Beni Kimse Anlamadı: Mevlânâ’yı Anlamalı mıydık?
'Beni anlamadılar' veya daha insaflı bir söylemle 'beni yanlış anladılar' tarzındaki bir sızlanma veya şikayet karşısında ilk tepkim daima şu olmuştur: 'Niçin anlayalım ki?' Vakıa bir insan, ötekinin kendisini anlamamış olmasını neden sorun edinir, neden anlaşılmak bir hak gibi öteki insanlardan beklentiye dönüşür. Günlük hayatta her insanın sıkça karşılaştığı sorun, kendi deyimiyle 'anlaşılmamak', dile getirdiği şikayetlerin başında da 'anlaşılmadım' ifadesi gelir. Niçin sürekli kendimizi anlatma sorunu yaşarız sorusu bir yana, neden bir türlü tatmin olmayız ve işin sonunda anlaşılmamanın yol açtığı kırgınlıkla içimize kapanır, umutsuzluk yaşarız.
'Anlaşılmamak' meselesi, Mesnevi'nin girişinde güçlü bir şekilde ortaya konulur, buradan hareketle insanın kaderinde de sürekli yaşayacağı bir mesele olduğu onda telkin ve talim edilir. İnsan yaşadığı sürece kendisini bir meçhul hakikat gibi görecek, öteki insanların bu insanın söz ve fiillerinin anlamını, daha önemlisi ise kendisinin değerini anlamayacaktır. Her insan az çok hayal kırıklığıyla yaşar, ötekinin sofrasından aç kalkar, kimse kimseyle doymaz bu âlemde. Yaşamanın doğası budur.
Mesnevi'nin girişine dönersek, neyi dinlemeye başladığımızda onu anladığımızı düşünürüz, daha önemlisi onun bizi taşıdığı hallerde biz birçok şeyi fark ettiğimizi varsayarız. Fakat Mevlânâ bize neyin bulunduğu hiçbir yerde anlaşılmadığını ve kimsenin onun haline muttali olmadığını söyleyerek karamsarlığımızı büyütür. O zaman anlaşılmamak sabit bir hakikat ve kader olarak ortaya çıkıyor; sadece insanın değil, bütün varlıkların ortak derdi haline geliyor. 'Allah'ı hakkıyla takdir edemediler, bilemediler' ayet-i kerimesini okurken insan 'beni de anlamadılar, beni de kimse takdir edemedi' diye bir düşünceyle derunundan ayet-i kerimeye seda verebilir (istizhar). Lakin esas ve ciddi soru bu değildir: Bir insan 'anlaşılmadım' dediğinde, insanın kendi hakkındaki iddiası veya düşüncesi ile yaşadığının örtüşüp örtüşmediğini düşünmesi gerekir. Bir insanın anlaşılmamaktan şikayet edebilmesi için öncelikle kendisini doğru anladığından emin olması gerekir. Çünkü başkasının beni anlamadığını söyleyebilmem için kendim hakkımdaki anlayışımın doğru olduğundan emin olmam gerekir. O zaman soru şudur: Bir insan kendisi hakkında doğru bir anlayış sahibi midir ki başkasının onu yanlış anladığını iddia edebilsin?
Neyin hikayesine bakınca, onun kendisi hakkında bir fikre ve anlayışa sahip olduğunu fark ediyoruz. Bu durum neyin 'sazlıktan kopartılmış olmak' ile ortaya çıkan büyük dert, var oluş sıkıntısı, ayrılık, iştiyak gibi kavramlarla anlatılan halidir. Ney bunların bilgisine sahiptir ve bu durum onu 'ağlamak' haline giriftar ediyor. Fakat biz bu ağlamanın ne olduğunu, neyden kaynaklandığını bilemeyiz. Çünkü ağlamak ile iştiyak ve sazlıktan kopartılmış olmak arasında bizim tecrübe ettiğimiz bir süreklilik yoktur. Bu nedenle öteki insanlar onu kendi hallerine yani daha yakın bir ahvale ve sebeplere irca ederek anlamak durumunda kalacak, neyin halini "yakın sebebe" kıyasla tarif edeceklerdir. Buradaki 'yakın sebep' ise her insanın kendi ahvali, kendi durumu ve kendi tecrübesidir. O zaman burada ney sadece bir vasıtadır ve galiba hiçbir insanın ötekinin hayatında 'vasıta' ve araç olmanın ötesinde bir ehemmiyeti olmayacaktır. Kafka'nın 'örümceğe dönüşmek' dediği ilişkilerin bir sonucudur bu. Ney bu durumu yani 'herkesin kendi haline göre onu anlamak' mecburiyetini 'Herkes kendince bana yar oldu" diye ikinci bir şikayetle anlatır.
Fakat ney onların anladığı sebeple ağlamıyor, feryat etmiyor, tamamen başka bir nedenle feryat ederek aslının özlemiyle yanıyor. O zaman neyin kendi vaziyeti hakkında güçlü bir bilgiye sahip olduğunu, yeryüzünde insan feryadının esas ve temel nedeninin 'ayrılık', yani Tanrı ile insan arasında ortaya çıkan perdeler, uzaklık, hicran olduğunu biliyoruz. O sürekli bütün meclislerde bu derdini anlatıyor, insanlara bunu tebliğ ve telkin ediyor. Peki neden anlatıyor, neden her mecliste feryat ediyor? Ney gibi Mevlânâ neden birçok insanla konuşuyor, insanların meclislerine katılıyor, onlarla oturup kalkıyor, insana çağrıda bulunuyor? Üstelik insanların hakikati bilmeyeceklerinden emin olmasına rağmen bu ısrar nedendir?
Israr etmiyor, çünkü bu bir ısrar değil gerçekte görevdir demek, dini hayat dahilinde irşadın sebebini anlama imkanı verir bize. Neyin görevi bir uyarıcı olarak insanlara gerçek ıstıraplarını, hayatın gizlediği dertlerini, günlük hayat meşgalesi içinde kaybolan yaşama gayelerini onlara hatırlatmaktır. Ney bir hatırlatıcı olarak onlarla oturup kalkıyor, bir uyarıcı olarak onları yola davet ediyor, bir müjdeleyici olarak buğday dünyasından daha mühim bir yaşam olduğunu onlara tebşir ediyor. Fakat aynı zamanda bu davet, çetin ve meşakkatli bir yol katetme sürecinde bir yoldaş bulma meselesine dönüşüyor. O zaman ney kendi ahvalini feryat ederek, inleyerek anlatırken kendisine gurbette dostlar bulmaya çalışıyor. Zaten dünya hayatı da gurbetten başka nedir ki?
Hal böyle ise ney, öteki insanların kendisini anlamamasından neden şikayet ediyor? Şikayet eder gibi söylüyor lakin burada da onu yanlış anlamış olmalıyız. Çünkü herhangi bir insanın görevi neyi anlamak veya ney üzerinden konuşan Mevlânâ'yı veya başka bir insanı anlamak değildir. Bir insanın ötekinden 'anlaşılma' beklentisi abes bir iş, haksız bir beklentidir. Hiç kimsenin hayatının öznesi kendisinden başkası olmayacağına göre, herkes ötekinin hayatında bir araç ve vesile olarak bulunmaya razı olacaktır. Bununla birlikte neyi anlamamak, insanın kendisini anlamaması ise bu şikayet bir dertlenme değil bir hasbihal, bir üzüntü ve serzeniş değil, merhamete dönüşerek insanlığa çağrı demek olabilir. Bu bakımdan ney, Attâr'ın hüdhüdü gibi kuşları Allah'a davet ederek onlara gerçek sıkıntılarını ve gerçek ihtiyaçlarını hatırlatan beklentisiz bir garibin (gurbetteki, yolcu) amacı kadar kudretsiz olabileceğini unutmayan bir davetçidir. O halde ney, insanlar kendisini anlamadığında 'anlaşılmadım' diye değil, insanlar gaflette kalıp kendilerini anlamadılar, gerçek dertlerinden habersiz kaldılar diye merhametle şikayet etmektedir.
Mevlânâ'yı şimdi anlamış olabiliriz galiba.
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Din evrensel olabilir mi? (25.12.2023)
- Evrensellik ve Yerellik: Dinlerde Tekamül Meselesi veya İslam’a Doğru Akan Tarih (22.12.2023)
- Nesih ve Tahrif: İslam ve Öteki Dinler (06.12.2023)
- Kudûs kimindir? (26.11.2023)
- Varlık okulunda Tanrı’dan Esma meşk etmek (24.11.2023)
- Hurafe ile Hakikat Arasında İbnü’l-Arabi (23.11.2023)
- İbnü’l-Arabi’nin Ölüm Yıl dönümü: Son Metafizikçiler ve Çadırın Dürülmesi (22.11.2023)
- Dinde, şifada ve tecrübede ümmi: Bir tipoloji olarak “Kocakarı” (21.11.2023)