Kafası vardı. Kültürü vardı.
Cümlesi vardı. Üslubu vardı.
İç dünyası vardı.
Hafakanları vardı.
Çilesi vardı.
Metafizik arayıcılığı vardı.
İmanı vardı.
Şüpheleri vardı.
Nefs murakabesi vardı.
Estetiği vardı.
Diyalektiği vardı.
Cesareti vardı.
Hasılı bir fikir ve sanat adamına gereken vasıflardan birçok payı vardı.
Onun yokluğunu, ölüm tarihi olan bugün, bu vasıfların yokluğunda seyrediyoruz."
AHMET HAŞİM-YAHYA KEMAL KAVGASI
1912'de Fecr-i Aticiler arasına katılan Ahmet Haşim, şiirleri nedeniyle çeşitli eleştirilere maruz kaldı. Devrin önemli şairlerinden Yahya Kemal de, Haşim'i eleştirmekten geri durmadı. Yahya Kemal, Haşim'in sembolizmi bilmediğini, saf şiiri kendisinden öğrendiğini söyledi. Yahya Kemal'in, Haşim'in şiirleri üzerindeki somut eleştirileri ve tamirat çabasının örnekleri, Sermet Sami Uysal'ın söyleşisinde şöyle yer aldı:
"Ahmet Haşim de evvela Servet-i Fünun'u taklit etmiştir. 'Firaz-ı zirve-i' vs. der. Sonraları benim şiirimin dili ile değişip: 'Bir kuş düşünür bu bahçelerde' dedi. Sayemde bizim lisanımızda sade Türkçe söylemeyi anladı. Fakat asıl mesele Türkçenin estetiğini bulmakta idi. İşte Haşim buna erişemedi. 'Zannetme ki güldür ne de lâle' yanlıştır. 'Zannetme ki güldür yahut lâledir' doğrudur. Sonra: 'Âteş doludur' diyor. Ateşte imale yapılmaz. Üstelik ateş olan şey tutulmaz. Dokunulur ve hemen el çekilir. 'Gülgûn' da dememeliydi. Bu kelime divan dilinde var. Bizim lisana aklı erseydi, 'Piyale'yi: "Gül rengine aldanma yanarsın / El sürme ateştir bu piyale…" gibi bir söyleyişle söylerdi. Sonra eski dilde anınçün, bundan dolayı demektir. Yeni lisanda efgan yoktur. Şöyle demeliydi: "Aksetmede sevda gecesinden/Baştanbaşa feryad ile nâle…"
Sonuç olarak divan edebiyatından devralınan hicviye geleneği, tarihî akışta önce nazım (şiir) kültürüyle, Tanzimat döneminden itibarense hem nazım, hem de nesirle (düzyazı) zenginleşerek günümüze gelmeyi başardı. Son zamanlarda şiirin geniş kitleler üzerindeki etkisini kaybetmesiyle hicviye de yerini düzyazıya bırakarak aydınlar arasında silah olarak kullanıldı. Halen yer yer devam eden kalem atışmaları, edebî bir tür olmaktan çok, yazılı kavga kültürünün bir ürünüdür.
BATI EDEBİYATI KALEM KAVGALARI
HEMİNGWAY – FAULKNER
İki yazar alkollüyken yazma üzerine tartışmaya girerler. "Sarhoşken yaz, ayıkken düzelt" sloganının sahibi Hemingway'in alkolle yakın ilişkisi malum. Ciddi ve ağır bir yazar olan Faulkner, Hemingway'i kastederek "Hiç çalışırken, işini yaparken sarhoş olan birini duydunuz mu?" diyerek yazma işini ciddiye almadığını düşündüğünü belirtir.
Daha sade ve doğrudan bir üslubu olan Hemingway'e karşılık Faulkner'in dili daha ağır ve bir miktar da ağdalıdır. Bu yüzden kendisi için "Asla okuyucuyu sözlüğe götürebilecek bir kelime kullanmayı bilmedi" diyen Faulkner'a cevap veren Hemingway "Zavallı Faulkner. Gerçekten büyük kelimelerden büyük duygular doğacağını mı sanıyor?" demiştir.
Friedrich Wilhelm Nietzsche Alman filolog, filozof, kültür eleştirmeni, şair ve besteci. Din, ahlak, modern kültür, felsefe ve bilim üzerine metafor, ironi ve aforizma dolu bir üslupla eleştirel yazılar yazmıştır.
NİETZSCHE- DANTE
Nietzsche, İtalyan şair Dante Alighieri hakkında ağır konuşmuş. Dante 'ye "Mezarlar üzerine şiir yazan sırtlan" demiş. İki yazar her ne kadar aynı çağda yaşamamış olsalar da, Nietzsche, eleştiri sınırlarını aşmış.
H.G.WELLS- GEORGE BERNARD SHAW
İngiliz oyun yazarı H.G.Wells, sebebi tam olarak bilinmiyor ama ünlü yazar George Bernard Shaw ile ateşli bir kavgaya girmiş. Welss, çok sinirlenmiş olacak ki, Shaw'a, "Hastanede çığlık atan gerizekalı çocuk." demiş
VLADİMİR NABOKOV – JAMES JOYCE
1967'de bir röportajda iki sentini Joyce'un efsanevi kitabına verdiğini söyleyen Nabokov, kitapla ilgili şu sert ve açık sözlü eleştiriyi yapmıştır:
"Finnegan'ın Vahı, dış cephesi geleneksel maskelerle giydirilmesine karşın içi sıkıcı bir bir kiralık ev; ve sadece kesik kesik gelen ilahi tonlamalar sayesinde mutlak tatsızlıktan kurtarılabilmiş bir kitap."
MARK TWAİN – JANE AUSTEN
Az çok bilgisi olanlar Mark Twain'in hakaret boyutuna varan sert eleştirilerini bilirler. Ancak yazar, odak noktası olarak özellikle Jane Austen'a yoğunlaşmış gibidir.
Bir arkadaşına yazdığı bir mektupta, hiç haz etmediği başka bir yazar olan James Fennimore Cooper'dan bahseder ve eğer üzerine para verseler Cooper'ı okuyabileceğini fakat Austen'ı parayla bile okuyamayacağını söyler.
Bir başka mektupta ise "Aşk ve Gurur"u okuduğunu ve içinden Jane'in mezarını açıp kendi kaval kemiği ile kafatasına vurmayı geçirdiğini söyler.
JACK KEROUAC – TRUMAN CAPOTE
Biri Beat kuşağının, biri polisiye dünyasının sıkı ismi olan yazarların eleştirileri de satır aralarında kalmış.
Kerouac'ın edebi kaygı gütmeden günlük hayattan bir dille yazıyor olması kendisine nispeten daha 'ciddi üslupla edebiyat' yaptığı söylenebilecek Capote için pek bir şey ifade etmemiş olacak ki bir röportajında gelişigüzel yazdığını belirtmek için "Bu yazmak değil, bu daktilo etmek" ifadelerini kullanmış.
CHARLES DİCKENS – OSCAR WİLDE
Dickens'ın Antikacı Dükkanı kitabını okumadıysanız ve okumayı planlıyorsanız bu başlığı esgeçebilirsiniz. Hikâyenin kahramanı 'Küçük Nell', ailesi ölen ve büyükbabası tarafından büyütülen bir genç kızdır.
Hikâyede Küçük Nell, büyükbabasıyla birlikte yaşamak için bir köye yaptığı uzun bir yolculuk sonrasında ölür. Bu üzücü olay Oscar Wilde için pek bir şey ifade etmemiştir. Wilde aynen şunları söylemiştir: "Ancak taş kalpli birisi Küçük Nell'in ölümünü okuyunca gülmeden durabilir."
FİKRİYAT
Derlenmiştir.
Derin Tarih/Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarının kalem kavgaları
tdk.gov.tr/Selçuk Karakılıç- Peyami ve Necip Fazıl
ensonhaber/Batı edebiyatı kalem kavgaları
artfulliving/Türk Şiirinde Ahmet Haşim-Yahya Kemal Kavgası