Osmanlının son günlerinde yaşanan ihanetler
Dünya Savaşı patlak verip Osmanlı Devleti savaşa girdiğini ilan ettiği sıralarda Osmanlı Devletinin bünyesinde yaşayan bütün halklardan büyük kitlelerin bu savaşa bütün güç ve cesaretleriyle katıldıklarını görüyoruz. Batılı devletlerin ülkenin başkenti olan İstanbul'a girişini engellemek için Çanakkale'de yarım milyon Müslüman şehid olmuştu. Diğer taraftan Suriye'de Cemal Paşa'nın komutası altında olup Araplardan oluşan 4. Ordu aynı şekilde bütün gücüyle düşmana karşı çarpışmalarını sürdürmüştü. Cemal Paşa hatıralarında şunları yazar:
"Düşmana karşı saldırıya geçen askerlerimizin hepsinde, Türk ve Araplar arasında herhangi bir fark olmaksızın mükemmel bir kardeşlik şuuru ve yaklaşımı vardı. Onların arasında hiç kimse kendi hayatını kardeşine tercih edemezdi. Herkes kardeşini savunma noktasında hayatını vermeye hazırdı. Gerçekten Süveyş Kanalı üzerine gelen düşmana karşı yapılan ilk çıkışta çoğunluğu Arap olan birliklerimiz, hilafete bütün kalbleriyle ve duygularıyla bağlı kimseler olarak büyük bir mücadele sergilemişlerdi. Diğer taraftan 25. Fırka'da yer alan Araplar görevlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmiş, ihlasla, samimiyetle büyük gayretler sarf etmişlerdir. Bütün bunların yanı sıra gerçekten büyük bir önem arz eden bir durum da Suriye ve Filistin Arapları arasında hiçbir hainliğin görülmemiş olması, tek bir kişinin bile ordudan firar etmemiş olmasıdır. Ordu donatım birliklerini oluşturmalarına rağmen onlardan böyle bir ihanet ve firar asla görülmemiştir."[1]
İşte bütün bunlar Müslümanların kendi devletleri olan Osmanlı Devletinin birliğine karşı gayet açık olan tavırlarının delilleridir.
1. Yine bu dönemde milliyetçi ve ırkçı Türk cemiyetlerinin oynadığı son derece hain ve hilekâr tavırlarının bir benzerini Arap milliyetçi ve ırkçı cemiyet ve kuruluşları oynamıştır. Bu cemiyetler zahiren İslâm devletinin birliğini korumak ve bu konuda hırsla çalışmak gibi bir tavır sergilemelerine rağmen aslında onlar Osmanlı Devletinin üzerinde ikame edildiği İslâmî düşünceye karşı büyük bir düşmanlık beslemekteydiler.
Irkçı cemiyet, Mart 1915 tarihinde Dımaşk'ta el-Eyyubi'nin evinde yaptığı bir toplantıda devletin yanında savaşta yer almanın gerekliliğini kararlaştırıp bu konuda ayrı ayrı grupların bir araya getirilerek ülkenin düşmana karşı savunulmasının gereğini ilan ettiler. Diğer taraftan Mayıs 1915 tarihinde cemiyetin ve diğer kuruluşların liderleri Emir Faysal'ın İngilizlerle anlaşarak Arapların şartlarını kabul etmeleri hâlinde savaşta onların yanında yer alacaklarını ihtiva eden bir anlaşmaya da bizzat kendileri vakıf oldular.[2]
İşte yine yukarıda ifade ettiğimiz gibi İttihad ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı İslâmî siyaseti ile ilgili olarak görüşlerini ifade ederken, baskı ve istibdada karşı bir tavır takınıp bunlara son vermek ve bütün halklara özgürlük götürmek düşüncesini ilan ediyordu. Ancak iktidara gelişinden altı hafta sonra daha evvel hürriyet için çağrılarda bulunmasına rağmen bu slogan ve söylemlerini değiştirerek, Osmanlı Devletinin sancağı altında yaşamakta olan bütün halkları Türkleştirme politikasını gütmeye başladı.
İşte Cemal Paşa, Suriye'deki makamını selefinden devralırken şöyle diyordu:
"Onlar yani Araplar, yüce vatanlarını büyük bir samimiyetle korumaya çalıştılar. İslâm hilafetinin korunması ve özgürlüğü için sürdürülen bu savaşta, onların hiçbir engel tanımaksızın büyük bir fedakârlıkla, nefislerini ve canlarını bu uğurda feda edercesine çarpıştıklarını gördüğümde kalbim büyük bir gurur ve muhabbetle dopdolu oldu."
Sonra Cemal Paşa bizzat bu iki kardeş milleti, ayrılığa düşmekten uzak kalmaya davet ediyor ve aralarında herhangi bir ihtilâfın olmamasına gayret etmelerini istiyordu. Zira onlar İslâm'ın iki temel direği durumunda idiler. Eğer bu tavsiyenin aksine hareket edip ayrılığa düşecek olurlarsa bu durum her ikisinin de çökmesine sebep olacaktır. İşte bundan dolayı da Araplarla Türkler birbirlerini sevmek zorundadırlar. Onlar birbirlerini sevip her iki milletin gayretleri neticesinde oluşan meyveleri de yine birlikte toplamalıdırlar.[3]
Cemal Paşa bu düşüncelerini Dımaşk'ta günün ilk saatlerinde ifade ederken aynı günün akşam saatlerinde ise Dımaşk'ta eğitim gören 80 Arap asıllı subayın derhal buradan gönderilmesi emrini vermiştir. Daha sonra da altı ay müddetle sürdürdüğü bu yönetim ve kumandanlık siyasetini değiştirerek Araplara karşı kalkanın öbür tarafını çevirdi. Ve 1915 yılı Nisan ayında Arap gençlerinden bir grubu tutuklattırarak bizzat kendi eliyle Lübnan'da kurdurduğu bir askerî mahkemeye sevk etti. Aliye şehrinde kurulan bu mahkemede sorgulanmanın ve muhakemenin nasıl sürdüğünü hiç kimse görmemiş ve bunlara muttali olmamıştı. Sanıkların nelerle, hangi hususlarla suçlandığını hiç kimse bilmiyordu. İşte halkın bu tür davranışlarla karşı karşıya kalması dehşete kapılmalarına sebep olmuştu. Tutuklanan bu kimselerden yaklaşık on kişilik bir grup, Beyrut'ta el-Berec meydanında idam edildi. Ve yine on kişilik ikinci bir grup da Dımaşk'ta idam edilmişti.
Emir Şekib Aslan şöyle der: "Cemal Paşa bu tutuklulardan bir grubun idam edilmesini kararlaştırdığında, Sıkıyönetim Mahkemesi Reisi ve Divan-ı Harb Başkanı Şükrü Bey'i çağırarak kendisine kırk kişinin adını ihtiva eden bir listeyi verdi ve bunların idam edilmesini istedi. Şükrü Bey bu konuda onu ikna etmeye çalıştıysa da Cemal Paşa tarafından ölümle tehdit edilmişti."[4]
Cemal Paşa neden o ilk tutumunu değiştirmişti? Cemal Paşa'yı şiddet ve zorba bir yönetime sürükleyen etkenler nelerdi? Suçsuz insanları neden bu şekilde baskı altında tutuyordu? Bunun sebepleri ne olabilirdi?
Bazıları Cemal Paşa'nın Süveyş Kanalı saldırısında başarısız olmasından dolayı böyle davranmış olabileceğini sanmalarına karşın bazıları da şöyle derler: "Bu sanıkları Batılı elçiliklerle olan ilişkilerden dolayı öldürtmüştür." Bize göre ise Cemal Paşa ile partisi İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin yaptıkları aynen diğer ırkçı Arap cemiyetlerinin yaptığı gibi karşılıklı olarak birbirlerinin kalblerine kin ve nefret doldurmaktan başka bir şey değildi. Türkler Arapların nefretini kazansınlar, Araplar da Türklerin nefretini kalblerine doldursunlar. Bu İttihad ve Terakkicilerin efendilerinin çizdiği bir plandan başkası değildi.
2. Bütün gruplar: İttihad ve Terakki Cemiyeti, yönetimini tamamen elinde bulundurduğu İstanbul'da ve diğer bölgelerin başkentlerinde varlığını sürdürmekteydi. Diğer taraftan Suriye'deki 4. Ordu'nun kumandanı Cemal Paşa I. Dünya Savaşı'nda kendi bölgesindeki cephelerde etkinliğini sürdürüyordu. Ayrıca reformcu, Âdem-i merkeziyetçi ve bağımsızlıktan yana olan diğer Arap cemiyet ve kuruluşları ve onların da dışında Emperyalist İngiliz ve Fransızlarla güçlü ilişkiler kuran ve bu konuda tamamen ayrı bir baş olarak Arapların yaptığı en büyük isyanlardan birini gerçekleştiren Şerif Hüseyin ve evlatları, faaliyetlerini kendi bölgelerinde gösteriyorlardı. İttihad ve Terakki'den Hüseyin Şerif'e kadar bütün bu gruplar asla ne Osmanlı Sultanını temsil ediyor ne de Müslüman Arap ve Türk halklarının çoğunluğu adına konuşma yetkisine sahip bulunuyorlardı. Bunların hiçbiri bu Müslüman halkların temsilcisi değildi. Ama esefle ve üzüntüyle ifade etmek gerekir ki halkın kahir bir çoğunluğu olayların tamamen dışında herhangi bir etkinliği olmaksızın olayları suskun bir şekilde seyredip duruyordu.
Nihayet İttihad ve Terakki Hükümeti 15 Haziran 1914 tarihinde Batılı devletlere yakınlaşmalarının bir neticesi olarak Britanya ile bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma gereği Osmanlı Hükümeti Katar, Bahreyn, Hadramut, Aden ve diğer Arap şeyhliklerinin bulunduğu bölgelerden tamamen elini çekiyor ve buraların kendi hâkimiyet alanlarının dışında olduğunu itiraf ediyordu. Ayrıca İngiltere'nin Kuveyt şeyhiyle yaptığı anlaşma ve ittifakı da aynen onaylıyordu. İşte bu ittifakların ve anlaşmaların sonunda Osmanlı Hükümeti bizzat kendi isteğiyle ve bilgisi dâhilinde büyük devletlere nüfuz alanlarındaki bazı bölgelerini terk etmiş ve aralarında paylaşmasını kabullenmişti.[5]
Diğer bir hadise: Yine İttihadçılar eski Sadrazam Hakkı Paşa'yı 1913 yılının ilk yarısında Londra'ya bir heyetle birlikte göndererek İngiltere'nin Basra haricindeki nüfuz bölgelerini belirlediler ve İngiltere'ye iki devlet arasında bir ittifak akdetmeyi de teklif ettiler.[6]
Aynı şekilde Cemal Paşa 1914 Temmuz ayında Fransa'ya yaptığı resmi bir ziyaretinde Fransız hükümetine bir ittifak akdetme teklifinde bulunmuştu.[7]
Diğer taraftan İttihad ve Terakki Hükümeti, 2 Ağustos 1914 yani Almanya ile Rusya arasındaki savaşın başlamasından bir gün sonra Almanya ile gizli bir anlaşma imzaladı.[8] Yine bu arada Talat Paşa Almanya Parlamentosu üyelerinden milletvekili Herbert Obri'ye yazdığı bir mektubunda şunları söylüyordu: "Biz Jön Türkler size Türkiye'yi bir tepsi içerisinde sunduk. Fakat siz, size takdim edilen bu hediyeyi elinizle teptiniz."[9]
Zorba kumandan Cemal Paşa, Osmanlı Devletinin en büyük düşmanı olan Rusya ile çeşitli ilişkiler kurduğu gibi Fransa'yla da çeşitli görüşmeler sürdürüyordu. Fransa ile savaşın bitiminden sonra hâkimiyet alanı olan Arap topraklarında oluşturulacak ve Osmanlı yönetimi altında bulunup da oradan koparılacak müstakil bir devletin kurulması için gerekli görüşmeleri yapıp duruyordu. Fransa arşivlerinde bulunan gizli belgeler, bu konuyla ilgili aydınlatıcı bilgiler ihtiva etmektedir. Zeyn Nureddin Zeyn'in yukarıda söz konusu ettiğimiz "Nuşu' el-Kavmiyyeti'l-Arabiyye" adlı eserinde bu gizli belgelerden bir kısmı yayınlanmıştır (s. 221, 223). Cemal Paşa özellikle Rusya ile yaptığı anlaşmada Osmanlı Devletine karşı savaş açmayı kabul etmişti. Bu anlaşma gereği Cemal Paşa Ruslara karşı şu şartı ileri sürmüş bulunuyordu: Böyle bir çatışmadan ve Osmanlıyla savaşından sonra; Suriye, Filistin, Irak, Arap yarımadasının geri kalan kısımları, Kilikya bölgesi, Ermeniya ve Kürdistan'ı içine alacak bir devletin kurulmasıydı. Cemal Paşa söz konusu bu bölgeler üzerinde bir de bağımsız bir devlete sahip olacak ve kendisi bu devletin sultanı kabul edilecekti. Ruslar da buna karşılık İstanbul'u ve Boğazları ellerine geçirecekler, Cemal Paşa da bu konuda onlara destek olacaktı.
Diğer reformcu, Âdem-i merkeziyetçi ve bağımsızlık yaygaraları koparan milliyetçi, ırkçı Arap cemiyetlerinin kuruluşlarına gelince... Bu konuda istenilen şekilde yorum yapılabilir ve her şeyi söylemek mümkündür. Çünkü yabancı devletler gayet rahat bir şekilde irtibatlarını kurmuş ve bu irtibatlarını sürdürürken sanki millî bir görevi yerine getiriyorlarmış gibi kendilerini inandırmışlardı.
İngiliz belgeleri aleni ve açık olarak şunu ifade ediyorlar: Lübnan Dürzileri ile Lübnan ve Dımaşk Müslümanlarından bir grup Beyrut'taki İngiliz konsolosuna gidip onunla yaptıkları görüşmelerde 1912 yılı sonlarına doğru kendilerine yardım edilmesini istemişler ve bu yardıma karşılık da İngiltere'nin Mısır'dan Suriye'ye kadar uzanacak bölgede nüfuz alanını kurabileceğini kabul etmişlerdi.[10]
1913 yılı Haziran ayında Paris'te akdedilen Arap kongresinin üyeleri Fransız Dışişleri Bakanlığı'yla ilişki kurmak istediklerinde herhangi bir zorluk ile asla karşılaşmamışlardı. Bu gibi kimseler gerek Fransa gerekse diğer büyük devletlerin konsolosluk ve sefarethaneleriyle arzu ettikleri şekilde görüşebiliyorlardı.
İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi 24 Şubat 1914 tarihinde İngiltere Dışişleri Bakanı'na yazdığı bir yazısında İstanbul'da yaşayan bir grup Arap subayın kendisiyle ilişki kurduklarını bildiriyordu.[11]
Cemal Paşa, Fransa'nın Dımaşk ve Beyrut konsolosluklarında Arap liderleriyle bu yabancı ülkelerin temsilcilerinin görüşmelerini ve ilişkilerini anlatan bazı belgeleri ele geçirip kendi hatıralarında yayınlamıştır.
Suriye'deki milliyetçi Arap liderlerinin en büyüklerinden biri, büyük bir şefkat ile merhametli anne rolünde olan Fransa'ya soruyor: Fransa, Suriye'deki Hristiyanlara özel bir ihtimam mı gösteriyor, yoksa Fransa'ya ikinci bir vatan gözüyle bakan ve bu konuda Fransa'ya büyük bir güven besleyen Suriye'deki bütün Müslümanları kapsayacak bir şefkat gözüne mi sahip?[12]
[1] Cemal Paşa'nın Hatıratı, s. 264, 280
[2] Süleyman Musa, el-Hareketü'l Arabiyye, s.130
[3] Cemal Paşanın Hatıratı, s. 240, 249
[4] el-Menar Dergisi, Kahire 1922-23, cilt, 2. Cüz. s. 132
[5] Süleyman Musa, a.g.e., s. 42
[6] İngiliz Vesikaları, 10. cilt, 1. kısım, Londra 1936, s. 901-902
[7] Cemal Paşa Hatıratı, s. 190-193
[8] Süleyman Musa, a.g.e., s. 91
[9] Herbert Obri'nin Hatıratı, s. 310, 312-313
[10] İngiliz Belgeleri, c. 10, 2. kısım, s. 824-825
[11] Süleyman Musa, a.g.e., s. 83
[12] Aynı eser, s. 84
Prof. Dr. Ahmet Ağırakça
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Tarih tekerrür mü ediyor (II) (24.04.2019)
- Bir zamanların İngiliz-Arap ittifakları ile bugün tarih tekerrür mü ediyor? (19.04.2019)
- Osmanlının son günleri bugüne ışık tutuyor mu? (15.04.2019)
- İslam ilimler tarihinde yeni bir canlanmanın sağlanması mümkündür (01.04.2019)
- İlimler tarihinin geçmiş ve geleceği: Tespitler ve öneriler (28.03.2019)
- İslam medeniyeti yeniden doğmak zorundadır (20.11.2018)
- Tarih bir tekerrür değil teakkubtur (12.09.2018)
- İslâm’ın tarih yorumu (III) (08.09.2018)