Prof. Dr. Sefa Saygılı

Vefatının birinci yılında: Babamın ardından

Bu hafta sonu bütün dünyada babalar günü kutlanıyor. İşe bakın ki benim babamın da ölümünün birinci yıldönümü yaklaşmış. Zaten bir türlü zihnimden çıkmayan ve hep özlediğim babam Nuriddin Saygılı'nın aziz hatırası böyle günlerde daha bir depreşiyor.

Elbet benim yaşadığım İstanbul'dan bir hayli uzakta ikamet ediyordu. Ancak onsuz hayata halen alışabilmiş değilim. Birkaç ayda bir de olsa İskenderun'a gider, onu ve annemi ziyaret ederdim. Ayrılırken, "Oğlum, gelişinden çok mutlu olduk. Yine gel olur mu?" derdi ve havaalanına götürecek servise kadar mutlaka gelerek yolcu ederdi. Otobüs hareket edene kadar da ayrılmazdı oradan. Ancak son bir iki yıl artık iyice yaşlandığından ötürü gelmek istese de müsaade etmezdik.

Babamı neresinden anlatmalıyım? 94 yıl süren uzun bir ömür. 1927 yılında o zaman Fransa'nın işgalinde olan İskenderun Sancağı'nda doğmuş. Köyümüzün adı Karayılan ve içinden demiryolu geçiyor.

Dedem Aziz Çavuş Devlet Demiryolları'nda Yol Çavuşu olarak çalışırdı. Hatay'ın Reyhanlı ilçesine (bugün Kumlu ilçesine) bağlı Türkmen köyü olan Karahöyük'de doğmuş ve küçük yaşta Karayılan'a gelmiş. Büyükbabam (dedeme böyle derdik) uzun boylu babayiğit adamdı. Ben ortaokula giderken bağırsak rahatsızlığından 67 yaşında vefat etti. Babaannem Fatma Hanım ise babamın evlendiği yıl (1955), henüz ben doğmadan hayatını kaybetmiş. Babam 8 kardeşin dördüncüsüydü.

O zaman ilkokulu bitiren babam okumak istemiş. Onun için tek yol varmış. Köy çocukları için köy enstitülerinin olduğunu duymuş ve çeşitli yollardan daha çocuk yaşta, tek başına Osmaniye'deki Haruniye (Düziçi) Köy Enstitüsü'ne gidip yazılmış. Orada genç Cumhuriyet'in imkânlarıyla yatılı olarak okuyarak öğretmen olmuş.

Okulu bitirdiğinde artık Hatay anavatana katılmıştı. Onu devlet, Hatay'ın Dörtyol ilçesine öğretmen olarak tayin etmiş. Burada görev yaparken 1955'de annemle evlenmiş. 1956'da ise ben doğmuşum. Şimdi Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Rektörü ve Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı olan değerli Prof. Dr. Musa Kazım Arıcan hocamızın babasının da Dörtyol'da öğretmeni olmuş. 4 yıl kaldığı bu şirin şehrimizi unutmaz, hep orayla ilgili hatıralarını anlatırdı.

Sonra ise İskenderun'a geçmiş. İskenderun Dumlupınar İlkokulu'nda uzun yıllar öğretmenlikten sonra yine Milli Eğitime bağlı beslenme bürosunda görev yaptı ve 1978 yılında 51 yaşında, 27 yıl devlet hizmeti yaptıktan sonra emekli oldu.

Bu yazımda işte hayatımda derin izler bırakan babamdan bahsetmek istiyorum. Aslında vefat ettiği günden beri yazayım diyorum ama elim bir türlü gitmiyordu. Ancak yaklaşan babalar günü beni adeta onu yazmaya zorladı. Günümüz babalarına örnek olan babamı mutlaka yazmalı idim.

Babamın hangi yönünü yazayım bilemiyorum. Herhalde ancak bazı hususları belirtebilirim.

TEK ODALI EVİMİZ

İskenderun'da önceleri dedemin verdiği tek odalı evde otururduk. Bir köşesinde örtü ile kapatılmış banyo vardı. Odanın bir köşesi mutfak fonksiyonu görürdü. Tuvalet dışarda idi. Gece bir kenarda toplanmış olan yataklar açılır ve yer yataklarında yatardık. Sonra birikimleriyle ev yaptırdı, oraya taşındık. Çok tasarruflu insandı. Evimizde israf ve savurganlık olmazdı. İhtiyaç olmayan musluk ve elektrik kapalı olurdu. Bizlere de bunu aşılamıştı. Hatta o zamanlar hayli izleyici toplayan Yılmaz Güney'in Umut filmine ailecek gitmiştik. Orada Yılmaz Güney'in eline toplu para geçince araba kebapçısına eşi ve çocuklarını götürüp kebap yedirmesini 'ne lüzumu var böyle masraf etmenin?' diye eleştirmesini hatırlıyorum.

Ancak bu dediklerimden babamın cimri olduğu anlamı çıkmasın. Cömert ancak tutumlu ve tasarrufa önem veren biriydi.

Babam işten gelince çizgili pijamasını giyer, oturma odasındaki kerevetin üzerinde uzanırdı. Ardında da kepekle doldurulmuş yastığı vardı. Ancak bir misafir geldiğinde hemen içeri geçer, pijamasını çıkarır ve pantolonunu giyerdi. Pijama ile başkasının yanında bulunmayı saygısızlık olarak kabul ederdi. Gelen misafirlere karşı son derece cömertti. Annemin ikramlarda bulunmasını isterdi.

EVİNE DÜŞKÜNDÜ

Kahveye kesinlikle gitmez ancak nadir olarak Öğretmenler Odası'na meslektaşlarıyla çay içmek için arada bir uğrardı. Daha çok amcamlarla görüşür, onlarla oturur sohbet ederdi. Beraber yürüyüş yaparlardı.

Daima güler yüzlüydü. Sakin bir insandı. Öfkelenmesi çok nadirdi. Biz üç erkek kardeştik ve bize bağırıp çağırması, hele kaba kuvvet uygulaması hiç olmadı. Sinirlendiğinde kızgın bakışı bize yeterdi. Öylesine disiplin ve otorite sahibiydi. Büyükbabam köyden şehre uğradığında mutlaka gelir bizde kalırdı. Bizim için doyulmaz olan sohbetlerini dinlerdik. Okumamış olmasına rağmen dedem Aziz Çavuş geniş bir genel kültüre sahipti ve adeta amatör tarihçiydi. Geçmişte olan değişik ibretli olayları zevkle dinlenir şekilde anlatırdı.

Babam büyüklere saygılı olmayı, küçükleri sevmeyi bizlere davranışları ile öğretmişti. Çocukları severdi. Amcamlara ve halama karşı sevgi doluydu ve çok saygı duyar, değer verirdi.

Düşünce olarak da asla aşırı muhalefet olmaz, karşıdakini anlamaya ve empati yapmaya çalışırdı. Her alınan kararı körü körüne desteklemezdi. Ancak AK Parti kurulduğundan beri "Tayyip Bey çalışıyor, güzel işler yapıyor" diyerek takdir ettiğini söylerdi.

YAYLA KÜLTÜRÜ

İskenderun kışları tipik Akdeniz iklimi olarak ılık ve yağışlıydı. Ancak yazları hava kurak ve sıcak olur, bir de buna Akdeniz'den gelen rutubet de eklenince bunaltıcı bir ortam ortaya çıkardı. Bilhassa gündüzleri nefes alıp vermek bile zorlaşır, adeta uyuşuk hale gelirdiniz. İçinizden bir şey yapmak gelmezdi.

Rahmetli babam bizleri boğucu ortamdan uzaklaştırmak için yazları yaylalara çıkarırdı. Önce Abacılı Yaylaları, sonra Müftüler Yaylası'na gittik. Ve derken Belen Yaylası'nda ev yaptırdı, oraya gider olduk. Ormanlarda yürüyüş yapar, yeni arkadaşlıklar edinirdik. Buraların havası kadar suyu da güzel ve kaliteli idi. Ailecek pikniğe gider, hoş vakit geçirirdik.

Şurası da ayrı ilginç ve hayran kaldığım bir eylemi idi: Öğretmen olduğu için Milli Eğitim Bakanlığı onlara yazları okulda kalarak büyük şehirlerde tatil yapabilecekleri fırsatını vermişti. Birinde Sultanahmet İlkokulu'nun (daha sonra Devlet Arşivleri) bir sınıfında, bir başka sene Aksaray Oruç Gazi İlkokulu'nda, bir diğer yıl ise Ankara'da bir iki sünger yatak, tüp gaz vb. eşya ile birer aylığına yaptığımız tatilleri unutamam.

Sözgelimi Sultanahmet'te 11 yaşında iken kaldığımız günlerde (Milli Eğitim bize bedava otobüs bileti ve müze giriş kartı da vermişti) o kadar gezmiş, ufkumuzu genişletmiştik ki daha sonraki yıllarda İstanbul'da olmama rağmen o zaman gezdiğimiz yerlerden göremediklerimiz çoktu.

BESLENMESİNE ÖZEN GÖSTERİRDİ

Babam 40'lı yaşlara kadar çok kiloluydu. Kemer kullanamaz, omuz askısı ile pantolonunu tuttururdu. Ancak şişmanlığın zararlı ve çekilmez olduğuna kanaat getirince sabır, azim ve dirayetle zayıfladı. Tığ gibi oldu. İşin ilginci istatistiklere göre kilo verenlerin yüzde 97'si daha sonra tekrar eski kilosuna dönmesine rağmen babam vefatına kadar aynı kiloda kaldı. Bazen 'Eyvah yarım kilo almışım' der, yediğine dikkat ederek onu da verirdi.

Nasıl mı yapardı? Sabah bizim evde normal bir kahvaltı yapılırdı. Sonra öğlen yemeği yer ve bir daha bir şey yemezdi. Yani iki öğün yerdi ve akşam saatlerinde yemezdi. Bugünlerde hayli geçerli olan açlık diyetini o zaman uygulardı. Üstelik sağlıklı gıdalar almaya dikkat ederdi. Bunu vefatına kadar beslenmesini böyle sürdürmüştü.

Çocukken de annemin yaptığı nefis yemekleri muhakkak ailecek, sohbet muhabbet içinde yerdik. Yemek saatleri belliydi ve o zaman geldiğinde muhakkak oyun bile oynuyor olsak eve gelir, sofra başına otururduk. Buna mecburduk, aksi düşünülemezdi bile. Babam kıt bütçesine rağmen az da olsa yemeklere et konmasını isterdi. Her gün değişik ve çeşitli yemeklerden yerdik. Sofra başında neşe içinde yenilen yemekte ailemizin birliğini ve bütünlüğünü hissederdik. Babamız bizim için yaslandığımız, güç aldığımız dağdı sanki.

TOPLU YEMEKLER

Kardeşler olarak evlendiğimizde her birimiz başka bir şehirde oturuyorduk. Ancak arada toplanırdık. Babam, annemden özel yemeklerin yapılmasını isterdi. Zeytinyağlı bol soğanlı ve etli saçta pişen kömbe (çok nefis olurdu), içli köfte (haşlama ve yağda kızartma olarak iki değişik versiyonu vardı), tovga, salatalar ve muhakkak yine odun ateşinde pişen künefe ikram edilirdi. Babam genelde yakınlarda oturan iki amcamı ve dayımları da ailecek davet eder, geniş bir katılımla olan ziyafetten mutlu olurduk.

Çocuklarımız bu yemeklerde aile bağlarının güçlü oluşunu görür, kendilerine ve akrabalarına güvenleri ve bağlılıkları artardı.

ZARARLI ALIŞKANLIKLARI YOKTU

O zamanlar köyde düğünler davul zurna ile olur, birçok köylü rakı içerdi. Tabi sarhoşken çirkin davranışlara girerler, kusanlar olurdu. Babam ise ne düğünde ne başka zaman katiyetle alkol kullanmazdı.

Yalnızca sigara içerdi. O da yemeklerden sonra bir tane yakardı. Hani bir söz vardır ya, "İster zengin ol ister fukara, yemeklerden sonra yak bir cigara" kabilinden. Hiçbir zaman tiryaki olmadı. Oğlum Yasin daha 4-5 yaşlarında iken yükseğe koyduğu sigara paketini sandalyeye çıkıp almak istediğini görünce "Ne yapıyorsun?" diye sormuştu. O da "Sigaranı alacağım ve ben de içeceğim büyükbaba" şeklinde karşılık vermişti. Babam "Bu zararlı bir şey içilir mi" deyince Yasin, "Peki zararlı ise sen neden içiyorsun?" şeklinde karşılık verince babam ilginç bir şekilde "Haklısın. Çocuk doğru söylüyor" dedi ve bir daha ağzına götürmedi. Yani sigara içmeyi bıraktı.

SEVİLEN BİRİYDİ

Babam komşular ve çevresi tarafından el üstünde tutulurdu. O zamanlar öğretmenlere daha çok kıymet verilir, hürmet edilirdi. Babam da ayrıca sevilirdi. Herkesle iyi anlaşır, kimseyle kavga etmezdi. Zaten kimsenin aleyhine de konuşmazdı. Sakin ve güler yüzlü kişiliği ile mahallenin gözdesi durumundaydı.

DOĞRU OLMAYA VE DÜRÜSTLÜĞE ÇOK ÖNEM VERİRDİ

Bir defasında para üstü alırken fazla verildiğini anlayınca hiç vakit geçirmeden o parayı alış veriş ettiği esnafa götürmüştü. Kazancına haram karıştırmamaya azami dikkat eder, helalinden harcamaya özen gösterirdi.

Haram ve yolsuzluk yapanlara kızardı. Bu düsturları bizlerin derin belleğine kazımıştı.

DERSLERİMİZLE İLGİLENİRDİ

Derslerimizle yakından ilgilenir, vakit ayırırdı. Bilemediğimiz hususları ona sorardık. Diyelim bir matematik problemini yapamadık ve çözümünü nasıl yapabileceğimizi danıştık. Babam, "Bak şöyle çözeceksin" demezdi. İlk sorusu, "Bu problemde ne soruluyor? İstenen nedir?" olurdu.

Sık tekrarladığı söz şuydu: "Soruda neyin sorulduğunu anlamak yarı yarıya çözmek demektir." Gerçekten soruyu tekrar anlamaya çalıştığımızda çoğu zaman çözümü de bulmuş olurduk.

Diyelim yine problemin çözümüne gidemedik, bu sefer "Nasıl yapmayı düşünürsün?" diye bizleri düşünmeye ve çözümü kendimize buldurmaya çalışırdı. Bazen küçük ipuçları da verirdi. İşin ilginci sonuçta soruyu cevaplayan biz olurduk ve çözüm şekli aklımızda kalıcı olarak yerleşirdi.

9-10 yaşlarında iken bir gün babama şöyle bir soru yönelttiğimi hatırlıyorum: "Yükseklere çıktığımızda, (kendisine İskenderun'un arkasında yükselen Amanos Dağlarını göstererek) aslında sıcak kaynağı olan güneşe yaklaştığımızdan ısının artması gerekiyor. Ama dağlarda hava daha soğuktur. Neden böyle oluyor?"

Babam büyük ihtimal sorumun cevabını biliyordu, bana belki ders vermek istediğinden şu karşılığı vermişti: "Güzel bir soru. Cevabını ben de bilmiyorum. Araştırıp sana söyleyeyim."

Bu davranışında anladığım o ki bana şu mesajları vermek istemişti: "Meraklı olmak iyidir, hep böyle olmalısın. İnsan öğretmen de olsa her şeyi bilemez. Bilginin sınırı yoktur. Ancak araştırarak öğrenebilirsin. Ve bundan da geri kalmamalısın."

Bizleri böylesi ustalıkla bilgiye, öğrenmeye, araştırmaya sevk etti, teşvik etti.

Yine bir gün ortaokuldaydım tahmin ediyorum, dersin birinden düşük not almıştım. Babama ağlamaklı bir şekilde söyledim. Kızacak diye düşündüm fakat şu sözleri bana öyle bir moral ve çalışma azmi vermişti ki hiç unutamıyorum:

"Dert etme oğlum. Her zaman yüksek notlar alacaksın diye bir şey yok. Görüyorum çalıştın, elinden geleni yaptın. Çalışmaya devam edersin. Daha sonraki sınavlarda da kırığını düzeltirsin." Gerçekten dediği gibi daha çok gayret ettim ve zayıf olan notumu düzelttim.

Kısacası babam bugün okul başarısında önemli olan 'Alınan nota değil öğrencinin gösterdiği gayrete ve çalışma azmine önem verilmeli' prensibini o zaman benimsemiş olarak bizlere uygulamıştı.

Tabi o zaman internet, Google falan yoktu. Araştırmak zaman ve gayret demekti. Ancak bizde başka evlerde bulunmayan 10 ciltlik bir genel ansiklopedi, Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü ve bir Büyük Atlas vardı. Bu da bizlere avantaj sağlıyordu.

Yine babamın tavsiye ettiği hususlardan biri de yardımcı ders kitaplarına önem vermesiydi. Dersi öğrenirken tek bir ders kitabına saplanmamızı istemez, başka alternatif bakış açılarına da sahip olmamızı isterdi. Bu da bizi ezbercilikten uzaklaştırarak daha geniş bir perspektif kazanmamızı sağlamıştır diye düşünüyorum.

Yine her gün belli miktar harçlığımız olurdu ve aksatmazdı. Böylelikle kardeşlerim ve ben para yönetiminde iyi yetiştik. Savurganlıktan uzak kaldık, elimizdeki nimetlerin kıymetini bilen kişiler olarak yetiştik.

ANNEMLE EVLİLİKLERİ

Biraz önce dediğim gibi 1955 yılında evlenmişlerdi. Yani vefat ettiklerinde 66 yıllık evlilerdi. Uzun yıllar süren beraberliklerinde onları hiç kavga ederken, birbirlerine saldırırken, yüksek sesle tartışırken görmedim. Hele çocukluğumuzda birbirlerine düşkün çift olduklarını müşahede ederdik. Annem babamı sayar, kıymet verir ve bizim de ona hürmette kusur etmememiz için özen gösterirdi.

Hatta bazen babamı kıskandığımız bile olurdu. Yemeğin lezzetli kısmını babamın önüne koyar, onun yemesini isterdi. Ancak bu nadir olurdu ve babamın evin reisi olduğunu ve otoritenin onda bulunduğunu anlardık.

Şu da var, yaşlanınca otoriteyi annem eline aldı ve evi yöneten o oldu. Babam bu sefer ona uyardı ve kesinlikle evde kavga, gürültü olmazdı.

Derken annem kansere yakalandı ve geçen yılın nisanında Rabbi ile buluştu. Babam annemin ölümünü kaldıramadı. Yaşı 94 idi ama bedensel rahatsızlığı (yüksek tansiyon, şeker, kalp vs.) olmamasına rağmen birden çöktü. Yüzü gülmez oldu, iştahlı iken yemez oldu. İlaçlarını almak istemiyordu. Böylece önce şuuru kapandı, sonra da hayatını kaybetti. Annemsiz hayata sadece iki ay dayanabilmişti.

Şimdi İskenderun'un Karayılan Mahallesi'ndeki aile mezarlığında yan yana yatıyor ve Fatiha bekliyorlar. Mevla rahmet eylesin. Mekânları cennet olsun.

Prof. Dr. Sefa Saygılı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.