Kalemden Başka Silah Kullanılmayan Bir Savaşın İçinden.. -2-
'Vatanı satmıştı hain sultan..' diyerek büyütülen bir nesil..
(İlk yazıda, yetiştiğim sosyo-ekonomik ve psikolojik atmosferi az-çok yansıtmaya çalışmıştım. Devam edelim:)
*
İlkokul yıllarımdan hâfızamda pek az şey kaldı..
İlkokul dediysem bugünkü gibi beş sınıflı okullar anlaşılmasın.. Beş sınıfın öğrencileri de tek bir sınıfta... Hepimiz, 35-40 kadardık.. Ayrı sınıfta olan çocukların sadece sıraları ayrı... Öğretmen hangi sınıfa ders anlatırsa, alt sınıfta olanlar onları anlamadan dinlerlerdi.
Soğuk günlerde sınıfın ısınabilmesi için öğrenciler ya da velileri, odun getirmek zorundaydılar. Odun gelmediği zaman üşürdük, haliyle.. Hele bir de benim gibi ayrı bir köyden ve çarık veya yırtık kara lastiklerle geldikleri için ayakları ıslanmış olanlar daha bir üşürlerdi.
Bir de yere 50 metre kadar yaklaşan siyah bulutlar olurdu ki, adeta üzerine bir 'gulyabanî' gibi, kendimi bir hafakan halinde hisseder, ağlayacak veya bağıracak hale gelirdim. Yağmurlu havalarda komşu köye gidiş-gelişler, çamur içinde o kadar müşkül olurdu ki, anlatması imkansız..
Kar yağdığında ise daha bir problem yaşanırdı. Çünkü kar kalınlığı yarım metreye yaklaşınca çocuk yaştakiler için son derece zor olurdu.. Babam beni almaya gelir, kar fırtınası- tipi, soğuk içinde köye dönerdik. Dönemediğimiz de olur, köy yolundan geri döner ve okulun bulunduğu köydeki tanıdıklarımızın evine sığınırdık.
*
Öğretmenimiz özellikle resim yapmakta kabiliyetliydi, herhalde.. Mesela, 1789-Fransız İhtilali'ni anlatırken karatahtaya renkli tebeşirlerle resimler yapar, Bastil Hapishanesi'nin kapılarının açılması ve Kral'ın ve Kraliçe'nin öldürülmesi gibi sahneleri çizer, onlar zihnimde kalırdı. Gazetenin bile olmadığı şartlarda bu gibi resimli anlatmalar daha bir etkili olurdu.
Biz de büyüklerimizden tarihe aid duyduğumuz bazı iddiaları anlatır, öğretmenimizden sorardık.
Tarih dediysem.. üzerinden 40 sene geçmekte olan Seferberlik/ Birinci Cihan Harbi ve Çanakkale savaşlarına dair..
Rahmetli ninem, moskof harbi için Kafkas'a giden askerlerin kıtalar halinde, Samsun'a doğru geçişi üzerine öyle yanık yanık türküler söylerdi ki, sanki o hadiselerin içinde bizzat yaşamış gibi.. Kendisinin bir oğlu da gitmiş, ama, bir daha hiç haber alınamamış..
Ömrünün son demlerinde gece yarıları uyanır, beni de uyandırır, 'Duydun mu Şerif'im kaybolmuş.. Şehid olmuştur inşaallah..' derdi, sonra da, 'Ondan bir haber veya mektub gelip gelmediğini' bana sorardı, iki gözü, iki çeşme..
* 'Vatanı satmıştı hain sultan..' diyerek büyütülen bir nesil..
Her ne kadar, artık Demokrat Parti iktidara gelmiş olsa bile, ders kitaplarımızda, altında 'Millî Şefimiz İsmet İnönü' yazılı kocaman fotoğraflar henüz duruyordu..
Ve o ders kitaplarında, 'Bugün 23 Nisan.. Neş'e doluyor insan.. Vatanı satmıştı hain Sultan..' gibi şiirler vardı ve bunları heyecanla okurduk..
Bu arada, ilçemiz olan ve Samsun- Ankara yolu üzerinde 45. km.'de bulunan Kavak, bizim köyün karşı yakasında, 5 km. kadar ötede idi ve orada bir elektrik santralı ve bir de ortaokul yapılacağının haberi geldi.. Her ne kadar, elektriğin ne demek olduğunu bilmesek de bir yeni gelişmenin heyecanını yaşıyorduk.. Bu arada köyümüze de içme suyu getirileceği haberi bizi daha bir heyecanlandırmıştı.. Çünkü, çevremizdeki bütün köyler gibi köyümüzün de içme suyu yoktu..
Köyümüzün iki km. kadar uzağındaki Dumantepe denilen ormanlık dağın eteklerinden, ot ve çalılıklar içinden açılan basit bir ark ile köyümüze gelen bulanık suyu büyük kazanlarda dinlendirirdik ve büyüklerimiz su istediğinde, hemen ardından da sıkıca tembih ederlerdi: 'Suyu bulandırmadan, dikkatlice al..'
Köyümüz 30 hane kadardı.. Ve genel olarak Halk Partili olarak bilinirdi.
Demokrat Parti yönetimi kısa zamanda bizim köye içme suyu getirdi. Dumantepe eteklerindeki bir kaynaktan borularla köyümüze nihayet pırıl-pırıl su gelmişti. O eski su kazanları atılmıştı bir kenara, 'Suyu bulandırmadan getir..' sözü bile artık mânâsını kaybetmişti. Ama 1954 seçimlerinde bizim köy yine Halk Partisi'ne vermişti oylarını.. DP'li bir yetkilinin, bizim köye geldiğinde, o seçim tercihinden dolayı, 'Siz bulanık, çamurlu su içmeye lâyıkmışsınız..' diye serzenişte bulunduğunu hatırlıyorum.
Bu arada, Kavak'ta küçük bir elektrik santralının yapımı tamamlanmış, akşamları şehre elektrik vermeye başlamıştı.
Biz de uzaktan bize göz kırparcasına yanıp sönüyor gibi gözüken elektrik lambalarına heyecanla bakıyorduk..
* Artık baskı bitmişti ve geçmişe göre nisbeten hürriyet gelmişti, güyâ...
Bu arada, köyümüze gelen bir Osman Dede'den söz ediyordu, babam.. Geceleri köylüleri, köy camiinin yanı başındaki köyodasında toplar, onlara nasihatler eder, seher vakitlerine kadar dualar ettirir, zikir çektirirdi. Artık Demokrat Parti vardı, C. Halk Partisi'nin dinden korkan ve halkın inançlarıyla mücadeleyi birinci sıraya koyan katı, totaliter laik, anlayışı ve jandarmaya ihbar korkusu yoktu.
Ama, Osman Dede kimdi, nereden gelmişti, niçin gelmişti; kimse bilmiyordu. Köy erkeklerinin ondan aktardıkları sözler, kadınların diline ulaşınca daha bir başka şekil alıyordu. Nitekim, bir gün, anamı ağlar vaziyette gördüm.. Sebebini sorduğumda, anladım ki, babamın Şeyh Osman Dede'den aktardığına göre, 1954 Baharı'nda kıyamet kopacakmış.. Anam, onun için ağlarmış; çocuklarım da ölecek diye.. Neyse ki, o bahar geçti de, anamın o gibi rivayetlerden korkan hali bertaraf oldu.
Öğretmenimiz ise, aslında aile kökeni itibariyle yabancı olmadığı İslam hakkında bize sahih bilgiler vermek yerine, ana-babalarımızın inançlarıyla alay ediyordu.
*
Bizim yeteri kadar toprağımız yoktu. Elimizdeki yerler de ancak arpa ve yulaf ekmeye müsaid yerler idi. Buğday için biraz daha verimli topraklar lâzımdı. Onun için daha çok arpa ekmeği pişirirdi anam.. Ama, arpa unundan yapılan ekmeğin de hiç lezzeti olmaz, lokmalar ağzımızda büyürdü.
Ama, durumumuz biraz düzelir gibi olunca, iki ölçek arpa ununa bir ölçek buğday unu karıştırıp hamur mayaladığında bile ekmeğimizin tadı gelir ve biz yanında bir şey olmadan, yavan halde zevkle yerdik ve çocuklarının ağız tadıyla bir şeyler yediklerini gören anamın mutluluğu da yüzünden okunurdu.
*
Bu arada Türkiye Kore Savaşı diye bir savaşa katılma kararı alıyordu. Kore'nin ne veya neresi olduğunu bilmiyorduk. Duymadığımız - bilmediğimiz bir dünyaya niçin katılıyorduk; bilmiyorduk. Ama, devletin başındakiler elbette bir şeyler biliyorlardı.
2017.07.10, Selahadin E. Çakırgil,
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.