Menşe sorunu karşısında din bilimleri
Müslüman coğrafyada üretilen bilimler ve temeddün hareketi ile İslam'ın ilişkisi sorununu ele almaya devam ediyoruz. Bir önceki yazıda Ernest Renan'ın Müslüman coğrafyadaki bilim ve temeddünün İslam'a rağmen geliştiğiyle ilgili iddiasını hatırlatmış, söz konusu iddianın Müslüman dünyada yol açtığı krize değinmiştik. Renan'ın iddiası bir müddet sonra oryantalistlerin araştırmalarında makes bularak İslam bilimleriyle ilgili araştırmaların istikametini belirlemişti. Üstelik birinci iddia daha çok müspet bilim ve felsefe ile İslam'ın ilişkisi üzerinde odaklanırken oryantalist uzmanlar daha açık bir şekilde 'İslami' sayılabilecek bilimlerin din ile ilişkisini tartışmaya açmıştı. Din bilimlerinin menşeini İslam-dışı kaynaklarda bulan iddialar günümüzde bir çok yönde hakim kanaat haline gelmiş, etkinliğini sürdürmeye devam etmektedir. Bu itibarla söz konusu iddialar, Renan'ın düşündüğü gibi sadece felsefe veya bilim değil, tasavvuf, kelam hatta fıkıh ve hadis gibi din bilimlerinin de ana hatlarıyla İslam aklının bir ürünü olmadığını söylüyordu. 'Ümmi' müslümanlar bilim yapmayı, bilimsel disiplin ve sistematik dahilinde dinleri ve hayatlarıyla ilgili değerler üretmeyi fethettikleri kültür havzalarından tevarüs etmişti. Din bilimlerinin menşe tartışması Renan'ın iddiasına göre daha tehlikeli ve sarsıcı idi. Bir asırdan beri Müslüman ilahiyatçılar bir çok alanda böyle iddialara cevap vermeye çalışmış olsa bile iddialar zayıflamamış, tartışmaların seyri temelde değişmemiştir. Bunun birinci sebebi oryantalist çalışmaların kendilerine cevap verenlere nispetle daha akademik ve bilimsel çalışmalarla iddialarını tespit etmiş etmiş olmaları idi. Bundan daha önemli bir sebebi ise böyle iddiaların bizzat İslam geleneğinden güçlü dayanak ve delil bulabilmiş olmalarıdır. Menşe sorununu oryantalist çalışmalar dile getirmemiş olsaydı bile yerli kaynaklar aynı tartışmaları yapmamız için yeterli gelirdi.
BİDAT İTHAMI KARŞISINDA DİN BİLİMLERİ
Müslüman geleneğinde sınırları hiçbir zaman tam olarak çizilmemiş, bu nedenle dini hayat kadar bilimsel ve toplumsal alanlarda yıkıcı etkileri ortaya çıkmış bir tabir vardır. Bu tabir haddi zatında ibadet ve ahlakın Sünnet sınırlarını aşan kısmını teşhir etmek üzere kullanılan bidattir. Bir müminin hayatının her aşamasında Hz. Peygamber'i rehber alması ve onu söz, fiil ve onaylamalarında referans görmesi dinin gereğidir. Lakin değişen hayat koşulları altında dindarın yeni şartları nasıl karşılayacağı sorunu başından beri büyük tartışmalara yol açmış, daha tutucu tavır ile esnek tavır arasındaki gerilim dini hayatı şekillendirmişti. Bununla birlikte başta dini hayatta sahih-sünni olan ile olmayanı ayırt etmek üzere kullanılan tabir, Müslüman cemaatin zihnini şekillendiren ana kavramlardan birisi olunca, coğrafyada ortaya çıkan bilim ve düşünce ürünlerini 'İslami' olan ve olmayan diye ikiye böldü. Bu bakışa göre Hicaz'daki İslam'ı her bakımdan yeterlidir ve din tamamlanmıştır; ona eklenebilecek her yeni şey yapıyı bozmaktan öte bir işe yaramayacaktır. Bu tavır belirli bir zamanı (Asr-ı Saadet), belirli bir zümreyi (Kureyş) ve onun dil anlayışını 'model yapı' sayarak öteki asırları ona uydurma amacı güden idealist bir tutum sayılabilir. Bunun sonucunda Hicaz ile Hicaz sonrasında şekillenen İslam toplumu arasında keskin bir ayrıma yol açarak neredeyse Hicaz sonrasında ortaya çıkan bütün ürünleri 'bidat' saymıştı. Başta fıkhın Hanefi kanadı olmak üzere, kelam ve tasavvuf bidat suçlamasının esas muhatabı idi. Günümüzde Selefi bir Müslümanın zihninde tasavvuf en iyimser yorumla 'bidat' bir iştir ve dini korumak için yapılması gereken şey ondan uzak durmaktır. Benzer yaklaşım kelam ilmi için geçerlidir. Kelamın geliştirdiği akıl yürütme yöntemleri dışarıdan devşirilmiş düşüncelerin bir ürünüdür. Bu yaklaşım selefi bir tutum olmakla kalmamıştır; dışlayıcı tavır bölünerek disiplinlerin öteden beri getirdikleri çatışmaların yeni gerekçesi haline gelmiş, her disiplin kendisini korumak için ötekini bidat olmakla itham edebilmiştir. Bu meyanda hemen herkes tasavvufun bidat oluşunda ittifak etmiş görünür; tasavvufun zahitlik kısmı bir yana, tarikatlarda ortaya çıkan uygulamalar ile tasavvufun metafizik nazariyelerle tanıştığı dönem kategorik olarak dış kaynaklı görülmüştür.
Öte yandan bu dışlayıcı yaklaşım İslam geleneğinde ciddi bir literatür teşkil ederek Müslüman cemaatteki bölünmeyi ileri bir noktaya taşımıştır.
İşte oryantalistlerin menşe iddialarını cevaplanamaz hale getiren şey tam olarak budur: 'Bidat' duyarlığının kurucu unsuru olduğu bir akıl Müslüman cemaatin büyük emeklerle ürettiği kelamı, tasavvufu ve öteki disiplinleri dışlayarak bütün bunları Müslüman olmamış toplumların İslam'a başkaldırısı kabul ederse oryantalist iddialar karşısında bir cevap bulmak mümkün olmaz. Çağımızda İslam bilimlerinin tarihi yeni yöntemlerle ve yeni yaklaşımlarla ciddiyetle yazılmak zorundadır. Bu yazımın ana iddiası İslam aklının tarih boyunca karşılaştığı kültürler ve yeni durumlar ile kurduğu müspet ilişkileri tespit etmek olmalıdır.
Kanaatimce İslam dünya ile ilişkisini -İbnü'l-Arabi'nin söylediğini hatırlarsak- 'bir evet ve bir hayır' üzerinden inşa eder. Bu itibarla bu akla ya evet veya hayır dedirtmek ise dinin hayat ve gerçeklikle bağını koparmak demektir.
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Renan travması ve tarihe sığınmak (16.10.2021)
- Fetihler sürecinde değişim: Hicaz ve Post-Hicaz’da İslam (13.10.2021)
- Müslüman toplumlarda üretilen bilginin sahibi kimdir? (10.10.2021)
- Bilgi eylem ilişkisi merakı daraltır mı? (06.10.2021)
- Bilgi ve eylem/amel ilişkisi: Bilginin amacı amel midir? (03.10.2021)
- Din insana ‘Niçin Varız’ sorusunun cevabını verir mi? (27.06.2021)
- Anne baba hakkı (25.06.2021)
- Babanın sırrı (20.06.2021)